Kadınların vatanı vardır

Öniz Özsoy

Orkid, dünyanın pek çok ülkesinde varlığını sürdüren P&G adlı Amerikan şirketinin hijyenik ped markasıdır. Markanın, Türkiye açısından ayırt edici bir özelliği de var. Ülkemizde, tüketiciye sunulan ilk hijyenik ped markası olduğundan, markanın adı ürünün kendisi ile neredeyse özdeş kullanılagelmekte. Çatırdayan Atlantik çağını sırtımızdan silkelerken, Mehmetçik sınır ötesi operasyonla vatan savaşı verirken, marka, yeni ürün tasarımını tanıttığı reklamında, ülkemize yönelik öyle bir kara propagandaya soyundu ki son günlerin en çok konuşulan konusu oldu.

Bir Amerikan şirketi, Türkiye’deki kadın hakları konusu ile neden bu kadar ilgilenmektedir? Zira kadına yönelik şiddet ve utanç sözcükleri yan yana, tekrarla dizilecekse eğer, her cümleye Amerika Birleşik Devletleri ile başlamamız lazım gelir. Amerika Birleşik Devletleri, sağlık hizmeti, ekonomik kaynaklar, kültürel ve geleneksel uygulamalar, cinsel şiddet ve taciz, cinsel olmayan şiddet ve insan kaçakçılığı parametreleri ile yapılan araştırma sonucunda, kadınlar için dünyanın en tehlikeli ilk 10 ülkesi arasında yer almıştır.[1] Bununla birlikte, insan eti yiyerek beslenen bu ülke, 21. asırda Libya’da köle pazarlarında satılan genç kızların, sokaklarımızda bebeleriyle yatan Suriyeli kadınların, Diyarbakır’da HDP binası önünde “Başlarım sizin Kürdistan davanıza!” diye hesap soran, çocukları PKK terör örgütü tarafından kaçırılan anaların ve onlarla can cana, yan yana haykıran şehit kızlarının, eşlerinin, annelerinin yüreklerindeki yangının asıl failidir.

Peki, nasıl oluyor da karşısında fiilen vatan savaşı verdiğimiz, içinde bulunduğumuz coğrafyayı kan gölüne çevirmiş bu zorba ülkenin şirketi, tüm bu gerçeklere karşın ülkemize yönelik kara propagandasına içimizden yandaş devşirebilmektedir? Somutlaştıralım.

Amerikan emperyalizminin uşağı, eli kanlı terör örgütü PKK’ya, kendi özgür iradesi ile katılmış yetişkin bir kadın kurgulasak. Yani, vatanının çocuklarına eğitim vermek arzusuyla tutuşan, 22 yaşındaki gencecik öğretmenimiz Neşe Alten’in kapısına dayanıp “Baskıcı T.C’nin hiçbir öğretmenini, önderliğin emriyle Kürdistan’a sokmayacağız!” diyerek, onu ve babasını katledebilecek bir kadın… Asker eşini ziyaretten dönen 22 yaşındaki Nurcan Karakaya’yı, kucağındaki 11 aylık bebesiyle katledebilecek bir kadın… Maçka’da 16 yaşındaki Eren Bülbül’ü gözünü kırpmadan vurabilecek, İzmir Adliyesi’ni bombalı araçla, roketatarla, el bombaları ile basabilecek, polis memuru Fethi Sekin’in canını hiç tereddüt etmeden alabilecek bir kadın… Güvenpark’ta vücuduna bağladığı bombayı patlatarak 37 cana kıyabilecek, bir ormanı içindeki tüm canlılarla cayır cayır yakabilecek bir kadın…  Peki, nasıl oluyor da böyle bir kadın profilinin, pembe çiçekli bir yazmanın, pembe çiçekleri kadar nahif kurgulandığı Rauf filmi, 2016 İstanbul Film Festivali’nde, üstelik alay eder gibi PKK terör örgütü tarafından katledilen Onat Kutlar’ın adına verilen jüri özel ödülüne layık görülebilmektedir?

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Topal Osman olayı sırasında, köşkten çarşaf giyerek kaçtığı gibi kepaze masallar anlatan, özel hayatı üzerinden, Mustafa Kemal Atatürk’e, Cumhuriyet Devrimine saldırmak için sinekten yağ çıkaran İpek Çalışlar’ın Latife adlı kitabı örneğin, nasıl oluyor da Duygu Asena adına verilen ilk ödüle layık görülebilmektedir?

