Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan mütarekeler ve barış antlaşmaları

Salih Burak ÖZKAN

“Eğer sosyalizm kazanamazsa, kapitalist devletler arasındaki barış yalnızca bir ateşkes, bir fasıla, halkları yeniden boğazlamak için bir hazırlık olacaktır.” Birinci Dünya Savaşı için söylemişti Lenin bu sözü ve öyle de oldu. Sovyetler Birliği hariç sosyalizm kazanamadı ve imzalanan barış antlaşmaları bir ateşkes olmaktan öteye gidemedi, bir fasıla olarak kaldı ve ikinci büyük savaşa hazırlanma döneminin belgelerini teşkil etti.

Mütarekeler

Birinci Dünya Savaşının sonunda imzalanan dört mütareke, beş antlaşma bulunmaktadır. 1918 yılının ikinci yarısında imzalanan dört mütareke, 1919 ve 1920 yıllarında imzalanan beş barış antlaşmasına kaynak teşkil etmiştir. Sevr Antlaşması Mondros Mütarekesi’nin, Neulliy Antlaşması Selanik Mütarekesi’nin, Versailles Antlaşması Rethondes Mütarekesi’nin içeriğine uygun olarak imzalanırken, Saint Germain ve Trianon antlaşmaları ise Villa Guisti ve Belgrad Mütarekelerinin etkisi altında hayata geçmişlerdir.

Mütarekelerin kronolojik sıralaması mağlup devletlerin teslim olma zamanlarına dayanarak birbirini takip ederken, barış antlaşmaları ise galip devletlerin mağlup devletleri bölüşme, işgal etme planlarına ve bu konudaki görüş ayrılıklarını giderme sürelerine göre imzalanmıştır. Özellikle mütarekelerin imzalandıkları yerler önem taşır. Bulgaristan ile Yunanistan sınırları içinde olan Selanik’te, Osmanlı Devleti ile Yunanistan sınırları içinde olan Limni Adasındaki Mondros Limanında, Agememnon Zırhlısı’nda mütareke imzalanmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile mütarekenin imzalandığı Villa Guisti, İtalya sınırları içerisinde yer alan Padova şehrinde bir villadır. Almanya ile mütarekenin imzalandığı yer ise Fransa’nın kuzeydoğusunda bulunan Compeigne ormanındaki bir tren garıdır. Mütarekelerin imzalandığı coğrafyalar ve ülkeler incelendiğinde ilgi çekici ve gayet çarpıcı bir durum ortaya çıkmaktadır. Mağlup devletlere dayatılan koşulları uygulayacak ve onların topraklarının bir kısmını işgal edecek devlet topraklarında mütarekelerin imzalatıldığı görülmektedir.

Mütarekelerin asıl amacı silah bırakışmasını sağlamak ve barış antlaşması için zemin hazırlamak olduğundan askerlik, orduların terhisi gibi durumlara değinmekte yarar vardır. Mondros Mütarekesinin 5. Maddesine göre sınırların denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olan birlikler dışında Türk Ordusunun derhal dağıtılmasına yönelik bir koşul bulunurken, 16. Maddede Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki; 17. Maddede ise Trablus ve Bingazi’deki Türk askerlerinin en yakın müttefik komutanlığına teslim olmaları konusu düzenlenmiştir. Selanik Mütarekesi’nin 2. Maddesinde de benzer şekilde demiryollarını koruyacak bir tümen ve Bulgaristan’ın doğu sınırı ile Dobruca’yı muhafaza edecek, her biri 16 taburdan 3 tümen ve 4 süvari alayı dışında tüm Bulgar Ordusunun terhisine yönelik bir koşul bulunmaktadır. Villa Guisti Mütarekesinin 2. Maddesi Avusturya-Macaristan Ordusunun terhisini düzenlerken, Alman Ordusunun terhisi tek bir maddede değil, pek çok maddeye serpiştirilmiş şekilde düzenlenmiştir.

Yine askerî bir konu olan boşaltılacak yerlerle ilgili hükümler bütün mütarekelerde çok detaylı bir şekilde hazırlanmıştır. Mondros Mütarekesinin 11. Maddesinde Türk birliklerinin Kuzey-Batı İran’dan çekilmesi öngörülürken, aynı maddede daha önce kısmen boşaltılmış olan Kafkasya ötesindeki birliklerin geri çekilmesi ise müttefiklerin incelemesi sonrasına bırakılmıştır. Selanik Mütarekesi’nin 1. Maddesinde Bulgar işgali altında bulunan Yunan ve Sırp topraklarının derhal tahliyesi düzenlenmiştir. Villa Guisti Müterekesi’nin 2. Maddesinde Avusturya-Macaristan Ordusunun Kuzey Denizi’nden İsviçre’ye kadar olan bölgeyi boşaltması istenirken, 3. Maddede Avusturya-Macaristan birliklerinin, savaşın başından itibaren işgal edilen tüm bölgelerden çekilmesi istenmiştir. Başka bir maddede ise Avusturya-Macaristan Ordusunun işgal ettiği tüm İtalyan sahil şeridinden geri çekilmesi ve limanların boşaltılması öngörülmüştür. Askerlerin geri çekilmesi konusunda en detaylı mütareke kuşkusuz Rethondes Mütarekesi’dir. Öyle ki 2. Maddede Alman birliklerinin mütarekeyi takip eden 15 gün içerisinde işgal ettiği Belçika, Fransa ve Lüksemburg ile Alsas-Loren’i boşaltmaları isterirken, zamanında çekilmeyen Alman askerlerine esir muamelesi yapılacağı belirtilmiştir. 5. Maddede Ren Nehrinin sol şeridinde bulunan Alman askerlerinin tahliyesine ilişkin bir koşul bulunmakta; 12. Maddede ise Romanya ve Türkiye’de bulunan Alman askerlerin geri çekilmesi düzenlenmiştir ve aynı maddede Rusya’daki kuvvetlerin Alman sınırına dönmesi koşulu getirilmiştir.

 

Birliklerin geri çekilmesi ve bölgelerin boşaltılması ile ilgili hükümler incelendiğinde savaş süresince hangi devletin daha fazla bölgeyi işgal ettiği ve topraklarının dışında ne kadar ilerlediği göze çarpmaktadır. Zaten bu nedenle bu konudaki en kapsamlı maddeler Almanya ile imzalanan Rethondes Mütarekesi’ndedir.

