Eylül’deki gerçek trajedi: değiştirme arzusunu yasak aşka saklamak

“Evet, değişmek lazım değil mi idi? … Bundan sonra korktuğu atiye (geleceğe) tahakküm edebilmek için onun (eşinin) hayatını değiştirmeli değil miydi?”  

Yukarıdaki iddialı cümleler Servet-i Fünun döneminin önemli isimlerinden Mehmet Rauf’un Eylül romanından. Roman, Suat Hanım ile Necip Bey’in yasak aşklarını anlatıyor.

Değişmek ve başkasının hayatını değiştirmek, geleceğe tahakküm etmek. 19. yüzyılın sonunda İstanbul kadınının bu kararını eyleme geçirebilmesi, ancak köklü dönüşümün habercisi olabilirdi.

Suat Hanım bir yasak aşkın kadın kahramanıdır. Fakat ne Aşk-ı Memnu’daki Bihter’e ne Madame Bovary’ye ne de Anna Karanina’ya benziyor. Birçok özelliği Cumhuriyetin arzuladığı kadını hatırlatıyor.

Mehmet Rauf aşkını ihanet boyutuna taşımasına izin vermeyerek, o aşkı bile Suat Hanım’ın erdemini gösteren araca dönüştürüyor. Oysa Anna Karanina “artık tanıdık bir şey halini almış olan yalan ve aldatma ruhunun varlığını içinde hissederek bu ruha kendini hemen teslim” etmişti. Hatta “yapısına yabancı olan yalan, sadece toplum içinde söylenebilecek basit ve doğal bir şey olmaktan öte zevk aldığı bir şey haline gelmişti.” Madame Bovary’nin “yaşamı bir yalanlar yığını oldu, yığının içine aşkını sarıyordu.” Aşk-ı Memnu’daki Bihter’e aşk, günahı temizleyebilmek için lazımdı; çünkü “(günahı) yalnız aşk temizleyebilirdi.” Suat Hanım ise suçun değil bir özlemin temsilcisi gibidir. “Ahlakça, mekânetçe (ağırbaşlılıkça) hilm (yumuşaklık) ve nezaketçe” halleri güzelliğini zenginleştirir, “zevcine olan bağlılığı, daima mütebessim (gülümser) daima mütevazi halleri” onu yükseltir. Evin içine kapatılan değil, erkekle birlikte yan yana olandır. “(Eşini) hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez, fakat hep eğlencelerine iştirak etmekten de arzusunu men edemez.”

Mehmet Rauf, yasak aşkın suçunu, özünde saf ve iyi kalpli fakat gözleri önünde yaşananları göremeyecek kadar kör ve bencil olduğu için kocası Süreyya Bey’in hanesine yazıyor.

Köhne bağ evinden Boğaziçi’ne

Romanda geleceğe hükmedebilmek için gereken değişim Suat Hanım’ın irade göstermesi, Boğaziçi’ne taşınabilmek için gerekli imkânı yaratmasıyla başlıyor.

Emile Zola, Rougon’ların Yükselişi için kaleme aldığı önsözde şunu yazar: “İrsiyetin kendi kanunları vardır, aynı yerçekimi gibi.” Yakın tarihimizden bazı örnekler hayatı irsiyet kanunları üzerinden açıklamanın, gerici ve şoven tezlere temel olabileceğini gösterdi. Fakat edebiyatta özellikle süreklilik ve kopuşları anlatmak için oldukça kullanışlı bir yöntem. Örneğin Aşkı Memnu’da Fidevs Hanım bu sürekliliği gösterebilmek için merkezdeki karakterlerdendir. Bihter ihanetiyle annesine benzemiş, “Firdevs Hanım’ın kızı olmuş idi.”

Eylül’de ise hikâyeyi var eden adım, irsiyetten kaçmak amacıyla atılıyor. Taşınma kararı geleneksel yapıyı sürdüren bağ evinden uzaklaşmak için alınıyor. Kopuş romanın içeriğini belirliyor. Süreyya Bey’e göre bağ evi büyükbabaların cehennem köşelerine yaptıkları, bütün aileye maraz eseri olan budalalıktır. Süreyya Bey o ataların mirasından o kadar nefret etmektedir ki, kız kardeşinden bahsederken “bizim terbiye ettiğimiz kızlardan ne olacak” diyebilir.

