HDP ve İmkânsız Bilim

Alp Altınörs’ün İmkânsız Sermaye kitabı üzerine (1)

Berber: “Ben asıl şövalyenin deliliğine değil, silahtarın saflığına şaşıyorum; o cezire meselesine öyle inanmış ki, yanılgıdan kurtarmak için ne yapılsa, kafasından söküp atmak mümkün değil.”

Rahip: “Hizmetkârın sersemliği olmasa, efendisinin deliliği metelik etmezdi.”

(Cervantes, Don Quijote)

Unutulmuş Şövalyelik Tarikatını canlandırmak için yollara düşen Don Quijote’un silahtarı Sancho Panza, efendisinin devlerle değil çuvallar ve değirmenlerle dövüştüğünün farkındadır; fakat vadedilen cezirenin cazibesine kapılarak efendisinin Mahzun Yüzlü Şövalye, yapılan işin ise gezgin şövalyelik olduğunu kendisine inandırır. Romanın adı Don Quijote yerine Sancho Panza olsaydı, aynı ilgiyle okunurdu.

HDP çevresinde kalem oynatanların bir bölümü, gerçekle kurdukları ilişki açısından Sancho Panza’ya benziyorlar; HDP’ye bağımlılık, gözle gördükleri gerçeklerin üzerini örtebiliyor. Sancho Panza’nın vaat nedeniyle değirmenleri dev olarak görmediği halde Don Quijote’un eylemini devlerle savaşan şövalyelik olarak algılaması gibi, HDP bağımlılığı olmadan da gerçekle karşıtı kurgunun sanki birbirlerini teyit ediyormuşçasına peş peşe sıralanması mümkün olamazdı.    

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs’ün İmkânsız Sermaye, 21. Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum[1] adıyla yayımlanan kitabının 119. sayfasında şunu okuyoruz:

“Kimi yazarlar, SSCB’nin yenilgisini ‘tek ülkede sosyalizme’ bağlasa da yıkılmaya götüren sorunlar, esasen ‘çok ülkede sosyalizm’ dönemine aittir. Sosyalist ya da o yönde ilerleyen ülkelerin güçlü bir ekonomik federasyonunun, hasım blokun uluslararası kapitalist kaynaşmasını aşacak bir sosyalist üretim birliğinin, Amerikan emperyalist hegemonyasını kıracak bir siyasal bütünleşmenin sağlanamamış oluşu üzerine bu kadar az tartışılması tuhaf değil mi?”

“Ekonominin ölçeğini küçülterek daha ileri bir üretim tarzı yaratılamayacağı gerçeğini” tespit eden yazar (s.151), SSCB deneyimine baktığında siyasal bütünleşmelerdeki zayıflığın sosyalizmin inşasına engel oluşturacağını, sosyalizmin çöküş nedenleri arasında incelenmesi gerektiğini tespit ediyor. Zaten ölçeği küçültmenin karşı-devrimci bir yöntem olmadığını söylemek için, yazarın işe Marx ve Engels eleştirisiyle başlaması gerekirdi. Engels, 29 Haziran 1891’de Kautsky’ye gönderdiği Erfurt Programının Eleştirisinde, “benim görüşüme göre proletarya bölünmez tek bir cumhuriyetten yararlanabilir” diye yazmıştı. Eleştiride Prusya tüm Almanya üzerindeki baskılarına son verecek önerilerin yanında küçük cumhuriyetlerin ortadan kaldırılması savunuluyor: “Bir yandan küçük devletlere bölünmeye son vermek gerekir. Bavyera’nın ve Württemberg’in özel haklara (Engels’in bu ifadesini ‘özerkliğe’ olarak okuyabilirsiniz) devam ettiği sürece, örneğin Thüringen’in haritası bugünkü yürekler acısı durumunu koruduğu sürece, varın Alman toplumunu devrim yoluyla değiştirin.”[2]   

Altınörs bölgemiz için önerisini federasyon kavramı üzerine kurmuştur (s. 360); bu, yazara hem federasyon kavramı üzerinden tezlerini HDP programındaki kavramlarla buluşturma hem de daha ileri üretim tarzlarının ihtiyaç duyacağı ölçekleri Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı gibi PKK eyleminin içine yerleştirilebileceğine inanılan ilkelerle uzlaştırmayı deneme şansı da veriyor. Aynı yerde daha ilginç bir tanım var: “Ulus-devletler tarihin kapitalist aşamasına özgüdür, ama ulusların kaynaşmasının yegâne yolu, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ellerinde tuttukları bir evreden geçilmesidir.”

