Liberal-Muhafazakâr sentez olarak Halide Edip Adıvar

Muhafazakarlık üzerine (1)

Sentezin kaynakları

“Taksim ve dağılma korkusu karşısında, kendimizi Amerika'ya müracaata mecbur görüyoruz.”

(Halide Edip Adıvar’ın 10 Ağustos 1919’da Atatürk’e yazdığı mektuptan)

 

Mütareke ile birlikte Türk siyaseti üç cepheye ayrılmıştır.

- İmparatorluğun, Kırım Savaşı dönemi politikalarına dönerek İngiltere himayesinde devam ettirilebileceğini savunan ve İstanbul Hükümeti çevresinde toplanmış olanlar; bu kesim mutlakiyetçi muhafazakâr bir merkez meydana getirdiler. Damat Ferit Paşa 27 Eylül 1918’de Ayan Meclisi kürsüsünden Pax-Americana’nın temelini oluşturan Wilson Prensiplerine itiraz etmiş, devamında “Ezmine-i kadimeden beri milletlerin ahvalini tetkik edenlerce, malûmdur ki, (demokrasi) tabir edilen Hükûmet-i avam, (aristokrasi) denilen Hükûmet-i havastan daha ziyade insanları mesut edemedi”[1] cümlesiyle mutlakiyetçi muhafazakârlık için teorik bir zemin çizmişti. Başkan Wilson’a yönelik eleştirileri, Lozan Konferansındaki İngiliz delegasyon başkanının, “Lord Curzon, M. Wilson’ın ‘self-determination’ sözünü bulup ortaya atmakla, dünya barışına korkunç bir darbe indirip indirmediğini kesin olarak bilememektedir”[2] ifadesiyle uyumludur. Millî Mücadelenin zaferiyle Damat Ferit Paşa’nın siyasetten tasfiyesi, mutlakiyetçi monarşist muhafazakârlığın da sonu oldu.

- İmparatorluğun ancak Amerikan mandası altında sürdürülebileceğini savunanlar; millî mücadele önderliği içinde yer aldılar ve millî mücadele sonrasında liberal muhalefeti oluşturdular. Biraz da Mor Salkımlı Evde kalan hatıraları sayesinde Halide Edip Adıvar onların edebi sözcüsüydü. Yıldız Sarayı’nda görev yapan Halide Edip’in babası Edip Bey, bir yandan saygınlığını yitirmeye başlamış olan çok eşli yaşama devam ediyordu; diğer taraftan “liberal ve ilerici bir kişi” olarak görünüyor. Edip Bey’in liberal karakteri en fazla çocuklarının eğitim hayatında kendini gösterir:

“Kolejdeki (Üsküdar Amerikan Kız Koleji y.n.) değer sistemiyle evdeki değerler arasındaki karşıtlığın son derece hassas, kırılgan bir yapıya sahip genç Edip’in zihninde bir karşıtlık yarattığı kesindir.”[3]

Gelenekselcilik Adıvar’da, en çok Orta Çağ’ı sevdiğini söyleyebileceği bir noktaya kadar gidebiliyor. 1924’teki gezisiyle ilgili notlarında Venedik için şunu yazmış:

“Orta Çağ cephesini muhafaza eden bir şehre girerken artık bir şey düşünmemeye, sırf kendimi en çok sevdiğim bir çağın güzelliğinin uyandıracağı heyecana terk etmeye karar verdim.”[4]

Orta Çağ sadece geçmişte kalan mimarisi güzel bir dönemi değil, içinde dinin de olduğu sürdürülen bir geleneği de ifade edebilir. Adıvar, çocukluk hatıralarını yazarken dini, toplum varlığının algılanmasının başlangıcına yerleştirmiş, kolektifi ilk defa olarak camide hissettiğini anlatmıştır:

“Hafızların bazısı ihtiyar, bazısı genç. Hepsinin yüzü sapsarı, gözleri pırıl pırıl. Biraz sonra ben de o kalabalıkla beraber Kur’an sesine uyarak öne arkaya, sağa sola sallanmaya başladım. Kolektif hissin ve hareketin ne demek olduğunu o zaman sezmiş olsam gerek.”[5]

Kolektifin algısı ile din arasında hatıralar yazılırken kurulan ilişki, yazarın muhafazakâr değer ve ritüelleri kendi bilincinde nereye yerleştirdiğine de işaret ediyor. Adıvar örneği Türk liberallerin “gelenle” kurdukları ilişki açısından tipiktir.