İşgaller ise mütarekelerin hemen hemen hepsinde düzenlenmiştir. Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesi olabildiğince somut bir şekilde işgal hükmü içermektedir. Maddeye göre müttefik devletler kendilerince kendi güvenlikleri için tehdit olarak gördükleri Osmanlı topraklarını işgal edebileceklerdir. 15. Maddede Batum ve Bakü’nün işgali ile ilgili koşullar bulunmaktadır. 24. Maddede ise Vilayet-i Sitte’nin işgali hükmü konulmuştur. Müttefik devletler mütarekenin 7. Maddesine dayanarak Osmanlı topraklarını işgal etme hakkını sağlamışken, 24. Maddeyle özellikle altı ilin belirtilmesi, açıkça Ermenilere bir devlet vaadidir.

İşgalle ilgili hükümler diğer mütarekelerde de bulunmaktadır. Selanik Mütarekesi’nin gizlilik taşıyan 2. Maddesinde stratejik noktaların işgal edilmesine dair bir hüküm bulunmaktadır. Villa Guisti Mütarekesi’nin 4. Maddesine göre müttefik orduları Avusturya-Macaristan’daki stratejik noktaları işgal edebilirler. Rethondes Mütarekesi’nde ise işgallerle ilgili hükümler çeşitli maddeler arasına dağıtılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan bütün mütarekelerde demiryollarının, limanların ve haberleşme araçlarının denetimine dair hükümler vardır. Bu alanda mütarekeler ciddi sınırlamalar getirmiştir. Aynı zamanda ileri düzeyde ekonomik kısıtlamalar yoğun olarak bulunur. Benzer bir konu ise mağlup devletlerin birbirleri arasındaki diplomatik ve askerî ilişkileridir. Mütarekelerde mağlup devletlerin birbirlerinde bulunan birliklerine geri çekilme ve diplomatik ilişkileri kesme hükmü getirilmiştir. Diplomatik bağlamdaki hükümlerin asıl odağı Almanya’dır. İtilaf devletleri Almanya’nın diğer mağlup devletlerle olan ilişkisini kesmeye dikkat etmişlerdir.

Mütarekelerin hepsinde askerî tahliyeler, yaptırım içeren işgaller, eşit olmayan esir değiş tokuşu ve askerî, siyasî ve iktisadî sınırlamalar bulunmaktadır. Ama en hafiften en ağıra doğru bir sıralama yapacak olursak, Bulgaristan ile yapılan Selanik Mütarekesi en hafif, Almanya ile imzalanan Rethondes Mütarekesi’nin ise en ağır mütareke olduğu gözükür. Mütarekelerin maddeleri incelendiğinde sonradan imzalanacak olan barış antlaşmalarının niteliği hakkında bilgi edinmek mümkündür.

İmzalayan devletler için ateşkesler kayıtsız şartsız teslimiyet anlamına geliyordu. Koşullar çok ağırdı ve barış antlaşmasına itiraz etmeyi imkânsız kılmıştı. Nitekim Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan yeni Türk Devleti dışındaki bütün devletler, ateşkes süresinde ve barış antlaşması masasında kendilerinden istenilen her şeyi kabul etmişlerdi. Buna rağmen Almanya hariç diğer İttifak Devletleri, ateşkeslerin olumsuz etkilerinden kısa sürede kurtulmuşlardı. Ateşkes antlaşmaları ve arkasından gelen barış antlaşmalarının devletler üzerindeki olumsuz etkileri savaş borçlarının ödenmesiyle sınırlı kalmıştır diyebiliriz. Ancak Compiégne ile İtilaf Devletleri’nin Almanya’yı Avrupa sahnesinden silme amaçları tamamen gerçekleşmişti. Almanya’nın ordusu tamamen dağıtılmış, tüm ekonomik faaliyetleri durdurulmuştu. Bu sıkıntıları atlatarak toparlanması ve arkasından intikam alma hırsıyla giriştiği yeni bir savaş Almanya’nın yarım yüzyılına mal olmuştur.

Paris Barış Konferansı

Viyana Kongresi, devletler arası ilişkilerde yeni bir dönem açmıştır. Kongre ile İngiltere, Rusya, Prusya, Avusturya-Macaristan ve Fransa’dan oluşan grubun esas kabul edildiği yeni bir Avrupa güçler dengesinin temeli atılmış, iki taraflı diplomasiden çok taraflı diplomasiye geçilmiştir. Böylece “Kongre Sistemi” ya da “Konferans Sistemi” denilen yeni bir sistem ortaya çıkmıştır. Bundan böyle devletler aralarındaki problemleri savaşarak değil, barışçı yöntemler ile diplomasi çerçevesinde çözeceklerdir. Uluslararası bir sorun çıktığında derhal bir kongre toplanacak ve Avrupalı devletlerce bu sorun tartışılacak ve çözüme bağlanacaktır. Böylece Avrupa barışı sağlanacaktır.

Viyana görüşmeleri ile uluslararası ilişkiler düzeyinde ortaya çıkan gelişmelerden biri de “Avrupa Uyumu” kavramıdır. Milletler Cemiyeti örgütünün kurulmasından bir yüzyıl öncesinde Metternich, Avrupa’yı birbirleriyle sürekli çatışma içinde olan ayrı ayrı ulusların ve devletlerin yer aldığı bir kıta olarak değil, birleşmiş bir Avrupa olarak düşünmüştür.

Viyana Kongresi’nde temeli atılan Avrupa merkezli “Konferans Sistemi”, her ne kadar 1830 ve 1848 İhtilalleri ile etkisini kaybetse de Birinci Dünya Savaşından sonra toplanan Paris Barış Konferansı, bu sisteme Avrupa dışından dâhil olan Amerika ve Japonya ile Dünya sistemine dönüşmüştür.

18 Ocak 1919’da Paris’te Barış Konferansı 32 devletin katılımıyla toplanmıştır. Toplantının başlama tarihi tesadüfi olarak kararlaştırılmamıştır. Bu tarih, aynı zamanda Alman İmparatorluğu’nun kuruluş tarihidir. İkinci Dünya Savaşının temellerinin atıldığı bu konferans barış için değil paylaşım amacıyla toplanmıştır.

Konferansa, dünyanın 5 kıtasından 27 devlet, 4 dominyon (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika) ve Hindistan delege yollamıştır. Bu açıdan 1648 yılında Westphalia ve 1815 yılındaki Viyana Kongreleri bu organizasyonun yanında gayet küçük organizasyonlar olarak kalmışlardır.[1] Konferansa katılan devletler İttifak Devletleri ile savaşmış ya da savaş ilan etmiş devletler olup, müttefik, daha az müttefik ve ortak devlet gibi sınıflandırmalara tabi tutulmuşlardır. Mağlup devletler konferansa davet edilmemiş, antlaşmalar hazırlandıktan sonra imzaya çağırılacakları bildirilmiş, mağlup devletlere söz hakkı tanınmamıştır.