Cümle ulus-devletin kapitalizm aşamasıyla sınırlı olduğunu ileri sürerek başlıyor, fakat ulusallığın aşılması kapitalizmden farklı bir koşula bağlanarak bitiyor. Takip eden cümleden, Altınörs’ün öngördüğü sosyalist aşamada devrim yapmış ulusların federatif bir çatı altında da olsa “kendi özgün ulusal cumhuriyetleri” ile yer alacağını öğreniyoruz. Yazar, ulus-devletin sosyalizm aşamasında da varlığını devam ettireceğini, ulus-devlet düşmanlığının Don Quijote gibi koyun sürülerini düşman askeri sanmaktan farksız olduğunu aslında kabul ediyor.   

Yukarıda 119. sayfadan yaptığım alıntının içinde yer aldığı ara başlık şu cümle ile tamamlanır:

Ulusların kaderlerini tayin hakkının (ayrılma, ayrı devlet kurma hakkının) korunduğu sosyalist federasyonlar temelinde sosyalist ekonominin bütünleşik örgütlenmesi, robotlu geniş ölçekli üretim yönünde geliştirildikçe, toplumsal robotlar, sosyalist toplumların ihtiyaçlarını en ileri düzeyde karşılamakla kalmayacak, kapitalist pazarları da ucuz ve kaliteli ürünlerle ‘bombalayacak’lardır.”

Sosyalizmin inşası için büyük ölçekli siyasal bütünleşme ihtiyacını tespit edip, o tespiti ayrılıkçılıkla kaynaştırmak, yukarıdaki cümlenin italikle vurguladığım bölümünden daha göz alıcı bir ifadeyle yapılamazdı! Kitap boyunca bölüm ve cümlelerin kendi içindeki çelişkiler, HDP programındaki ayrılıkçı ilkeleri dünya tahlilinin içerisine sokuşturmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.  

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı 20. yüzyılın başlangıcındaki dünyada üretilmişti ve hem devrimci hem de Wilsonian yorumu var.

19. yüzyılın özellikle son çeyreğinde dünya, emperyalist devletler arasında milletlere kaderleri hakkında söz söyleme hakkı tanınmadan bölüşülmüştür. Örneğin Afrika’nın paylaşılmasına ilişkin hukuk ABD ile Avrupalı devletlerin katıldığı 1884-1885 Berlin Konferansında belirlendi ve bu hukuka dayanan ikili anlaşmalarla uygulandı; emperyalist hukuka göre Afrikalıların kaderi Afrikalı temsilcinin bulunmadığı masalarda tayin edilmişti. İngiliz Mark Sykes ile Fransız François Georges-Picot masaya oturduklarında da yanlarında hiçbir Orta Doğulu yoktu. I. Dünya Savaşı devam ederken imzalanan, bölge halklarının kaderini tayin eden ve bölgenin sınırlarını çizen tüm anlaşmalar Avrupalı müttefikler arasında gizli olarak imzalanmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında müttefikler Paris’te tarihin en büyük uluslararası konferansını toplarlar; beş galibin hükümet başkanları ve dışişleri bakanlarından oluşan Onlar Konseyi tek tek milletlerin kaderlerini tayin edecek yetkiler kullanır.   

Devrimci yorumuyla Miletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı, özünde dünyayı paylaştıran konferanslar sistemine itirazı, Wilsonian yorumuyla ise sınırların meşruiyetinin etnik istatistiklere dayandırılmasını ifade ediyordu. (Diğer taraftan Onlar Konseyi’nin de üyesi olan Başkan Wilson, Paris Barış Konferansının yetkilendirmesiyle Doğu’ya haritalar çizerken emperyalist çıkarları ve Gladstone’dan devralınan kinleri her türlü istatistiğin önünde tutmuştur.)

Başkan Wilson ilkeyi Pax-Americana’ya uyarlamış, 1919 Paris Barış Konferansı 14 Wilson Prensibini çalışmalarının temeli kabul edebilmiştir. Yine Wilson’un paradigması sayesinde, Sevres Anlaşmasını teslim almaya giden İstanbul Hükümeti, anlaşma taslağına verdiği yazılı cevaba, Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkını kabul ettiğini ilan ederek, hatta bu hakkın gücünü İnsan Haklarından aldığını söyleyerek başlayabildi.[3] 

Günümüzde Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı Wilsonianizmin kalıntılarında varlığını sürdürüyor ve Altınörs’ün çalışmasında bilim, bu kalıntıların içinde boğulmuş.

Feodal Sosyalizmin büyük buluşu: Ezilenler

“Bunlar devrimci değil, tutucudurlar. Dahası, gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmeye çalışırlar.”