- Millî Devlet sınırları içinde bağımsızlık taraftarları; bu kesim halkçılar olarak adlandırılacaktır.

Millî Mücadelenin, liberaller ile halkçılar koalisyonu tarafından yürütüldüğü söylenebilir ve Parlamentonun Misak-ı Millî kararı, koalisyon içindeki “İmparatorluğa devam mı tamam mı” tartışmasının karara bağlanması olarak da yorumlanabilir.

Koalisyon 1924’de dağıldığında ittifaklar da değişmişti.

Muhalefette kurulan ortaklık

1924 sonrasında muhafazakârlar on yıllarca liberallerin kurduğu partilerde örgütlendiler. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programının 2. maddesinde “Hürriyetperverlik (liberalizm) halkın hâkimiyeti (demokrasi) fırkanın mesleki esasıdır.” deniliyordu. Serbest sözcüğü liberal kavramının Türkçedeki karşılığıdır ve Fethi Okyar partisinin adını Serbest Cumhuriyet Fırkası koymuştu. 9 maddelik kısa programı liberal manifesto niteliğindedir. Her iki partinin de özellikle taşra teşkilatları muhafazakâr bir tabana dayanıyordu.  

Parti adında Cumhuriyet sözcüğünü Türkiye’de ilk kullanan Millî Mücadelenin liberal kanadıdır; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adının Halide Edip Hanım tarafından önerildiği söylenir. En azından 1920’lerde Adıvar cumhuriyet sözcüğüne uzak değildir. Millî Mücadele günlerinde yazılan ve 1922’de yayınlanan Ateşten Gömlek’te kahramanlardan Cemil’i şöyle anlatıyor:

“Başımıza gelen felâketi yükletecek yer arıyordu. Nihayet kendi kendine ‘Cumhuriyet olsak başımıza bu felaket gelmezdi’ diyordu. Onun cumhuriyetçiliği biraz damdan düşer gibiydi. Fakat o kadar hoş bir tarafıydı ki…”

Muhafazakârlar açısından ortaklığın bedeli monarşiden ve şerri hukuka geri dönülmesini talep etmekten vazgeçmekti. Adıvar’da vazgeçmenin neden gerektiğinin teorisini bulabiliyoruz:

“Ahlak bakımından terbiyeyi dine isnat ettirenler doğru yoldadırlar. Fakat maddi hakikatlere hâkim kanunları da İncil’den, Kuran’dan çıkarmaya uğraşarak, bulamadıkları zaman mantık oyunlarıyla maksatlarını ispata çalışmak, yavaş yavaş muhafazakâr din dünyasının fikrini altüst etmiştir.”[6]

Sinekli Bakkal’da da Rabia’ya, “Ama ben sarayları hiç sevmem. Adından bile ürkerim” dedirtiyor.

1924 sonrasında, bazı marjinal grupları saymazsak, monarşi geçmişten güzel bir hatıra olarak anılsa bile, muhafazakâr siyasetin hedefleri arasında yer almadı. Adıvar’ın o hatıralarla ilişkisi çelişkisiz değildir; özellikle de II. Abdülhamid söz konusu olduğunda.

Sinekli Bakkal romanında muhafazakâr politikacıyı, “Bizi köpek gibi dairesinden atan o yüreksiz, zalim Zaptiye Nazırı” Selim Paşa temsil eder. Yazar, paşayı sonunda Abdülhamid’den kopartarak muhafazakâr politikacıların Abdülhamid mirasından ayrılmaları için duyduğu arzuyu dışa vurur gibidir. Paşa nazırlıktan istifa edip rejimden koptuğunda şunları söyler:

“Vaktiyle dünyada bir şeye inanırdım: Kuvvet ve kuvveti temsil eden devlet nizamı. Hâlbuki şimdi bana geliyor ki, insanların talihine, binbir tane başka kuvvetlerde hâkim. Hükümdarın, hükümetlerin elinde bir karıncadan aciz görünen en zavallı bir insanda bile her zaman ezilmeyen, öldürülemeyen gizli kuvvetler var… Kendi muhakememin salabetine artık pek emin değilim. Bunca yıldır inandığım şeyler, hizmet ettiğim şeyler, doğru mu değil mi?”