Konferans’ın baştaki amacı savaştan yenik çıkmış bütün ülkelerle barış koşullarını saptamaktı. Ancak diğer devletlerle barış koşullarının saptamasının uzaması nedeniyle sadece Almanlar ile barış yapılmıştır. Avrupa açısından önemli olan bu antlaşmanın hızlıca belirlenmesi ve yürürlüğe girmesi sağlanmıştır.

Konferansa katılan devletlerin birçoğu, sembolik bir jest olarak savaşa girmişlerdi ve savaşın kazanılmasına katkıları 2. dereceden olmuştu. Bu devletlerin barışın kurulmasında eşit söz hakkına sahip olmak istemeleri asıl galip devletler tarafından hoş karşılanmadı. Bir dünya parlamentosu tarafından hazırlanan bir antlaşmanın hazırlanma süreci elbette uzun sürecekti. Büyük Güçler dünyanın geleceğini kendi başlarına kararlaştırmak hakkını kendilerinde gördüler.[2] Önce ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya Başbakanları ve Dışişleri Bakanlarından oluşan Onlar Konseyi kuruldu. Bu konseyin içinde üstünlüğünü belli eden ABD Başkanı Wilson, Fransa Başbakanı Clemenceau, İngiltere Başbakanı Lloyd George ve İtalya Başbakanı Orlando tarafından Dörtler Konseyi oluşturulmuştur. Fakat bu konseye de esas itibariyle Fransa ve İngiltere hâkim olmuştur. Çünkü konferansa şahsen katılan Wilson için bütün mesele, milletlerarası ilişkilerde devamlı barışı sağlayacak ve koruyacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıydı. Bu yüzden Clemenceau ve Lloyd George, Wilson’un Paris Barış Konferansı’ndan bir an önce ayrılmasını sağlamak için konferans çalışmalarında Milletler Cemiyeti’nin statüsünün belirlenmesine öncelik vermişlerdir. Şubat 1919 tarihinde Milletler Cemiyeti statüsü tespit edilir edilmez Wilson, Amerikan kamuoyunu bu fikre kazanmak için Amerika’ya dönmüştür. İtalya’nın ise “Dörtler Meclisi”nde ağırlığı yoktur.[3]

Fransız Başbakanı, iflah olmaz bir Alman düşmanıydı; İngiliz Başbakanı Lloyd George ile Avrupa’nın klasik diplomasisini temsil etmekteydi. Kaplan lakabıyla tanınan Clemenceau hiçbir zaman Fransız-Alman dostluğuna inanmadığı gibi Almanya’yı Fransa için bir tehdit olarak görüyordu. Bundan dolayı yapılacak düzenlemelerin Almanya’nın bir daha kendine gelemeyecek şekilde yapılması gerektiğinin taraftarıydı. Almanya olabildiğince ezilmeliydi.[4]

56 yaşında Galli bir avukat olan Lloyd George ise Liberal Partinin sol kanadındandır. Savaşın kazanılmasından sonra, İngiliz kamuoyu şoven tutumunu bırakmış ve Almanya’nın lehine düşünür olmuştur. Bu tavırda İngiliz iş çevresi “City”nin önemli rolü vardır. İş çevresinin isteği bir an önce Almanya’yla ekonomik ve malî ilişkilerin kurulması yönündedir. Almanya’yı bölmekte ve ağır bir savaş tazminatının altında ezmekte İngiltere’nin yararı yoktur. Fransa’nın hegemonyasının artmasını önlemek için güçlü bir Almanya’ya ihtiyaç vardır. İngiltere’nin, kıta Avrupası için genel politikası bir devletin fazla güçlenmesini engellemektir. Avrupa savaşları süresince hep bu yönde ittifaklar kurmuş, bu yönde politikalar geliştirmiştir. İngiltere için güvenlik Avrupa’da bir devletin gücünü arttırmasıyla azalır.

Wilson’un Amerika’ya gitmesinin ardından Lloyd George ve Clemenceau ellerine kalem ve kâğıtları alıp Avrupa’yı ve Dünya’yı isteklerine göre şekillendirmek için masaya oturmuşlardır. Pek çok yazar, bu iki liderin ve danışmanlarının karar aldıkları ülkeler hakkında pek az şey bildiklerini ifade etmişlerdir. Bu durum Avrupa’ya dayatılan barış koşulları açısından da Avrupalıların çoğunluğu tarafından da uzak ve tanınmayan Orta Doğu’ya dayatılan şartlar açısından da geçerliydi. Hatta İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour sıkıntısını şöyle belirtmiştir: “Kendilerine sadece bir çocuğun rehberlik ettiği bu üç çok güçlü ve çok bilgisiz adam oturmuş kıtaları kesip, biçiyorlardı.”[5] İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un diğer liderlerin yanında kendi hükûmetinin başbakanını ve kullanılan yöntemi açıklıkla eleştirmesi bile Paris Barış Konferansı’nın neden başarısız olduğunun ve yeni bir savaşa yol açacağının belirticisi ve habercisidir. Bir İtalyan diplomat anılarında şunları yazıyor: “Paris’teki Barış Konferansı’nda sık rastlanan bir manzara da şu ya da bu devlet adamının bir harita önünde durup, parmağını adını bile duymadığı bir kent ya da bir nehri aramak için uzatırken ‘Şu lanet yer de neredeydi?’ demesiydi.”[6]

Barış antlaşmaları

Bütün antlaşmalarda bazı ortak noktalar tespit etmek mümkündür. Mağlup devletler çok fazla toprak ve nüfus kaybetmişler, savaş tazminatı ödemeye mahkûm bırakılmışlardır ve ciddi askerî kısıtlamalar getirilmiştir. Ayrıca bütün antlaşmaların ilk maddeleri Milletler Cemiyeti’nin tüzüğü olacak şekilde düzenlenmiştir.