Suat Hanım kocasını çiftlikten Boğaziçi’ne götürürken aslında modern yaşamın yolunu açıyor. O adım Suat Hanım’ı da özgürleştirecektir. Cinsel tatmin peşinde koşan Bihter’in ise çevresi üzerinde bambaşka bir etkisi var. Üvey kızı üzerine yarattığı ilk değişim, onu çarşafa sokmaktı. Boğaziçi’nde Suat Hanım artık farklı düşünebilen bir kadındır: “Yavaş yavaş ben de onlar gibi bir oyuncak, bir hizmetçi, sade bir hırs ve zevke alet olacağım, hiç istediğim bir şey olmayacak, hep istenen şeylere alet olacağım diyordu. Ve buna tahammül edemeyip, hayır, hayır, buna çare bulmalı… bu mümkün değil demek istiyordu… ‘Ah aldanabilsem, hiç olmazsa yine aldansam!’ temennisiyle yanıyordu; fakat artık kabil değildi, gözleri o kadar açılmıştı ki artık hep görüyordu… İçinde buna şimdiden isyan eden bir infial vardı: Hayır, hayır artık bitti! Demek istiyordu.” Yasak aşk kahramanı Suat Hanım, adeta dönemin istibdat altında ezilen Türk aydını gibidir: “Ah nasıl onların hepsini birden şaşırtacak, hayretten öldürecek bir çılgınlık yapmak, nasıl kendinin öyle kolayca ezilecek adi bir kadın olmadığını anlatmak istiyordu; o zaman biraz rahat ederek çareler düşünmeye, tertipler yapmaya koyuluyordu.”

Suat Hanım’ın kocasını, tabii yanında Necip’i de, alıp götürdüğü Boğaziçi bir çok yasak aşk romanına mekân oldu. Halide Edip Adıvar da yasak aşk romanı olan Kalp Ağrısı’nda “Kürt olan bir Türk genci” Zeyno ile Anadolu’dan gelen zabit Binbaşı Hasan’ı ilk defa Boğaziçi’ndeki yalıda karşılaştırır. Mudanya Konferansı devam etmektedir ve yalıda İzmir’in kurtuluşunu kutlamak için davet verilmişti. Adıvar neden Boğaziçi’ni tercih ettiğini, Zeyno’nun ağzında şöyle açıklıyor: “Boğaziçi’nin mavi suları, rüyalı dağları, altın mehtabı, hulâsa böyle bir hikâyeye lâzım olan bütün dekoru vardı.”

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Boğaziçi, İstanbul yüksek sosyetesinin yazlık mekânı olmuştu. Boğaziçi’ne bu rolü veren İngiltere ve Fransa’nın Tarabya’daki yazlık sefarethanelerinin öncülüğü ile Tanzimat’ın parlak projelerinden Şirket-i Hayriye vapurlarının seferleriydi. XIX. yüzyılda aydın çevreler için Boğaziçi, Pera ve Adalar ile birlikte medeni yaşamı temsil eder. Suat Hanım ve eşi Süreyya Bey Boğaziçi’ne taşınarak köhne bağ evinden ve evle birlikte içindekilerden de kurtuldular. O evin içinde zorbalık timsali “bir zevcden (eşten) ziyade bir efendi olan” baba, romanın kötü karakteri iki lokma arasında “Zevce (kadın) zevcine (kocasına) itaate daima mecburdur düsturunu” okuyan Fatin vardır. Bir de dünyaya cumbadan bakan, iftirayı meslek edinmiş ve Suat Hanım’ın iğrendiği hapis kadın tipine örnek Hacer.

Suat-Necip aşkı ile Genç Werther’in acısı arasında umutsuz aşk izleği yönünden paralellik kurulmuştur.[1] Mehmet Rauf’un iyi bir Goethe okuru olduğunu biliyoruz. Fakat Suat Hanım sadece umutsuz aşkın içine hapsedilemeyecek bir karakter. Aşkın altında ezilen değil, hayatla mücadele eden kadın: “Evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz diye düşündü… Halbuki onda yaşamak için daha şedit (şiddetli) bir arzu, saadetten mahrum olmamak, hayatını kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, icap ederse mücadele kabiliyeti vardı…” Âdeta, Mehmet Rauf’un olmak istediği insandır.

Suat ile Necip’in aşkı aslında müzik sevgisinin eseri. Bihter ise ihanete giden yola girdiğini ilk defa çırılçıplak aynanın karşısında kendisini izlerken fark etmişti. Bihter ile Behlül’ün aşk mekânı Behlül’ün karanlık odası, Suat ile Necip’inki ise piyanonun başıdır.

Suat ile Necip’in ilişkisi, piyano başında geçen uzun saatlerle dostluğa, oradan da aşka dönüşüyor. Boğaziçi’ndeki müzikli ortaklık “il Trovatora’dan bir parça” ile başlıyor. Sonrasında yalıya ziyarete gelen Necip yanında hediye olarak Latraviata, Aida, Faust, Manon Lescaut’dan arya notaları getiriyor. Özellikle de Verdi. “Verdi ikisinin de en çok tercih ettikleri yegâne bestekardı.” Sadece onların mı? Verdi XIX yüzyıl Osmanlı aydınının, hatta II. Abdülhamid’in bile en beğendiği bestecidir. Romanın final sahnesine acaba yurtseverlik destanları besteleyen Verdi mi ilham verdi diye düşünmemek mümkün değil.