Romanın Selim Paşa ile ilgili bölümleri, muhafazakârlara liberalleşme çağrısı havasındadır.  

Adıvar şu görüştedir: “Demokrasi İslam’ın egemen öğesidir.”[7] ve “hiç kuşkusuz İslami yasalar Türkler için liberal ve hümanist bir eğitimdi.”[8] Adıvar’a göre “Üst düzey din adamlarının hakkını teslim etmek ve Türkiye’de, kelimenin tam anlamıyla hem liberal hem de insalcıl olduklarını söylemek gerekir.”[9] Yazar, liberal sözcüğünü çoğu zaman ilerici anlamında kullanıyor. Yine de tespitlerin, liberallerin muhafazakârlarla ortaklık kurmasını kolaylaştırdığı açıktır.

Halide Edip Adıvar’a göre ilerlemeyi engelleyen skolastik düşünceydi. Fakat skolastik düşüncenin kaynağını İslam olarak görmez; suçlu Aristo’nun deduction metodudur:

“Skolastik zihniyeti ve asırlarca ilimde hâkim olan ve müspet ilimlerin inkişafına mâni olan deduction metodunu Şark’ta da Garp’ta da müessir kılan Aristo’dur. Aristo’nun ise ne Hıristiyanlık ne de Müslümanlıkla münasebeti vardır.”[10]

Bir başka yerde de aslında Türk aklının medrese tarafından engellendiğini söylüyor: “Medrese eğitimi tarafından engellenmese, Batılı felsefe akımlarının deneysel ve tümevarımcı yöntemi çok uygun olurdu.”[11]

Millî Mücadeledeki koalisyon dağılsa bile, liberal teorisyenler onun mirasından vazgeçemezlerdi. Halde Edip Hanım, Atatürk’e 1918’deki meşhur mektubunda, “Macera ve mücadele devri artık geçmiştir.” demişti. Yazar, İstiklal Savaşı Hatıralarını ise, cesaret gerektiren maceraları göze alarak büyük bir mücadeleye girdiğini göstermek için kaleme almıştı. O miras İstanbul Hükümetine ve irticai iç isyanlara karşı mücadeleleri de içeriyordu. Cumhuriyete karşı Kürt bölgelerinde örgütlenen isyana karşı mücadele, Zeyno’nun Oğlu’nun esas konusudur.

Gericiler, muhafazakârlar, sınıflar

Adıvar’ın, teorideki çözümü, gericilerle muhafazakârları birbirinden ayırmakta bulduğu anlaşılıyor. Adıvar’a göre Türk siyasetinde üç merkez vardır: gericiler, muhafazakârlar ve ilericiler.

Millî Mücadele dönemini anlatan Vurun Kahpeye romanının kurgusunda gericilik, Hacı Fettah Efendi[12] türü din adamı, eşraf ve İstanbul Hükümetine bağlı idareci memur ittifakına dayanır. Karşısına esnaf- küçük memur ittifakı yerleştirilmiştir. Yazar, 1950’lerde Türkiye’de şark, garp ve Amerika tesirlerini incelerken ise gericiliğin taşıyıcısı olarak da alt sınıftan din adamlarını işaret ediyor ve Enver Paşa’nın medrese öğrencilerine askerlik zorunluluğu getirerek gericilerin gücünü büyük ölçüde kırdığını, liderlerinin 150’likler listesiyle ülke dışına çıkartıldığını belirtiyor; “birçok bakımdan İngiliz muhafazakârlarına benziyorlar” dediği muhafazakârı ise liberalleştiriyor:

“İttihatçılar içinde hatırı sayılır bir dereceye kadar sözü geçen bir gruptu. Reformlara hepten muhalif değildiler. Ancak eski monarşiye ve hilafete sadıktılar ve eski sosyal düzeni değiştirmeye yönelik her türlü önleme, özellikle aile ve kadın konusunda şiddetle karşı çıktılar… Bu gruba destek (…) üst düzey din adamlarından (ulema) geldi. Üst düzey din adamlarının hakkını teslim etmek gerek ve Türkiye’de, kelimenin tam anlamıyla hem liberal hem de insancıl olduklarını söylemek gerekir.”[13]