Versay Barış Antlaşması: İmza töreninin 28 Haziran’da yapılması planlanmıştır. Tarih ve yer seçimi tesadüf değildir. 28 Haziran, Birinci Dünya Savaşını başlatan olay zincirinin ilk halkası olan Avusturya-Macaristan veliahdı ve karısının suikasta kurban gitmesinin yıl dönümüdür. Mekân ise Versailles Sarayı’nın Aynalı Salonu’dur. Bu salonda 1871 yılında Bismarck tarafından Fransızların mağlubiyeti ve Alman İmparatorluğu’nun kuruluşu ilan edilmiştir. Böylelikle Fransa tarafından bu antlaşmanın intikamı alınmaktadır.

440 maddeden oluşan Versailles Barış Antlaşması’nın birinci kısmını, diğer devletlerle yapılan antlaşmalarda olduğu gibi, Milletler Cemiyeti Misakı oluşturmuştur.

Almanya, Versailles Antlaşması ile çok önemli kayıplara uğramıştır. Avrupa kıtasında kaybettiği arazi 69.000 kilometrekaredir. Kaybettiği nüfus 8 milyondan fazladır. Bu antlaşma ile milyonlarca Alman, Alman Devleti’nin sınırları dışında kalmıştır. Üstelik kaybettiği topraklar nedeniyle ağır ekonomik kayıplar yaşamıştır. 650.000 Alman’ın yaşadığı Saar toprakları kaybedilmiştir. 17. yüzyıl ortalarından beri Polonya ile herhangi bir bağlantısı olmayan Silezya, Polonya’ya verilmiştir. Poznan ve Batı Prusya’da milyonlarca Alman, Almanya sınırları dışında kalmıştır. Görüldüğü gibi Versailles Antlaşması yapılırken Wilson İlkeleri dikkate alınmamıştır. Siyasî görüşü ne olursa olsun bu antlaşma bütün Almanlar tarafından bir utanç belgesi olarak nitelendirilmiştir ve aynı zamanda ileride çıkacak yeni anlaşmazlıkların temelini atmıştır. Bu antlaşma Almanya’da milliyetçilik akımının güçlenmesinde etkili olmuş ve Hitler’in iktidara gelmesindeki etkenlerden biridir. Versailles Antlaşması, uzlaşma sağlamak için çok cezalandırıcı ve Almanya’nın toparlanması için fırsat verecek bir yumuşaklıkta değildir.  

Saint Germain Antlaşması: Versailles’dan sonra imzalanan ikinci barış antlaşması Avusturya Cumhuriyeti ile yapılan Saint Germain Barış Antlaşması olmuştur. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşının bitiminde parçalanmış olduğu için bu devletler ile ayrı ayrı barış antlaşması imzalanmıştır. Savaşı kaybeden devletler arasında belki de en büyük toprak ve güç kaybına Avusturya uğramıştır. Savaşa girilirken büyükçe bir imparatorluk olan Avusturya, antlaşma ile birlikte Avrupa dengelerinde hiçbir etkisi olmayacak ufacık bir devlet haline gelmiştir. Bu antlaşma ile Avusturya’nın 576.000 kilometrekare olan toprakları 84.000 kilometrekareye, nüfusu ise 50 milyondan 7 milyona düşmüştür. Zaten bu nüfusun 3’te 1’i başkent Viyana’da yaşamaktadır. Avusturya, antlaşma ile birlikte ekonomik olarak iflas etmiştir. Ülke zenginliğinin kaynağı olan Bohemya ve Tiroller’i kaybetmiştir, kendi başına ayakta duramayacak bir devlet konumuna sürüklenmiştir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasıyla ortaya çıkan küçük devletler kaçınılmaz olarak Almanya veya Rusya’nın hegemonyası altına gireceklerdi. Bu durumun farkında olan İngiltere ve Fransa, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılan devletlerle bir Tuna Federasyonu kurmayı hedefliyorlardı. Böylece bu devletlerin ekonomik kalkınmaları hızlanacak ve Batı Avrupa’ya hızlı bir şekilde bağlanacaklardı. Ancak bu Federasyona İtalya karşı çıktı. Çünkü İtalya’nın tarihsel düşmanı olan bu imparatorluğun yıkılması ve orada güçsüz, küçük devletlerin ortaya çıkması İtalyan emperyalizminin iştahını kabartmıştı. İtalya bu devletler üzerinde ve Adriyatik üzerindeki emperyalist emellerini saklamıyordu. Ancak, antlaşma ile kendisine Dalmaçya kıyılarını ve Anadolu’dan hisse vermeyi vadeden diğer antlaşma devletlerinin sonradan bu kararlarından dönmeleri ve İtalya’nın isteklerine karşı Wilson’un vetosu, İtalya’yı düş kırıklığına uğratacak, eski dostlarına karşı kin duymasına sebep olacak ve İtalya’da faşizmin yükseltecektir. Mussolini ise İtalyan emperyalizminin Birinci Dünya Savaşında istediği hisseyi alamamasının İtalyanlar üzerinde yarattığı aldatılmışlık, kin ve öfkeden beslenerek iktidara gelecektir.

Neuilly Barış Antlaşması: Neuilly Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan üçüncü barış antlaşmasıdır. 27 Mayıs 1919’da Bulgar Başbakanı Stanbuliski, Paris yakınlarındaki Neuilly Belediye binasında bu antlaşmayı imzalamıştır.

Bulgaristan, Birinci Dünya Savaşına Balkan Savaşlarında ulaştığı sınırların daha da ötesine ulaşabilmek için girmiştir. Ancak Balkan Savaşı sırasında elde ettiği toprakları da kaybetmiştir. Bulgar nüfusunun yoğun olduğu, yüzyıllardır Bulgarların yaşadığı topraklar da elinden çıkmıştır. Paris Barış Konferansı’nda Bulgar delegasyonunun en önemli isteği kendilerine nefes alabilecek şekilde Ege Denizi’ne çıkışlarının olmasıydı. Ancak Neuilly Antlaşması’nda Ege Denizi’ne çıkışları kapatılmış, o bölge Yunanistan’ın denetimine bırakılmıştır.

Trianon Barış Antlaşması: Yeni kurulan Macaristan Devleti de kaybeden devletler içerisinde yer aldığından, onunla da barış antlaşması yapılmıştır. Ancak bu antlaşma diğerleri gibi 1919’da değil 1920’de imzalanmıştır. Sebebi ise Macaristan’da yaşanan iç karışıklardır. 364 maddelik Trianon Antlaşması 4 Haziran 1920’de isteksiz Macar heyeti tarafından imzalanmıştır.