(Komünist Manifesto, Gerici Sosyalizm ara başlığı altında)

Feodal Sosyalizm, Manifesto’nun Gerici Sosyalizm ara başlığı altında tanımlanmış bir kavram:

“Kendisine sempati yaratabilmek için aristokrasinin, öz çıkarlarını bir yana bırakmış görünmesi ve burjuvaziye yönelttiği suçlamayı da yalnızca sömürülen işçi sınıfının çıkarını düşünüyormuş gibi dile getirmesi gerekiyordu. Böylece intikamını yeni efendisine yergiler düzerek ve kulağına yaklaşan yıkımla ilgili uğursuz kehanetler fısıldayarak aldı.”

Teoriyi HDP ile buluşturmak bilimsel sosyalizmin kurucu metinleriyle mümkün olmadığı için, içinden Seyit Rızaların fısıldayabileceği bir tünel kazma ihtiyacı ortaya çıkıyor; dâhiyane buluş önüne hiçbir sıfat eklenmemiş “ezilenler” sözcüğüdür. Altınörs de “ezilenlerin sosyalist önderi olarak işçi sınıf” ara başlığı ile çağımızın bu keşfine başvurmuş. Önerisi, tarihin tekerleğini geriye mi ileriye mi çevirmeye çalıştığına bakmadan “düzenle sorunu olan bütün güçleri etrafında seferber etmek.” Böylece, Unutulmuş Şövalyelik Tarikatına bile kapıları açmanın önünde engel kalmaz ve Şeyh Said ile Seyit Rıza da “uğursuz kehanetlerini” “ezilenler” şemsiyesi altından fısıldayabilir.

Altınörs 230. sayfada şunu yazıyor: “Proletarya bencil bir sınıf değildir. Ezilen cinsin, ulusun, ırkın, inançların kurtuluşu uğruna savaşım, proletaryanın politikasında merkezî, temel bir yer işgal eder.”

Bu iddia hiçbir veriye dayanmıyor; bu güne kadar işçi sınıfı eyleminin, “ezilen” hangi ırk ve inancın kurtuluşunu, nerede ve nasıl politikasının merkezine oturttuğuna ilişkin elimizdeki kitapta hiçbir bilgi yok. İşçi sınıfının ırk ve inançlar üzerinden nasıl bir hukuk kurabileceği de açıklanmamış.

Feodal dönemde hukuk ve tabiiyetler ırk ve inançlar üzerinden kuruluyor, haklar ve görevler bu kavramlar üzerinden tanımlanıyordu. Örneğin Osmanlı Milletler Sistemi içinde kişilerin ödeyeceği vergiler, bağlı olunan inanç grubuna göre değişiyordu; cizye sadece gayrimüslimler tarafından ödenen bir vergiydi. İmtiyazlar (yani inancın kurtuluş beratları) topluluklara değil bağlı bulundukları kiliselere veriliyordu. Yukarıdaki alıntının savunulabilmesi için, işçi sınıfı eyleminin demokratik devrim öncesi bu hukuk ve aidiyetlerle nasıl ilişki kurabileceğinin, toplumun tekrar kompartımanlara bölünmesinde işçi sınıfının ne çıkarı olduğunun açıklanması gerekirdi! Oysa ırk ve inanç temelli hukuk, en fazla işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişir.  

Diğer taraftan yazarın Sancho Panza tavrı, ezilenler başlığında da geçerli; kitapta yer değirmenlerinin dev olmadığı da not edilmiş: “Sosyalist mücadeleyi (teoride ve pratikte) kimlikler mücadelesine indirgemek, toplumsal kurtuluş fikri ve pratiğinden vazgeçmekle eşanlamlıdır ve bu duruşun pratik politikadaki karşılığı liberallerin yanı olmaktadır.” (s. 235) “Post-Marksist külliyatın proletarya dışındaki özne arayışı, esasta sosyalizm perspektifinin yitirilişinin sonucudur. Sosyalizmin 20. yüzyıldaki deneyimlerinin başarısızlığına yenilen solcular ve zaten hiçbir zaman devrimci olmamış eskinin sosyal demokratlarının toplamıdır bunlar.” (s. 244)

Bu tespitin bir adım ötesi, HDP’nin sınırları dışına düşüyor ve bu sınırlar HDP’nin emperyalizm ve devrim karşısındaki durumuyla ilgili.