Böylece muhafazakârla ittifakın kökenleri Meşrutiyete kadar uzatılmış oluyor. 1919’da İmparatorluğun sürdürülmesinde birleşen liberal ve muhafazakâr siyasetçilerin Millî Mücadeledeki konumları, liberallerin muhafazakârlarla ittifaka uygun düşünce dünyasına sahip olmadıkları anlamına gelmez. Halide Edip Hanım, daha 1910’da yayınladığı Seviye Talip romanında, II. Meşrutiyetin başarısızlıklarının, liberal liderlerinin Batılının cazibesine fazla kapılıp muhafazakârlarla hayatlarını ortaklaştıramamasından kaynaklandığını ileri süren bir tezi savunmuştu. Kendisini, liberal bir aydın olan Fahir’in ağzından başarısızlığı, “Zannediyorum ki memleketin ruhunu, sıhhat-i maneviyesini tanzim edecek olan bizler, pek fena, pek elim bir muvaffakiyetsizliğe uğradık” cümlesiyle dile getirir; çöküntüye sürüklenen kahraman, aşkını halkın genel arzularına, Macide’nin temsil ettiği geleneğe yönlendirmeyi başaramamıştır.

Halide Edip Hanımın cumhuriyet öncesi dönemde muhafazakârlık algılarını anlayabilmek için, Macide ile ilgili tasvirleri dikkatli okunmalıdır:

“Macide’ye karşı noktainazarım, hislerim değişiyor; onun ciddiyetine, vakarına, aynı zamanda güzelliğine merbudiyetim artıyor. Yalnız ufak bir endişem var; zannediyorum ki onun epeyce anut bir muhafazakâr hilkati var. Buna razı olacağım ama bu muhafazakârlık köhnemiş bir taassup eseri olmasın diye korkuyorum. Bu kadar tahavvül geçiren vatanımın benden beklediği hizmet Macide’nin Hikmet’in cehresiyle karşıma çıkıyor.”

“Macide’de bir şeye dikkat ediyorum; bu bulunduğu sınıf içinde ekseriyeti teşkil eden kadınların sıfat-ı kâşifesini iyi ifade eder sanırım. Vatan fikri onda pek sarih değil, daha ziyade Müslümanlık Hıristiyanlık namıyla dünyayı ikiye ayırıyor.”

Yazara göre muhafazakâr sadece evde kapalı kalan kadın veya din adamı değildir. 1950’lere gelindiğinde Cumhuriyet yönetiminin muhafazakârlarla olan mücadelesinin, burjuvazinin bastırılmasıyla bağlantılı olduğunu düşünüyordu. Şu tespiti önemlidir:

“Muhafazakârların ikinci desteği kolayca sarsılmaz burjuvaziydi veya Türkiye’deki ikinci sınıftı.”[14]

Birkaç paragraf aşağıda şöyle devam etmiş:

“Son yirmi yılın ardı arkası kesilmeyen mücadeleleri ve ayaklanmaları arasında eski tanımıyla burjuvazi ortadan kayboldu. Mülk sahipleri fakirleşti… Parti üyesi olmayan itibarlı muhafazakâr tüccarın yerini iktidar partisinin taraftarları aldı… Böylece şehirlerde muhafazakârlığın destekçileri kayboldu, mülk sahipleri ve memurlar üçüncü sınıfa düştü ve tüccar da ya yerini iktidar destekçilerine bıraktı ya da iktidarı desteklemeye zorlandı.”

Adıvar, Kemalist Devrimi burjuvaziyi tasfiye ettiği, yerine kendisine bağımlı, kendi için sınıf olamayan yeni bir zümre yarattığı için eleştirir. Sonsuz Panayır, o sınıfı karşı kaleme alınmıştır. Şu cümleler burjuva olamama halini tasvir ediyor:

“Bu sövüşme ve bağırışma, Cerrahpaşanın arka sokaklarında, küçük aileler arasında bile belki daha alçak perdeden işitilirdi… Demek, danslar, balolar, kokteyl-partileri, daha bilmem ne gibi modern şeyler yapılan bu muhteşem apartmanda Cerrahpaşanın arka sokaklarında, izbelerde oturanlara rahmet okutacak adî sahneler olabiliyordu? Demek, hergün sıcak banyosunu yapanlar, ellerini soğuk sudan sıcak suya sokmayanlar, belki çoraplarını bile hizmetçiye giydirten bir yerim meskûnları bu kadar çatkın, bu kadar huzursuz, bu kadar aşağılık bir pazar yeri panayırındaymış gibi yaşayabiliyorlardı?” 