 

Trianon Barış Antlaşması ile Macaristan bağımsız bir devlet olarak kabul edilmekle birlikte, denize çıkışı olmayan, etkisiz küçük bir devlet haline gelmiştir. Trianon kelimesi Macar halkında büyük bir nefret, öfke yaratmıştır. Macarlara göre bu antlaşma ile yüzlerce yıllık Macar Krallığı eski büyüklüğünün 3’te 1’ine, nüfusu ise yarıya indirilmiştir.[7] Trianon Antlaşması’nın sonucu olarak 1920’ler ve 1930’larda Macar dış politikasına hâkim olan ilke, ülke sınırları dışında kalan Macar topraklarını ilhak etmek olacaktır. Macarlar bunun için Nazilerle işbirliğine gitmişlerdir.

Mondros Mütarekesi’nden Sevr’e Giden Süreç 

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonraki iki yıl içerisinde İtilaf Devletleri antlaşmayı çok kez ihlal ettiler. Mütareke’nin yürürlüğe girdiği anda İngiliz kuvvetleri, zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul ile Kerkük’ün 60 kilometre güneyinde bulunuyordu. 6. Ordu Komutanı Ali Paşa, bölgede yeterince asker bıraktığını ve mütareke maddelerine göre Musul’da bir işgal gerekçesi olmadığını bildirmesine rağmen İngilizler, Musul ve Kerkük’ü işgal etmişti.

Suriye’yi işgal eden General Allenby, 7 Şubat 1919’da İstanbul’a gelmişti. Osmanlı Hariciye ve Harbiye Nazırlarını huzuruna çağıran Allenby, Mondros Mütarekesi hükümlerini aşan taleplerde bulunmuştu. Osmanlı Harbiye Nezareti Sadrazamı, mütarekeye aykırı olan bu istekleri reddetmeye zorladı. Ancak Sadrazam direnmenin sonuçsuz olduğunu anlayarak istekleri kabul etmişti. Sadrazam’ın bu tavrı belki de Osmanlı Ordusu içinde direniş ruhunu ateşlemiştir. Nitekim Sadrazamın bu korkaklığına tepki olarak Harbiye Nezareti kolordulara, müttefiklerin isteklerine öz olarak değil de, biçim olarak uyulması doğrultusunda emirler gönderdi. Bu kolordular, işgale direniş gösteren yerel milis güçlere mühimmat ve lojistik yardımı sağlayacak ve bunu müttefiklerden saklayacaktı. Ordu, ismen terhis edilecek; ancak bunlar, milis kuvvetler veya kendilerine yeni isim vermek suretiyle varlıklarını sürdüreceklerdi. Alleby’nin talepleri doğrultusunda feshedilen 6. Ordu, 13. Kolordu olarak varlığını sürdürmüştü. Bu ordunun komutanı Ali İhsan Paşa, ateşkesin yürürlüğe girmesinden sonra İngiliz işgaline karşı direniş göstermiş ve Allenby’nin taleplerine uymamıştır ve sonunda görevi terk etmek zorunda kalmıştır.

29 Mart 1919’da Ali İhsan Paşa, Müttefiklerin ihlallerine direniş gösterdiğinden ötürü, diğer Osmanlı liderleri ve aydınlarıyla birlikte İngilizler tarafından Malta’ya sürülmüştü.

9 Kasım 1919’da İngilizler Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasını da işgal etmişler; 20 Kasım’da ise, Boğaz’ın Rumeli yakasını Fransızlara devretmişlerdi. 6 Aralık 1918’de İngilizler Kilis’i; 7 Aralık’ta Fransızlar Antakya’yı işgal ettiler. 17 Aralık’ta Tarsus, Ceyhan ile Adana; 19 Aralık’ta da Bahçe, Islahiye, Hassa, Mamure ile Osmaniye Fransızlar tarafından işgal edildi. 7 Ocak 1919’da İngilizler, Kars, Ardahan ile Batum’un boşaltılmasını istemiş; 10 Ocak’ta Bağdat’ı işgal etmişti. 22 Şubat’ta Maraş, İngilizler tarafından işgal edilmekteydi. Fransızlar, 7 Mart’ta Kozan’ı, 8 Mart’ta da Zonguldak ile Ereğli’yi işgal ettiler. 13 Nisan’da Kars, İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizler, 24 Mart’ta Urfa’yı, İtalyanlar, 28 Mart’ta Antalya’yı, 30 Mart’ta da İngilizler, Merzifon’u işgal ettiler. Bunları Kars ve Ardahan’ın işgali ile Yunan işgalleri takip ediyordu. Ve ne yazık ki, İtilaf Devletlerinin yasadışı işgal eylemlerine karşı Osmanlı devlet yetkililerince açık bir direniş gösterilmemiş ya da onların bu tür eylemlerini önleme doğrultusunda hiçbir adım atılmamıştı.[8]

13 Kasım 1918’den 16 Mart 1920’ye kadar İngilizler ve Fransızlar İstanbul’u “de facto” olarak işgal etmişlerdir. 16 Mart 1920’de ise “de jure” olarak işgallerini açıklamışlardır. İstanbul’un da işgal edilmesiyle birlikte Mondros Mütarekesi’nin 7. ve 24. Maddelerine dayanarak Anadolu coğrafyasının büyük bir kısmı işgal edilmişti.