İçine yurtseverlik gizlenmiş son sahne

Yasak aşkların kahramanları genelde intiharla cezalandırılır. Anna Karanina, Madame Bovary, Bihter, hatta Genç Wether hep intiharı seçmiştir.

Mehmet Rauf da Eylül’ün birçok satırında sevda ile ölümün ilişkisini tartışıyor. En sonunda Suat Hanım’ı öldürecektir. Fakat diğer ölümlerden oldukça farklı bir sahnede; o sahne âdeta dışardan gelip oraya yerleşmiş gibidir. Sahnedeki kaçan sevgililer ve intihar değil, ölümü göze alan fedakârlıktır.

Vronskiy’in sevgilisi Anna Karanina, yeniliğin ve XIX. yüzyıl boyunca Doğu’daki emperyalizmin simgesi demiryolunda intihar etmişti. Rus toprak sahibi soylu sınıfın yenilikçi kanadına mensup Voronskiy de son defa trende görünür. İntihar sonrası ruh sağlığını yitirmiş, Türklere karşı Slav savaşına gönüllü yazılmıştır. Yol arkadaşları “kimsenin işçi olarak yanına almadığı sarhoş ve hırsızlar”, iflas etmiş eski zenginler, bütün parasını kumarda kaybeden dostu Yaşvin’dir. Yani vatanında yapacak bir şeyi kalmamış olanlar.

Mehmet Rauf ise, Suat ile Necip için Verdi’nin Aida’sını hatırlatan bir son yazmış. O yurtseverlik destanında nasıl ki Aida sevgilisinin yanına, mezarın içine girmeyi göz aldıysa, Necip de alevler içindeki odaya, Suat’ın yanına koşarak gider.

Fakat Aida’nın aksine Necip’in kahramanlığında söylenemeyen bir sevda vardır. Neyin söylenemediğini yazarın şu cümlesinde buluyoruz: “Vakıa nazar-ı teftişini üstümüzden ayırmayan hükümetin şüphelerini izale ve def için, biz fırsat düştükçe edebiyatın edebiyattan ibaret olup, edebiyat-ı cedidenin (sanat sanat içindir) düsturuna salik olduklarını ilan eder ve sansürün tazyiki altında fiilen belki buna tebeiyyet etmekte bulunur isek de, hepimiz ayrı ayrı adetâ kızıl bir ihtilalci olmaktan hiç de uzak değildik.”[2] Mehmet Rauf üzerindeki hükümet nazır-ı teftişine karşı zamanla biriken duygularını romanın içine saklamış: “O hayatını geldiği gibi yaşamıştı… Şimdi, şimdi artık bu hayata karşı bir kin ve gazap hissediyor, bir şey yapamamak imkânıyla büyüyen bu kin onu acı, zalim yapıyordu.”

Mehmet Rauf yukarıdaki cümlelerle “sanat sanat içindir” akımının altındaki gerçeği itiraf ettiğinde, artık Türkiye’de 1922’nin özgürlük günleriydi. Eğer Mehmet Rauf Eylül’ü, yukarıdaki paragrafı kaleme aldığı günlerde yazsaydı, belki de Suat ile Necip’in ölmesine gerek kalmayacaktı. Nitekim Halide Edip Adıvar, Kalp Ağrısı’nda yeni kadınının “en şıkı, en güzeli” Zeyno’yu öldürmez. Romanda o kadını, Avusturyalı sosyalist hemcinsi Dora şöyle tarif ediyor: “Ben Türk kadınlarını ihtilale karışmış, halka karışmış, bizden çok demokrat olmuş zannederdim.” Alafranga yalı yaşamından gelen arkadaşı Azize çocuğunu doğurduktan sonra Avrupa’da dünyayı terk ederken, Zeyno hâlâ ayaktadır. Çünkü sığınabileceği bir Anadolu ve devam romanına konu olacak önemli işleri vardı. Devam romanı Cumhuriyeti kuran kuşağın Kürt isyanlarına bakışının en edebi anlatımlarından olacaktır.

Eylül ise 1900 yılında kaleme alındı. Romanda yanarak çöken tavan, evin değil aslında bir ülkenin çöken tavanıdır.

O günlerde değişmek, değiştirmek ve “atiye tahakküm etmek” (geleceğe egemen olmak) isteyen kadın, ev alev alev yanarken “haykırarak içeri atıldığını” göreceğimiz insanları beklemektedir.

 

[1] Arzu Özyön, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları ve Mehmet Rauf’un Eylül Romanlarında Umutsuz Aşk İzleği, İnternational Journal of Language Academi, Volume 1/1, Kış 2013, s. 23-38.

[2] Mehmet Rauf, Edebi Hatıralar, Kitabevi Yayınları, 2008, s. 43.

Not: Teori dergisinin Kasım 2015 tarihli sayısında yayımlanmıştır.