Devrim, devrilenler için bir trajedidir. Bir trajedi konusu olarak da özellikle sanatta çok kullanılır. Nellie’nin Osmanlı’da Bir İngiliz Gelin’inde anlatılan, iktidar konaklarında başlayıp Paris’in bodrum katında sonlanan trajik hikâyesine üzülmemek mümkün değil! Fransız bulvar tiyatrosunun önde gelen isimlerinden Jacques Deval’in Türkiye’de Şahane Züğürtler adıyla sahnelenen meşhur oyununun amacı, Ekim Devriminden kaçan Rus asilzadeleri Prens Mikhaïl Ouratieff ve eşi Grandüşes Tatiana Ouratieff’in trajedisi karşısında izleyicileri hüzünlendirmektir. Hem Ouratieffler hem de Mehmet Âli Bey’in eşi Nellie’nin “ezilen” olduğunu kimse yadsıyamaz.

Türkiye’nin solcu bilinen bir bölüm aydını, 1970’lerden itibaren kapitalizm öncesi sınıfların trajedileriyle duygusal bağlar kurmaya başladılar. Demirciler Çarşısı Cinayeti, Derviş Bey’in tutturduğu bir ağıtla başlar: “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler.” Güzel atlara binip gidenler feodal ağalar ve onların yanaşmalarıdır. HDP çevresinde toplananlar, ağaların arkasından ağlamayı sevdikleri için bu ağıt da adeta dillerine dolandı. Feodal bağlılık Sancho Panza olmanın da gereği. Cervantes, şövalyesine delilik kadar meziyetler yüklese de silahtarımızın efendisi Don Quijote, şövalyeliğin ahlakını şu cümleyle açıklar: “Bu dünyada, önce Tanrı’ya, sonra da, kralına ve senyörüne hizmet etmekten daha şerefli, daha faydalı bir iş olamaz, özellikle de savaşçılık mesleğinde.”

İmkânsız Sermaye’de üzerine konuşulacak daha çok şey var

İmkânsız Sermaye başlığı, gelişmenin bir aşamasında kapitalizmin olanaksızlaşacağını, inovasyonun bizi o noktaya yaklaştırdığını ifade ediyor.

Eğer burjuvazi aşkın yani tarihselliğin dışında bir sınıf değilse, gelişme bir noktada sermaye sınıfını var olamaz hale getirecektir. Hangi olanakların ortaya çıkışıyla burjuva mülkiyetinin varlık koşullarını yitireceğini tespit etmek için yürütülecek çalışmalar, bilimsel sosyalizm araştırmalarının merkezinde yer almalı. Çünkü kapitalizmin geleceği açısından robotların kimin mülkiyetinde olduğundan daha önemli soru, ücretli emek ilişkisinin varlığını sürdürüp sürdüremediğidir.

Kitabın ikinci bölümünde Altınörs zaman zaman, Teori dergisinin 2019 Ocak sayısında yer alan “Yapay Zekâ Sınıfsız Toplumun Habercisi” başlıklı dosyayı hatırlatan tezleri savunuyor. Yazar, Mahzun Yüzlü Şövalyenin devleri değil değirmenleri ve çuvalları parçaladığının, yere dökülenlerin de kan değil şarap olduğunun farkında. Diğer taraftan aynı kitap içinde Çin kapitalist olarak nitelendirilmiş ve bu tespitin temelinde piyasayı kapitalizmle özdeşleştirme yanılgısı yer alır. Sosyalizm için yola çıkanların piyasaları hemen ortadan kaldırmasını öneren yazar, sosyalist ekonomilerin başarısının “kapitalist pazarları da ucuz ve kaliteli ürünlerle bombalamak” olacağını söylüyor; fakat bu bombardımanın piyasada değilse nerede yapılacağını açıklamıyor.

Altınörs’ün kitabında PKK eylemini ve ittifaklarını meşrulaştırmak için kullanılacak iki temel iddia var. Biri “1990’larda Kemalist biçimi krize sürüklenen faşist rejim” iddiası. PKK’nın silahlı gücü olmadan sosyalistlik iddiası taşıyanlar arasında Kemalizm düşmanlığının bugünkü şekliyle taraftar bulması mümkün olamazdı. Diğer tez: “Gelişmelerin Rusya-Çin eksenli yeni bir emperyalist odağın oluşmasına doğru olacağını öngörmek kehanet sayılmaz.” (s. 61) ABD karşısındaki gücü emperyalist olarak nitelendirmek, PKK’nın ABD bağlantılarını savunmaktan bağımsız değil.

Altınörs’ün çalışmasını da içine alan piyasa ve sosyalizm tartışması, Çin emperyalizmi tezlerinin eleştirisi başka bir makalenin konusu olacak.

 

[1] Alp Atınörs, İmkânsız Sermaye, 21. Yüzyılda Kapitalizm Sosyalizm ve Toplum, Yordam Kitap, 2019, İstanbul.

[2] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2010, s. 83.

[3] Observations General Presentées par la Délégation Ottoman a la Conférance de la Paix BOA HR SYS 2307/12.