Platon Atina’daki Akademeia adlı zeytinlikte derslere başladığında en evrensel kurumlardan birinin temellerini attığının muhtemelen farkında değildi. Belki de amacı sadece Atina’da bir şeyler yapabilmekti. Akademeia’daki okul Atina’ya o kadar çok şey kattı ki, Atina ve Yunan sözcükleriyle çok az kurum bu kadar özdeşleşebilmiştir.
Akademi aynı zamanda en fazla lisanda ortak kullanılan kavramlardandır. Nereye giderseniz gidin kapısında Akademi yazan birkaç kurumla karşılaşabilirsiniz. Hiç şüphesiz bu prestijli sözcüğü dünyanın tüm köşelerine taşıyan Atina’daki başarısı, Atina’ya kattıklarıydı. Modernleşmeyle Atinalı Akademeia Yunanlı oldu.
Modern çağlarda değerler, millî oldukları ölçüde insanlığın ortak değerine dönüşebiliyor. Her değer ancak millî olduğu kadar evrensel olabiliyor. İngilizlerin ulusal şairi Shakespeare veya en büyük Alman edebiyatçı kabul edilen Goethe’yi evrenselleştiren, İngiliz ve Alman kültürlerine yaptıkları katkı, dillerinin dolayısıyla milletlerinin inşasında oynadıkları roldü. Dante modern İtalyancanın temelini atan kişi olarak hatırlandığı için Avrupa parasının üstünde resmini görüyoruz.
Robespierre, Fransız Devrimi, Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi, Garibaldi, Cromwell, Bolivar, Gandi, Stalin, Mao, Nehru, De Gaulle, Kim İl Sung, Ho Şi Ming, Tito, Castro, Chavez… Hepsi bir vatana ait ve millî, ne kadar millî ise kadar evrensel. Mao’nun Çin’e özgü sosyalizm” sloganıyla aslında millî olmak ile evrensel olmak arasındaki ilişkiyi de vurguladığını söyleyebiliriz ve haklı çıkmıştır. En evrensel kavram özgün/milli bir biçim aldığında mucizeler yaratabiliyor.
Üst paragraftaki listeyi istediğimiz kadar uzatalım, Türk Devrimi ve Atatürk en tepelerde yer alacaktır. Vatan Savaşına ve Millî Devrime önderlik eden Atatürk ve Atatürkçülüğün Mazlumlar Dünyasındaki etkisi üzerinden, millî karakterin evrensel niteliğini inceleyebiliyoruz.
Andrew Mango’nun ifadesiyle Atatürk “çağımızın en büyük ulus-yaratıcısıydı.”[1] Bu, O’nun en medeni, aynı zamanda en evrensel yönüdür. Çünkü nasyonal olunmadan, enternasyonal olunamıyor. Supranasyonalizm (ulusüstücülük) karşı-devrimciliğin günümüzdeki en köktenci biçimidir.
Karşıdevrimci köktenciliğin kozmopolit kültürü basit bir yozlaşma vakası değildir; gerçekte sermayenin finansallaşması, emperyalist karakter kazanmasıyla ilgili. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletleri, özellikle de İngiltere ve Fransa adım adım finans devletlerine dönüşmüşler, bu süreç yüzyılın son çeyreğinde mali sermayenin iktidarı gasp etmesiyle sonuçlanmıştı. Belle-époque mali spekülasyonlar ekonomisinden türeyen kozmopolit kültürün evrensel değerler üretemeyeceğini gösterdi. Hem Paris’teki Marcel Proust hem de Ankara’daki Yakup Kadri Karaosmanoğlu o kültüre baktıklarında Sodom ve Gomorra’yı gördüler. E. M. Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı meşhur romanındaki şu cümleler, aslında I. Dünya Savaşı’ndaki kozmopolit Avrupa’nın tasviri olarak okunabilir: “Burada vatanseverlik demek, insanın en değersiz bir uşaktan bile isteyemeyeceği, sorgusuz-sualsiz bir biçimde, kişiliğini yitirmesi demektir.”