Aybüke Öğretmenin, Necmettin Öğretmenin, Ayaz’ın ve Nupelda’nın, Berkay’ın ve Destanı’nın, Tanışık ’ta 15 ton patlayıcıyla bedenlerinden iz bile kalmayacak biçimde katledilen köylümüzün ve daha nicelerinin acısını, millet olarak tüm varlığımızla hissediyoruz. Yürüdüğümüz neredeyse her sokak, her gün içinden geçtiğimiz neredeyse her park, çocuklarımızın kapısından girdiği neredeyse her okul, vatan uğruna can vermiş şehitlerimizin adını taşırken, nasıl oluyor da 2014 yılında Hürriyet Daily News’te yayımlanan röportajında, PKK terör örgütünü, kadını özgürleştiren bir yapı olarak tanımlayan Prof. Dr. Nükhet Sirman, Duygu Asena adına verilen ödülün seçici kurulunda yer alabilmektedir? 

Hollywood’da, ünlü bir yapımcı tarafından taciz edilen kadınları, okyanuslar aşarak kucaklayan kadın hakları duyarlılığı, nasıl oluyor da çocukları PKK terör örgütü tarafından kaçırılan Diyarbakır Annelerine, yanı başında duran kendi milletinin kadınlarının acılarına körleşebilmektedir?

Nasıl oluyor da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yapılan yürüyüşlerde, meme uçlarına dahi özgürlük istenirken, vatanın tam bağımsızlığı konusu kadın hakları gündemine bile girmemektedir?

1925 yılında, başkent Ankara’da yalnızca SSCB ve Afganistan’ın büyükelçilikleri bulunuyordu. Neden mi? Çünkü örneğin İngiltere, Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdüremez umudu ile büyükelçiliğini 1930’a kadar Ankara’ya taşımamıştı. Emperyalistlerin bu umudu bugün de 1925’teki kadar tazedir. Sonuca ulaşmak için kullandıkları en etkili silah ise içimizden insan devşirmek olmuştur. Bu tehlikeyi en başından bilen Mustafa Kemal Atatürk şunları söylüyordu:

“Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenim sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce, Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmenin gereği öğretilmelidir.”[2]

Ve ne yazık ki 1975 yılında, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki çalışmalarının verimini saptamak için yolladığı uzman, Washington’a gönderdiği raporda şunları yazacaktır:

“Türkiye’de, önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmemiş bir Türkün bulunduğu bakanlık ya da iktisadi devlet kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinden de daha yüksek görevlere, kısa zamanda geçmeleri beklenmektedir. AID bütün çabalarını bu gruba yöneltmelidir.”[3]

Ülkemizin içinden geçtiği süreçte, “Nasıl olur da?” kalıbı ile başlayan tüm sorularımız, sadece kadın mücadelesinin değil milletçe emperyalizm ve uzantılarına karşı verdiğimiz tüm mücadelelerin doğru bir şekilde kavranması için hayati öneme sahiptirler. Önce, zihinlerimizin yapı taşlarının hangi unsurlarla şekillendirilmiş olduğunu kavramalıyız. Yoksa bizler de kendini özgür zanneden kölelere dönüşürüz. Bağımsızlığımıza, kendi benliğimize, ulusal geleneklerimize düşman unsurlarla şekillendirilmiş bir zihinde, hür fikrin, hür vicdanın, hür irfanın yeşermesine imkân yoktur. Bu halde, barış, demokrasi, özgürlük, hak gibi temel kavramlar ve sözüm ona bu kavramlar için sürdürülen mücadeleler, kendi mezarımızı bizlere kazdırmak için elimize tutuşturulmuş küreklere dönüşmektedirler ve ne yazık ki ülkemizdeki kadın hakları mücadelesinin ana ekseni de o küreklerden birine dönüşmüştür. Türk milletinin kadınlarının, kendilerine özgü gerçekleri vardır.  Kadın hareketinin birincil sorumluluğu, kadını önce bu Türkiyeli(!) kadın hareketinin elinden kurtarmak ve onu vatanı ile birlikte özgürleştirmektir.

 

[1] Thomson Reuters Vakfı, 2018

[2] Bitmeyen Oyun ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler, Metin Aydoğan, sf. 70. (‘Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’, 3. Cilt, Sf. 230, ak. Hüseyin Cevizoğlu, ‘Atatürkçülük’, Ufuk Ajansı Yayınları sf. 69)

[3] Bitmeyen Oyun ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler, Metin Aydoğan, sf. 63 (Yalçın Doğan Cumhuriyet 17-19 Ağustos 1975 ak. Emin Değer ‘Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı’ Tekin Yay. 1995, sf. 175)

 

Güncel