Sevr Barış Antlaşması

Birinci Dünya Savaşının sonunda imzalanan son antlaşma Osmanlı Devleti ile 10 Ağustos 1920 tarihinde yapılan Sevr Antlaşması olmuştur. Antlaşma, Paris’teki bir porselen fabrikasında imzalanmıştır. Osmanlı Devleti ile yapılacak antlaşmanın bu kadar uzun süre sonra yapılmasının temel nedeni Osmanlı Devleti’nin büyük topraklara sahip olması ve bu topraklarda Büyük Güçlerin çıkar çatışmalarının olmasıdır. Antlaşma ile ilgili kararlardan birçoğu Şubat 1920’de Londra Konferansı’nda ve Nisan 1920’de yapılan San-Remo Konferansı’nda alınmıştır. Paylaşılacak çok toprak, elde edilecek ve korunacak çok çıkar vardır. Yapılan antlaşmalara göre Ermenistan, Suriye, Irak, Filistin ve Osmanlı egemenliği altında bulunan diğer Orta Doğu topraklarının Osmanlı Devleti’nden kopartılmasına karar verilmiştir. Yunan Başbakanı Venizelos, Emir Faysal ve Ermeni Temsilcileri toprak talep etmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin Paris’e gönderdiği heyette Sadrazam Damat Ferit Paşa, eski Sadrazam Tevfik Paşa, Maliye Bakanı Tevfik Bey, Şura-yı Devlet Başkanı Rıza Tevfik Bey ve Reşit Hilmi Bey vardır. Bu beş kişilik heyet, Onlar Konseyi’ne yaptıkları sunumda, yaşanan olaylara İttihat ve Terakki’nin neden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Müttefiklerin cevabını ise İngiliz Dışişleri Bakanı James Balfour vermiştir. Balfour’un metni suçlayıcı ve küçük düşürücü niteliktedir. Dikkat çekilmesi gereken şöyle bir nokta vardır. Metinde, Osmanlılar kavramı yerine Osmanlı Türkleri kavramı yer almaktadır. Onlar Konseyi, Osmanlı’dan ayrılan kendi kuklası olacak olan diğer Müslümanları kırmak istememiştir. Sevr tasarısının, Osmanlı Hükûmeti tarafından görüşe bağlanması amacıyla, 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanılmıştır. Bir çekimser oya karşılık diğer katılımcılar antlaşmanın imza edilmesi yönünde oy kullanmışlardır. Antlaşma kamuoyu ile paylaşılmıştır. Aynı gün Osmanlı gazetelerinde antlaşmanın neden imza edilmesi yönünde gerekçeler yazılmıştır: “Varlığı yedi yüzyıla dayanan eski ve yüce imparatorluk Allah göstermesin çökerek, İslam dünyasının birleşme umudu yerle bir olacaktır. Osmanlı Hanedanı ve Saltanatı yıkılacaktır.” Bu gibi kaygılar gerekçe gösterilerek antlaşma halk nezdinde meşru bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır.

Antlaşmanın imzalandığı tarih olan 12 Ağustos gazeteler tarafından “Milli matem günü” ilan edilmiştir.

433 maddeden oluşan antlaşmanın ilk maddeleri aynı diğer antlaşmalar gibi Milletler Cemiyeti’nin tüzüğüdür. Büyük Güçler, Sevr Antlaşması ile yetinmeyerek, aynı gün içerisinde “Anadolu’ya Dair Britanya İmparatorluğu ve Fransa ve İtalya Arasında Üç Taraflı Antlaşma” ile şartları olabildiğince ağır hale getirilmişlerdir. Antlaşma ile Fransa ve İtalya’ya “özel çıkar bölgeleri” belirlenmiştir. Yani bu özel çıkar bölgeleri, bu devletler tarafından işgal edilecektir. Her iki düzenleme ve barış antlaşması ele alındığında Osmanlı Devleti’nin Ege ve Akdeniz ile bir sınırı kalmamıştır. Marmara Denizi ve Boğazlar ise Uluslararası Komisyon’un elinde olacağından geriye sadece Karadeniz kalacaktır.

Sevr Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmaların en ağırı olmuş ve savaşın patlak vermesinden birinci dereceden sorumlu tutulan Almanya’ya bile böyle şartlar dayatılmamıştır. Sevr ile Osmanlı toprakları yağmalanmış, talana uğramıştır. İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan ulusal çıkarları açısından önemli bölgeleri işgal etmiş veya işgal etme meşruiyetini sağlayacak şekilde antlaşma imzalamışlardır. Tüm bunlar Osmanlı’nın yaşama hakkına el konulduğunun, egemenliğinin ve bağımsızlığının elinden alındığının bariz göstergeleridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının bir kısmında zorlanan kısıtlamalar ise devleti, en ufak tehditlere bile karşılık veremeyecek duruma getirmiştir. Kapitülasyonların genişletilmesi Osmanlı’yı malî açıdan toparlanamaz bir hale getirmiştir. Tüm kaynaklarını sömürüye açık bir duruma sokmuştur. Orta Doğu ele alınırken yapılan yanlış düzenlemeler günümüzde Orta Doğu’da yaşanan sorunların temelini atmıştır. Sevr Antlaşması’nın imzalanmasıyla Batılılarca ortaya konulan Şark Meselesi başarıya ulaşmış olmaktadır. Ancak müttefik devletlerin hesaba katmadığı bir durum gerçekleşmiştir. Tarih, o büyük Türk’ün omzuna zorun rolünü yüklemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı millî mücadelenin bir parçası olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Sevr Antlaşması’nı hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Kurtuluş savaşıyla birlikte edinilen kesin zafer ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr Antlaşması’nı uygulatmamış, tarihin tozlu sayfalarının arasına gömmüştür.

Lozan Konferansı ve Lozan Barış Antlaşması

Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de, salı günü, bu küçük İsviçre şehrinin merkezinde olan Mont Benon Gazinosu’nda açıldı. Bu konferansla beraber genel dünya savaşını sonlandıran büyük toplantıların dördüncüsü ve sonuncusu yapılmış oluyordu. Versailles’da Wilhelm Almanyası’nı, Saint Germain’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu, Neuilly’de Bulgaristan’ı sert sınırlamalar ile bağlayan müttefik devletleri, Lozan Konferansı ile genel savaştan sonra kendilerine karşı koyan Yeni Türk Devleti ile de davalarını çözmek istiyorlar ve bunu ilk kez tartışmayı kabul ederek yapıyorlardı. Konferansın bu özelliği Ulusal Kurtuluş Savaşında verdiğimiz canlarla, gösterdiğimiz fedakârlıklarla alınmıştı. G. V Çiçerin şöyle yazmakta idi:

“Lozan Konferansı, gerçekten de büyük çapta dünya ölçüsünde bir olaydı. Başkaldıran Doğu’nun birleşmiş dünya oligarşisinin çürümeye başlayan iktidarıyla ilk diplomatik kapışması; başkaldıran Doğu halklarının dünya kapitalizminin tek cephesine karşı temel kazanımlarını savunma ve ekonomik bakımdan tutsaklaştırıcı antlaşmaları reddetme yeteneklerinin ilk göstergesiydi.”[9]

Türkiye’nin barış koşulları, konferans açılmadan önce Mustafa Kemal tarafından açıklanmıştı. Türkiye, sınırlarını “Misak-ı Milli” ile belirlenen çerçevelerde kabul edilmesini, ülkenin malî açıdan tutsak edilmesinin nedenleri olan kapitülasyonların ve malî denetimlerin kaldırılmasını, Boğazlar üzerinde kesin Türk egemenliğinin kurulmasını ve İstanbul’un Türk egemenliğine girmesini, Osmanlı Devleti’nin borçlarının sadece Türkiye’yi değil Osmanlı’dan ayrılan bütün devletleri kapsamasını, Yunanların işgal süresince ve kaçarken yakıp yıktığı Batı Anadolu’nun tamiratı için Yunan Devleti’nden tazminat alınmasını ve tüm devletlerce, yeni kurulan Türk Devleti’nin egemenlik ve bağımsızlık haklarının tanınmasını istemekteydi. Mustafa Kemal, “Barış, bizim ekonomik, malî ve siyasal bağımsızlığımızın sağlanması koşullarıyla kurulabilir. Bu koşulları sağlamayan bir barış antlaşmasını kabul edemeyiz.” diyordu.[10]