Adıvar’ın, burjuvaziyi topluma önderlik etmesi gereken sınıf olarak gördüğü açıktır. Onun yokluğunun toplumun tepesini “aşağılık bir pazar yeri panayırına” çevirdiğini anlatmak istiyor. 1939’da yayınlanan Tatarcık’ta şu cümlelerin Sungur Balta’nın ağzından dökülmesi, muhtemelen cumhuriyetin geliştirdiği sınıfın o role ne kadar yakışmadığını göstermek içindir:

“Bizler zenginin millet ve devlete temin ettiği faydayı idrak etmişlerdeniz. Bire cemaatin hakiki âmiri, hakiki medeni âmiri zenginlerdir.”   

Geleni ek yaparak sürdürmek

Adıvar’ın, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri adlı kitabının girişinde, muhafazakâr düşüncenin kurucu teorisyeni sayılan Edmund Burke’den bir alıntı vardır ve kitap şu cümleyle başlar:

“Eserin fikri amilleri arasında, Edmund Burke’ün cemiyet, millet, devlet hakkındaki bütün zaman için cari olacak kanaatine inancım başta gelir.”[15]

Çocukluğunda masal niyetine dinlediği “acem basması” kahramanlık ve aşk hikâyeleri üzerinden yaptığı karşılaştırma dikkat çekicidir. “Eğer yanımızca bir Wagner veya Tenyson olsaydı, bunları Şark edebiyatının ortaçağ devirlerinden alır, musiki ve şiirde yarattığı şaheserler derecesinde bütün zaman için dünyada ön sırada yer tutan dram, facia ve operalar yaratabilirlerdi.”[16] Oysa övgü ve eğlenceye sıkıştırılan divan edebiyatı ile siyasal mevzulara sıkışan Tanzimat kalemi bu hikayeleri günümüze taşımayarak zengin ve orijinal olma imkânını da kaybetmişti.

Türkiye’de 19 ve 20. yüzyıl modern Türk sanatının gelenekle kurduğu ilişki eleştiriye açıktır. Fakat Adıvar’ın eleştirisinin, kopuşlara gerek olmadığını savunan bir içerik taşıdığını düşünüyorum. Burke’e gönderme yapması bundandır. Burke fikirler tarihindeki yerini, büyük ölçüde Fransız Devrimi eleştirilerine borçlu.

Sinekli Bakkal’dan Rabia “Mevlit için yeni bir makam düşünürken hep Peregrini’nin vaktiyle çaldığı şeyleri de hatırlamaya çalışıyordu.” Doğu’yu temsil eden Vehbi Dede’yle Batı’yı temsil eden Peregrini’yi karşılaştırırken, “Herkes bir tek nağme, bir tek hava çalar. Hatta Vehbi Dede bile. Fakat o eller kaç ayrı havayı çalıyor, nasıl adamı şaşırtan bir ahenkle hepsini birbirine meçzediyor.” diye düşünür.

Rabia esas farklılığını mevlidi farklı bir tonla okuyarak yaratır; ama okunan metin yine geleneksel mevlittir. Gelenek devam ettirilmiştir.

Sinekli Bakkal’da mevlidi Batı tarzında okuyarak yaptığı şeyin, İbrahim Kalın’ın muhafazakâr paradigmayı tanımlarken kullandığı ifadesiyle, kopuş yerine “geleni ek yaparak sürdürmek” olduğu söylenebilir. Adıvar’a göre mevlit, “Türk dilindeki en büyü eser”dir.[17]

Romanda Doğu’yu temsil eden Vehbi Efendi’nin, terkipçi Hindu liderlerden Bhagwan Das’a “çok benzediğini” söylemiştir. Adıvar, Das’ın iki özelliğini vurguluyor: Hindistan’ın vahdeti için dinlerin birliği ve Hindistan’a özgü çözümler: “Bhagwan Das sosyalisttir. Fakat nevi kendine ve temsil ettiği Hintlilere münhasırdır.”[18] Adıvar’ın kurgusunda Hindistan’a özgülük, bilimsel düşüncenin ülke özgünlüğüyle birleştirilmesi olarak değil, gelenekle ilişkili olarak algılanmalı.      