Atatürkçü Devrim kozmopolit hastalığın, vatanseverliği, milliciliği yaşatabilen karşı tezidir. Aynı zamanda insanlığın ortak kültür hazinesine dahil olmanın yolu, o zenginliğe ulaşma ihtiyacının da kaynağı. Bu yüzden Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in, İş Bankası Kültür Yayınları kitaplarının girişinde okuduğumuz ve dünya edebiyatının başyapıtlarını Türkçeye kazandırabilmek için neden aydın seferberliği ilan edildiğini açıklayan kısa yazısında en çok kullandığı sözcük Türk’tür; Türk milleti, Türk dili, Türk münevveri, Türk irfanı…
Batı’nın sömürgecilerine karşı Asya’daki ilk kesin zafer
Sömürge dönemleri Asya halklarının tarihinde her zaman en acı dönemler arasında hatırlanacaktır. En başından itibaren sömürgeleştirme süreci aynı zamanda Doğu’nun acılarının Batılı yüksek sınıfların gelir ve sefasına dönüşme süreciydi. Fransız donanması 1830’da işgal etmek üzere olduğu Cezayir kentini bombalarken “Marsilyalı müteşebbisler buharlı bir gemiyi yüzen bir otele çevirip turistleri şehrin Fransızlar tarafından bombalanmasını ve işgalini seyretmeye götürmüşlerdi.”[2]
XIX ve XX yüzyıllar o müteşebbis ile Doğu halkları arasındaki mücadelelerle geçti. Belle-époque günlerinde (1878’de başlar) Avrupa toplumu ise finansallaşmış sermayeye karşı ciddi bir mücadele vermedi. Oysaki Thomas Mann Büyülü Dağ’da Avrupalıların hisse senedi karları için nasıl hastalıklı bir topluma dönüştürüldüğünü anlatmıştı.[3]
Doğu Hindistan Şirketi’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesi, şirketin Çin’de örgütlediği ve Afyon Savaşlarına yol açan uyuşturucu ticareti, bir finansal anonim ortaklığı olan Süveyş Kanalı Denizcilik Şirketinin Mısır tarihinde oynadığı ve Albay Urabi’nin engelleyebilmek için savaştığı talihsiz rol, Batılı demiryolu şirketlerinin Boksör Ayaklanmasına da sebep olan Çin’i paylaşma anlaşmaları, İngiliz petrol şirketinin İran’daki faaliyetleri vb. mazlumlar için büyük yıkımları ifade ediyor. Bu koşullarda Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresindeki konuşmasına da yansıyan pozisyonunun ve buradaki başarılarının Mazlum Milletlerde yankı bulmaması mümkün değildi: “Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebî müstesnâ bir mevkie mâlikti, devlet ve hükûmet ecnebî sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız. (Alkışlar)”[4]
Türkiye’deki İngiliz Levanten sermayenin en güçlüsü ve sözcüsü olan Whıttall 16 Ekim 1923’de İngiliz Hazine Mali Sekreterine, Mustafa Kemal’in önderlik ettiği devrimin İngiliz sermayesi cephesinden bakınca neyi ifade ettiğini gösteren bir dilekçe gönderdi: Türkiye’de yerleşik İngiliz sermayesi barış anlaşması tarafından, haklarını Türkiye’den geri almaktan insafsızca mahrum edilmişti. Kapitülasyonların korumasından mahrum kalmış, hasmane Türk’ün insafına bırakılmıştı. Yabancı ve Hıristiyan karşıtı bir politika izleyen Türk Milli Hükümetinin haraç ve engellemelerine maruz kalıyorlardı. Hükümet hem ithalat hem de ihracatın kendi dindaşlarının elinde toplanmasını amaçlıyordu.[5] Whıttall bu sefer 26 Aralık 1923’de Neville Chamberlain’e gönderdiği yazısında[6] bu sonuca “etkin şekilde organize olan Türkleri” engelleyemeyen İngiliz politikalarının sebep olduğunu yazdı.
Whıttall Ailesinin başına gelenler, kuruluşundan 1914’de kadar Fransız mali sermayesinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çıkarlarını temsil eden Osmanlı Bankası için de geçerlidir. Bankanın 1924-1933 dönemini “Bir Rüyanın Sonu” başlığı altında anlatan Ethem Eldem şu değerlendirmeyi yapıyor: “Banka için Aşil’in topuğu yurtseverlik-özellikle de buna atfedilen milliyetçilik boyutuyla birliktemeselesiydi... Bir yanda ‘ulus üstü’ nitelikli ve özerklik peşindeki Osmanlı Bankası, diğer yanda da milliyetçi ve otoriter Cumhuriyet rejimi tarafından temsil edilen iki aşırı ucun birbirine aykırı görünen hedefleri arasında bir uzlaşma bulunmasını beklemek gerçekçi olamazdı.”[7]
Bu gelişmelerin sömürge ve yarı-sömürge Asya halkları açısından bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. O tarihe kadar Mısır’da Albay Urabi, Çin’de Boksör ayaklanması veya Doğu Hindistan Şirketi ordusundaki Hintli subayların isyanları amaçlarını tamamlayamamış, hatta kurulan cumhuriyetler bile yabancı işgalleri sonlandıramamıştı. Türkiye’nin 1920’lerde verdiği Vatan Savaşı, öncüllerinden zaferiyle ayrılıyor.