Türkiye’nin konferans açılmadan önce ilan ettiği barış koşulları, amaçları Türkiye’ye diz çöktürmek olan müttefik devletleri kaygılandırmıştı. Türkiye’nin ilan ettiği koşulları tartışmak ve ortak hareket etmek, görüş ve eylem birliğine varmak için konferans tarihini erteleyerek toplantılar yaptılar. Konferanstan önce, uygulayacakları yöntemlere son bir biçim vermek üzere 19 ile 20 Kasım’da Müttefik delegeler arasında yapılan toplantıdan İngiliz Baş Delegesi Lord Curzon kaygılı olarak çıkıyor; Fransızların, görüşlerini değiştireceklerini seziyorduama yine de Müttefikler arasındaki ayrılıkları gidermeye, konferansta Türklere karşı tek bir cephe oluşturmaya çalışıyordu.[11]

Curzon ile Mussolini dayanışmayı sürdürürlerse Türklerin koşullara uyacağını düşünüyorlardı. Curzon’a göre, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı askerden arındırılarak denetime tabi tutulmalı; Batı Trakya’da plebisit yapılmasıyla ilgili Türk istekleri reddedilmeli; Trakya’nın sınırları, 1915 yılı Eylül’ünde imzalanmış olan Türk-Bulgar Antlaşması’nda belirlendiği gibi olmalı; kapitülasyonlar bazı değişiklikler uygulanarak yürürlükte kalmalı; Ege Denizi’ndeki adalar Müttefiklere verilmeli ve Müttefikler de bu adaları istedikleri doğrultuda ellerinden çıkartabilmeli; Suriye ve Irak sınırları olduğu gibi kalmalı, ancak mandater devlet istediğinde yerel değişiklikler yapabilmeli; Müttefikler Türk topraklarında kendi askerlerinin gömülü bulunduğu yerlere sahip olmalı; Türkiye’den savaş tazminatı istenmeli; Türklerin Yunanlılardan istedikleri savaş tazminatı reddedilmeli; Mudanya Mütarekesi sert bir biçimde uygulanmalı; Türkler bunu bozarlarsa sert önlemler alınmalı; Türklerle yapılacak olan antlaşma onaylanmazsa müttefik askerleri İstanbul’dan çekilmemeli; Türkiye’deki azınlık hakları güvence altına alınmalı; özellikle Doğu Trakya’daki Türklerin askerî varlığı sınırlandırılmalı; antlaşmanın malî hükümleri müttefikler arasında kararlaştırılmalı; Türkiye, savaştan önce müttefiklere verilmiş olan ayrıcalıkları tanımalı ve Mütarekeden sonra geçersiz ilan etiği sözleşmelerin halen yürürlükte olduğunu kabul etmeliydi. Tüm bunlara ek, İngiliz Kabinesi, Mudanya mütarekesini uygulamak; konferans esnasında Türk baskılarına karşı koymak ve Boğazlar sorununda tatmin edici bir çözüm sağlamak amacıyla Türkiye’deki işgal ordusunu savaşa hazır bulundurmak kararını alıyordu.[12]

Konferans esnasında Türk delegasyonu çeşitli güçlükler ile karşılaşacaktı. Konferans bunalımlara girecek, müttefik devletleri esasını Lord Curzon’un belirlediği maddeleri Türkiye’ye dikte etmek için uğraşacak, Türk delegasyonu bu koşulları kabul etmeyecekti. Konferans bir dönem kesintiye bile uğrayacaktı. Türk devleti ve müttefik devletler savaş hazırlığında bulunacaklardı; Yunan Ordusu bitmiş tükenmiş ve devleti malî açıdan çökmüştü; Fransa ise Kurtuluş savaşı esnasında imzaladığı Ankara Antlaşması ile işgal ettiği bölgelerden geri çekilmişti. Büyük bir savaştan çıkarak ekonomisi alt üst olmuş İngiltere ise yeni bir savaşa kamuoyunu ve meclisini ikna edemezdi. Bu ve çeşitli nedenlerle Konferans’ın ikinci oturumuna başlandı.

Konferans boyunca diplomat olarak tecrübesiz olan genç Türk Generali İsmet İnönü, Türk isteklerinden tavizler vermemiş ve Lozan Barış Antlaşması’nın koşullarını bağımsızlık temelinde kurmuştu.

Lozan, emperyalist güçler üzerinde büyük bir zafer oldu. Türkiye, konferansa tüm diğer devletlerle eşit olarak katıldı. Büyük Güçler, Türk halkının egemenliğini ve haklarını çiğneyecek olan her şeyden el çekmek zorunda kaldılar. Churcill şöyle söylemektedir: “Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın kesinlikle karşıtı oldu. Daha önce Türkiye’ye barışı dikte etmekle kalmayıp, Türk Devleti’ni ölüme mahkûm etmeye de hazır olan büyük devletler, şimdi eşit koşullarda görüşmelerde bulunmak zorunda kaldılar.”[13]

Lozan Barış Antlaşması’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan barış antlaşmalarından temel farklılıkları vardır. Bunlardan birincisi Lozan Barış Antlaşması’nın ilk maddesi Milletler Cemiyeti’nin tüzüğünden oluşmamaktadır. Paris Barış Konferansı’nda Milletler Cemiyeti konusunun asıl üzerinde duran kişi Wilson olmuştur ve hatta Wilson, Milletler Cemiyeti’nin kurulması için anlaşmaya vardıktan sonra konferansı terk etmiştir. Ancak Lozan Konferansı’nda Amerikan delegasyonu alınan kararlarda önemli bir aktör olmaktan ziyade gözlemci konumundadır ve Milletler Cemiyeti tüzüğünün bulunmasına dikkat edilmemiştir. Zaten Milletler Cemiyeti konusu üzerinde pek tutarlı olmayan İngiliz ve Fransız devletleri, Lozan Konferansı’nda bu konuya dikkat etmemişlerdir. Bu konuda asıl değinilmesi gereken nokta şudur: Versay Antlaşması’nın 1919 yılında imzalanmasına ve Milletler Cemiyeti tüzüğünün antlaşma metninde bulunmasına rağmen Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne girmesi 1926 yılını bulmuştur. Yani müttefik devletler, yeni kurulan bu uluslararası kuruluşta yer almayacak bir devletle yapılan antlaşmaya bu maddeleri eklemişlerdir. Almanya’nın antlaşma üzerinde söz hakkı olmamıştır. Ancak yeni kurulan Türk Devleti’ne bunu dikte edememişlerdir. Sevr’de bulunan tüzük maddeleri Lozan’da yoktur.