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İmparatorluğun tasfiyesine kadar Batıcılaşmacılığın merkezi Hariciye Nezaretiydi. Adıvar romanlarının en kötü karakterlerinden biri olan Handan romanından Hüsnü Paşa’nın hariciyeci olması, Batılılaşmacılığa bir eleştiri kabul edilebilir mi? Roman Avrupa’da geçer ve Handan’ın hayatına giren üç erkekten Nazım, “ben bir sosyalist, bir ihtilalci, ben hayatı muayyen olmayan bir şeyim. Yarın bir bomba atmam, öbür gün tevkif edilmem ihtimal dâhilinde mevcut” demişti.

Avrupalı metresleriyle aşklar yaşayan hariciyeci Hüsnü Paşa, eşi Handan’a kendisiyle ilgili şunu söyler:

“İzdivaçları, aşkları, rabıtaları edebî zannediyorsun. İndimde izdivaçtan daha manasız bir kelime, bir bağ yoktur. Seni temin ederim ki senin bu kadar şiddetle hissettiğin sıkı ve mukaddes rabıta-i izdivacın kudsiyetini, bağını ben hiç hissetmedim.”

Refik Cemal ise “ben hâlâ biraz muhafazakârım” diyor.  

Başlangıçta Handan’ın en büyük emeli “bütün Anadolu’da dolaşarak halkın ruhunu, dimağını uyandırmak için vaaz etmek” idi. (Roman 1912’de, yani Halka Doğru dergisinin yayınından bir yıl önce yayınlanmıştı.) Handan’ın Hüsnü Paşa’nın peşinden Avrupa’ya sürüklenmesinin nedeni ise, “bir aslan kafesine girer girmez aslanı kediye döndüren kızların hissi” ve “senelerce Avrupa’da dolaşmış, bütün familyasının ve dünyanın gözünü korkutmuş bir adama hâkim olabilmek hissi”dir. Yazar toplumu felakete sürükleyebilecek iki duydu hakkında uyarıyor; gerçekte sahip olmadığın gücün peşinden koşmak, Avrupa’da gelen kültüre hâkim olmaya çalışmak; bir başka şekilde söylersek, “geleni ek yaparak sürdürmekten” vazgeçmek.

Erkeklerden gelenekten kopan ilk ikisi, Handan’ın II. Meşrutiyetin ilanından iki yıl önce ruh sağlığını kaybederek ölümüne neden oluyorlar; “son günlerinde onun yanında olan, bakımını üstlenen ise “biraz muhafazakâr” Refik Cemal’dir. Refik Cemal gerici değil ama geleni ek yaparak sürdürecek kadar muhafazakârdır.

Adem-i merkeziyetçi liberalizm ve Amerika

Halide Edip Adıvar’ın adı Amerika taraftarlığıyla o kadar özdeşleşmiştir ki, Müfide Ferit Tek’in Amerikancılığı eleştiren Türk romanlarının öncülerinden Pervaneler’i okurken herkesin aklına onun adı gelir. 1924’te yayınlanan, yer yer ırkçı tezlerin de dillendirildiği romanda, Amerikan kolejindeki kız öğrencilerin millî benliklerinden nasıl kopartıldıkları anlatılıyor. Eğer Halide Edip Hanım bu kadar popüler bir kişilik olmasaydı, acaba böyle bir roman yazılır mıydı diye düşünmemek mümkün değil. Adıvar’ın popülerliği, tam da Millî Mücadele önderliğinin halkçı ve liberal kanatları arasındaki mücadele en sert biçimi alırken,  Amerikancılığın eleştirisini de teşvik etmiş olabilir.