Pergamon (Bergama) Kralı I. Attalos, Zeus Sunağını, Batıdan gelen barbar yağmacı Galatlara karşı kazanılan ilk zafer ve istilacılara karşı Pergamon’un başarılı müdafaası her zaman hatırlansın diye inşa etmeye başlamıştı. MÖ II. yüzyılda Pergamon’un zaferi, evrensel bir şaheser üretti. Galatlara karşı kazandığı zaferle I. Attalos “kurtarıcı” olarak selamlanmış, kendisini bağımsız bir egemen olarak ilan edebilmişti.[8] Galatlar aynı emperyalist ordular gibi “geçtikleri her yeri bir çekirge sürüsü gibi kurutan, para ve yağma düşkünü”[9] karaktere sahipti. Attalos da, 22 asır sonrasında düşmanı Pergamon kıyılarından denize döken Atatürk de yağmacı barbara karşı vatanı ve medeniyeti savundular. Türkiye’nin İstiklal Savaşı mazlumlar dünyasında şaheser muamelesi görmüştür.
XXI. yüzyılda Atatürkçü model
Atatürkçü Devrim hala bu coğrafyada medeniyetin ulaştığı en ileri noktayı temsil ediyor. Günümüz akademik çevrelerinde model tartışmaları Washington Mutabakatı (Washington Consensus), Pekin Mutabakatı (Beijing Consensus) kavramları üzerinden yürütülüyor. XX. yüzyılın ilk yarısına baktığımızda pekâlâ Ankara Mutabakatından söz edebiliriz. Milli Cumhuriyet projesinin başarıları ve Atatürk’ün mazlum milletler üzerinde yarattığı etki bize bu imkânı veriyor.
XXI. yüzyılda Gelişen Dünya yeni bir medeniyet kuruyor. Türk Devriminin cumhuriyeti inşa sürecindeki başarıları, Asya merkezli yeni medeniyet için geride bıraktığımız yüzyıldan kalan en öğretici modeller arasındadır.
Atatürk’ün gelişen ülkelerde bugün de güncelliğini koruyan etkisi tam olarak ancak o kamucu-halkçı modelle açıklanabilir.
Yüzyılın başında bize özgü Millî Devrim evrensel sonuç ve etkiler doğurdu. Elinizdeki sayıda okuyacağınız sadece Atatürk hakkında tarihi bir hatırlatma değildir. Nasıl dünya lideri olunabileceğini de gösteriyoruz.
Bilâl Şimşir 1976’da VII. Türk Tarih Kongresi’ne sunduğu Atatürk ve Üçüncü Dünya Ülkeleri başlıklı tebliğinin ilk paragrafında “dünün ‘mazlum milletleri’, bugünün ‘Üçüncü Dünyası’dır” demişti.[10] Mazlumlar Dünyası Üçüncü Dünya’ya dönüşürken Türkiye, Atlantik yörüngesinde kalarak insanlığın ortak hazinesine değer katma imkânını da ortadan kaldırdı.
Dünya durmaksızın dönmeye devam ediyor ve günümüzde bu milletler artık Üçüncü Dünya olarak değil, Gelişen Dünya olarak sınıflandırılıyorlar. Vatan Savaşı’nda Millî Hükümet rotasına giren ve kendi devrim tarihinden güç alan Türkiye, Gelişen Dünyanın öncü mutabakat, model ve değerlerini yaratabilir.
- Teori dergisinin Temmuz 2016 tarihli 318. sayısında yayımlanmıştır. -
[1] Andrew Mango, Atatürk Modern Türkiye’nin Kurucusu, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1999.
[2] Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 114.
[3] Thomas Mann I. Dünya Savaşına Büyülü Dağ’daki sanatoryumla aslında I. Dünya Savaşına hazırlanan Avrupa’yı anlatır: “Başhekim Behrens, Berghof’un ne sahibi ne de başıydı. Üstünde ve arkasında görünmez güçler vardı ve idare heyeti ve anonim şirket bir dereceye kadar idarede görünüyorlardı. Hisse sahibi olmak hiç de fena olmayabilirdi çünkü Joachim’in güvenilir değerlendirmesine göre, doktorlara ödenen yüksek maaşlara ve masraftan kaçınılmamasına rağmen hissedarlara yüksek karlar dağıtılıyordu.” O karlar için Avrupa insanı, aynı romanın baş kahramanı Hans Castrop gibi, zorla hasta edilmişti.
[4] A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989, s. 65.
[5] 16 Ekim 1923, Whıttall’den William Joynson Hick’e, The National Archieves (UK) T 162/20/2 içinde.
[6] 26 Aralık 1923, Whıttall’den Neville Chamberlain’e, NAT 162/20/2 içinde.
[7] Edhem Eldem, Osmanlı Bankası Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s. 400.
[8] David Magie, Anadolu’da Romalılar Attalos’un Vasiyeti, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2001, s. 13.
[9] Murat Arslan, Antikçağ Anadolusu’nun Savaşçı Kavmi Galatlar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2000, s. 67.
[10] Bilâl Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Bilgi Yayınevi, II. Baskı, Ankara, 2015, s. 197.