Diğer bir farkı ise şudur: Lozan Barış Antlaşması Fransa topraklarında imzalanmamıştır. Savaştan mağlup çıkan devletler ile yapılan diğer barış antlaşmaları, Fransa toprakları üzerinde imzalanmıştır. Bu durum Fransa’nın ve Müttefik devletlerin kendi hâkimiyetini dikte etmesi olarak yorumlanabilir. Lozan’ın diğer antlaşmalardan temel farkı, makalede de çokça belirtildiği üzere, bağımsızlık savaşı sonucunda imza edilmesidir.

Lozan Antlaşması, Versailles sisteminin yok olmaya başlaması anlamına geliyordu. Bu antlaşma Doğu’nun tutsak edilmiş halklarını, özgürlükleri ve bağımsızlıkları için emperyalizme karşı kararlı bir mücadeleye sevk etti.

Bağımsızlık savaşımının sonuncu evresi olan Lozan Barış Konferansı, padişahlık monarşisinin yıkıntılarında, emperyalist tutsaklığa karşı devrim savaşının ateşinde doğan Türk Devleti’nin ulusal egemenliğinin tüm dünyaca kabul edilmesiyle sonuçlandı

Lozan ile Sevr’in farkını o yılları yaşamış birisi olan Ali Naci Karacan’ın sözlerinden aktarmak istiyorum:

“Trakya Yunanistan’ın olacaktı; İstanbul beynelmilel olacaktı; Batı Anadolu Yunan sömürgesi olacaktı; Adana Fransız sömürgesi olacaktı; ordumuz olmayacaktı; donanmamız olmayacaktı; saray, büyük küçük bütün devletlerin denetiminde ve Orta Anadolu’da bir iki vilayet bu sarayın çiftliği hükmünde kalacaktı. Maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz, kara sınırlarımız, boğazlarımız doğrudan doğruya, maarifimiz ve bütün diğer müesseselerimiz Saray’ın esir hükûmetleri vasıtasıyla yabancı kontrolü altında bulunacaktı.

“Türk Milleti köle, yabancı ve Hristiyanlar Türk Milletinin efendisi olacaktı. Nüfuz bölgeleri coğrafi birliği, millî eğitimin kontrolü millî birliği imkânsız bırakacak, yabancılara bağışlanan imtiyazlar ekonomi ve ticarette kazanç hakkını kaldırarak büyük şehirlerde ve sahillerde yaşayan Türkler dağıtılacak, öyle istiyorlardı ki ölmez Türk Milleti ölecek, bu milletin ezeli devleti sona erecek, Akdeniz ve Marmara sularında bir daha Türk Bayrağı görünmeyecekti. İstedikleri bu idi. Sevr Antlaşması’nın anlamı budur.

 

“O zaman bir tek erimiz, bir tek silahımız yoktu. Tek ve ümit kuvvetimiz şu idi. Türk Milleti bu talihe layık değildir. Türk Milleti için bu talih imkânsızdır. Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Kutsal ihtilal İzmir dağlarında Yunanlılara; Antep kapılarında Adana istila kuvvetine, doğu sınırında Ermenistan kuvvetlerine karşı koydu. Ermenistan’ı, Adana istilasını, Yunanistan’ı yendik. Antalya istilası çekilip gitti. Gidenlere ne mutlu, çünkü canlarını kurtardılar. Kalanlar ise Anadolu topraklarının altında yatıyorlar. Bugün Batı Anadolu, Doğu Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Hatay, Boğazlar ve İstanbul bizimdir; ordumuz vardır, donanmamız vardır, saray yoktur, maliyemiz, adliyemiz, nafiamız, harbiyemiz, denizciliğimiz serbesttir. Efendiyiz. Coğrafi birlik, millî birlik gerçekleşmiştir. Türkiye’de en imtiyazlı insan yine Türk’tür. Büyük küçük bizimle savaşan bütün devletler Türk Milletinin iradesini onaylamışlardır. İstiklal Savaşının gayesi bu idi, Lozan Antlaşması’nın anlamı budur.”[14]

Lozan Antlaşması ile birlikte Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan barış antlaşmalarının sonuncusu da imzalanmış oldu. Ancak yapılan barışlar başka bir savaşa gebeydi. Bu, emperyalist paylaşım savaşı sonunda imzalanan toprak ve imtiyaz koparma antlaşmaları, milletlerin dağılışına uygun yapılmamış, sadece emperyalist kaygılar güderek imzalanmıştı. Bu savaşa kadar başından onlarca facia geçen dünya hâlâ akıllanmamıştı ve bu savaşın sonunda yaptıkları antlaşmalarla yeni bir savaşa daha dünyayı davet ettiler.

 

[1] Gül Akyılmaz, Siyasi Tarih, Seçkin Yayınları, s. 620.

[2] Gül Akyılmaz, A.g.e., s. 622.

[3] Ahmet Hurşit Tolon, Birinci Dünya Savaşı Sırasında Yapılan Taksim Anlaşmaları ve Sevr’e Giden Yol, Atatürk Araştırma Merkezi, s.117.

[4] Gül Akyılmaz, A.g.e., s. 623.

[5] Gül Akyılmaz, A.g.e., s. 625.

[6] Gül Akyılmaz, A.g.e., s. 398.

[7]Gül Akyılmaz, A.g.e., s. 642.

[8] Hüner Tuncer, Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı Devletinin Sonu, Tarihçi Kitabevi, s. 147-150.

[9] G. V. Çiçerin, Makaleler ve Söylevler, s. 239.

[10] Mustafa Kemal, Yeni Türkiye’nin Yolu, Cilt IV, s. 321.

[11] Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, s. 36.

[12] Salahi R. Sonyel, A.g.e., s. 43.

[13] Winston Churcill, Dünya Bunalımı, s.300-301.

[14] Ali Naci KARACAN, Lozan, s. 643-644.

1. Dünya Savaşı