Adıvar’ın Millî Mücadele döneminde Anadolu’daki Amerikalılar üzerinden Mustafa Kemal ile Amiral Briston arasındaki mesaj trafiğinde roller aldığı, bu rolün diplomatik kariyere dönüşeceğine inandığı anlaşılıyor. Anadolu’daki Amerikalılardan biri olan Annie Allen’e mektubunda, “eğer bir ara barış olur ve Amerika ile Türkiye arasında diplomatik ilişkiler kurulursa, Amerika’ya ilk kadın büyükelçi olarak geleceğimi umuyorum.” yazmıştı.[19] Diğer taraftan Adıvar’ın Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında kurduğu kurgusal bağ, kariyer hesaplarından daha derinlikli teorik temele sahip. Ütopya olarak nitelendirdiği Yeni Turan’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Türklerin devlet kurma yetenekleri ile Amerika Birleşik Devletleri arasında paralellik kurmuştur:

“İlk defa teşkilat yapmakta bu kadar kavi ve yüksek bir kabiliyet gösteren Türkler etrafında Rumlar ve daha başka kavimler de toplanıyor. Bu adeta yeni Amerika binası gibi bir şey.”

1912’de yayınlanan Yeni Turan -onun muhalifi muhafazakâr bir partidir- adem-i merkeziyetçi bir ütopyaydı. Oysa liberalizm başlangıçta merkeziyetçidir. Avrupa’da merkeziyetçi millî devletler liberallerin önderlik ettiği devrimci dönüşümlerin ürünüydü. Bizde liberalizm Tanzimat ile başlar ve merkeziyetçilik Tanzimat paradigmasının temelinde yer alır. Halide Edip Adıvar adem-i merkeziyetçi liberalizmde ilk ve tek örnek değildir ve onda liberalizmin merkeziyetçi karakterini kaybetmesinin nedenleri, biraz da milliyetçiliği imparatorluğu bir arada tutma arzusuyla birleştirmekte aranmalı. Bu birleşim, nasıl 1919’da Amerikan mandacılığına yönlendirmişse, 1910’larda da Amerika’yı model olarak görebilmesini kolaylaştırmış olmalı. 1924 sonrasında “geleni ek yaparak sürdürme” amacının bu zemin üzerine daha da sağlam yerleşmesi hiç de zor olmayacaktır.

 

[1] Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi, Devre:3, Cilt: 1, İçtima senesi: 5. (19 Teşrinievvel 1334)

[2] Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, Çev.: Seha L. Meray, Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, Ankara Üniversitesi Siyasal ilgiler Fakültesi Yayınları, 1969, s. 90.

[3] Frances Kazan, Halide Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları, Çeviren: Bernar Kutluğ, İstanbul, 1995, s. 28.

[4] Halide Edip Adıvar, Dağa Çıkan Kurt, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1970, s. 174.

[5] Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s. 72.

[6] Halide Edip Adıvar, Hindistan’a Dair, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s. , s: 94.

[7] Halde Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II,  Çeviri: Can Ömer Kalaycı, Can Yayınları, İstanbul, 2015, s. 68.

[8] A.g.e., s. 37.

[9] A.g.e., s. 155.

[10] Halide Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri, Can Yayınları, İstanbul, 2014 (e-kitap).

[11] Halde Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II,  Çeviri: Can Ömer Kalaycı, Can Yayınları, İstanbul, 2015, s. 43.

[12] “Hacı Fettah Efendi; bazı araştırmacı ve eleştirmenler tarafından, sonraki yıllarda yazılan romanlarda rastladığımız ve özellikle köy romanlarında sıkça karşımıza çıkan olumsuz din adamı figürü ile birlikte ‘aydın-din adamı/ öğretmen-imam’ karşıtlığını başlatan tipleme olarak kabul edilir.” Erdoğan Kul, Halide Edip’in Vurun Kahpeye Romanında Milli Mücadeleye Yaklaşım, Halide Edip Adıvar İncelemeleri, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Nurullah Çetin, Atlas Yayınları, Ankara, 2017, s. 108.

[13] Halde Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II,  Çeviri: Can Ömer Kalaycı, Can Yayınları, İstanbul, 2015, s. 155.

[14] A.g.e., s. 155.

[15] Halide Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri, Can Yayınları, İstanbul, 2014 (e-kitap).

[16] Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s. 114.

[17]Halde Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II, Çeviri: Can Ömer Kalaycı, Can Yayınları, İstanbul, 2015, s. 211.

[18] Halide Edip Adıvar, Hindistan’a Dair, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s. 78.

[19] Orijinali Sophia Smith araştırma Kütüphanesindeki mektuptan aktaran Frances Kazan, Halide Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları, Çeviren: Bernar Kutluğ, İstanbul, 1995, s. 42.