Şinasi, ilk modern Türk entelektüeli sayılıyor. Hem Namık Kemal’i entelektüel dünyaya yönlendiren öğretmenidir, hem de Doğulu olandan hoşlanmıyordu.
Şinasi, kendi hamisi ve Tanzimat Fermanı’nı yazıp okuyan Mustafa Reşit Paşa’yı “cumhurun başı” olarak nitelendirmişti. Bu yakıştırma, her şeyin hâlâ Sultan ile iyelik ilişkisi içinde ifade edildiği o zamanlar için oldukça cüretkârdır. Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat Fermanı’nı okurken, resmî dilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Hariciye Nazırı değil, Majesteleri Sultan’ın Hariciye Nazırıydı. Zaten resmî imzalarda İmparatorluk da Osmanlı İmparatorluğu olarak değil Majesteleri Sultan’ın İmparatorluğu olarak anılıyordu. Yani modern devlet henüz kurumsallaşmamış; devlet, Sultan’ın kişiliğinden ayrılmamıştı. Şinasi, Sultan’ın Hariciye Nazırını ve sonrasında Sadrazamını “cumhurun başı” ilan ederek, “o zaman sarayda oturan kim” sorusunu ortaya atmış oldu.
Şinasi’nin aynı zamanda çağdaşlaşmayı, Doğulu olana yabancılaşma olarak gördüğünü de biliyoruz. Onun dünya algısı, Türk aydınının temel kodlarını içinde taşıdığı için önemli.
Genç Osmanlılar 1867’de Paris’e gönüllü sürgüne gittiklerinde, gazetesini kendisine emanet ederek daha önceden Paris’e giden Şinasi’nin kendilerine hiç yüz vermediğini görünce Namık Kemal çok şaşırmış olmalı. Paris’te Şinasi’nin tek bir sefer dışında gönüllü sürgünlerle ilişki kurmaması, “Doğulu aydınlanma” arayışı ile Türk aydınındaki Batıcılığın ilk yüz yüze gelmesidir, denilebilir. Başka bir şekilde söylersek Batıcılık ile Doğuya ait Demokratik Devrimci hareketin ilk ayrışması. İlk mesafe koyan, Şinasi’dir.
19. yüzyılın özellikle ilk yarısında modern olan her şey Batılı, Doğulu olan her şey ise feodal, o günkü algıyla geçmişe ait görünüyordu. Modernlik yönünde atılan adımların isimleri bile Batıya öykünerek seçilmiştir. III. Selim döneminde modern ordunun ilk çekirdeğini de oluşturan reform sürecine Nizam-ı Cedid adı verildi. Nizam-ı Cedid “yeni düzen” demektir. Fransız Devriminden sonra devrim öncesine Ancien Regime (eski rejim), devrimden sonrasına Nouvel Ordre (yeni düzen) denilmişti. Nizam-ı Cedid’in modern ordunun çekirdeğine ve reformlara isim olarak seçilmesi muhtemelen rastlantı değildi ve Nizam-ı Cedid, Batı etkisinin ilerici örneklerinden biridir.
Genç Osmanlı hareketine kadar modernleşmek ile Batılılaşmak, henüz modern sözcüğü kullanılmıyor olsa da, zihinlerde neredeyse aynı şeyi ifade ediyordu. Yine Genç Osmanlılara kadar Doğuda modernleşmek demokratik bir içeriğe de sahip değildir.
Batı, Doğu’da modernleşmenin ancak monarklar eliyle yürütülebileceğini düşünüyordu; bu yüzden de Batılının Doğu’dan beklentisi “Aydınlanmış Despotizmdi” (le despotisme eclairé). Aydınlanmış Despotizm, Doğu Sorunu içinde Batıdaki örneğinden farklı olarak millî modern sınıfları oluşturmayı değil, pratikte Batı mali sermayesine dayanarak modernleşmeyi ifade eder.
19. yüzyılda Doğudaki “Aydınlanmış Despotizm”, Büyük Güçler tarafından teşvik edilmiştir. Fakat modern devlet de, modernleşmenin kurumları da maliyetlidir ve bu maliyeti üstlenecek sınıflara ihtiyaç duyar. Türkiye’de yükün altına girebilecek burjuvazi olmadığı için boşluğu Avrupa mali sermayesi doldurdu. 19. yüzyılda modernleşmenin simgesi sayılan demiryollarının, Doğu açısından bakıldığından tek bir istisna hariç tamamının Batı mali sermayesinin yatırımları olması, bir önceki cümledeki tezin kanıtıdır. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde modernleşme, Doğunun karşısına emperyalizm olarak çıkmıştı.
Emile Zola, İçimizdeki Hayvan adlı romanında demiryolu dünyasını kadın cinayetiyle iç içe anlatır. Doğu o dönemde dişil olarak tasvir edildiğinden romandan şu mesajı da çıkartabiliriz: Demiryollarıyla cinayet en fazla Doğuya karşı işlenmiştir. (Anna Karanina da İçimizdeki Hayvan’ın baş kahramanı Jacques Lantier de tren altında can verirler.) Romandaki şu cümleler, sanki Doğu düşünülerek yazılmış:
“Güzel icat, doğrusu diyecek yok: insan çabuk gidiyor; daha bilgili olunuyor. Ama yabani kalıyor. Daha iyi makineler de icat etseler boşuna, beride yabaniler bulunacak yine de.”
Modernleşen Osmanlı İmparatorluğu’nda kamu maliyesinin finansmanı Avrupa’da satılan tahvillerle sağlandı; o tahvil gelirlerine dayanarak modern kamu yönetimi ve maaş sistemi kurulmaya çalışıldı. Avrupa borsalarında satılan tahviller, o dönemde en fazla memuriyette, özellikle de tercüme odasında istihdam edilen 19. yüzyıl Türk aydınının maaşlarının ödenmesi için de lazımdı ve aydınımızın bir bölümü Batı borsalarına minnettarlıklarını unutamamıştır, diyebiliriz.
Liberal aydının Türk burjuvazisine güvensizliğinin temelleri o günlere kadar uzanıyor olabilir. Sivas Kongresi’nde bile, daha sonradan liberal muhalefetin çekirdeğini oluşturacak olanlar, Batı mali sermayesinin desteği olmadan, yani Türk burjuvazisine dayanarak ülkenin yeniden imarının mümkün olamayacağını savunmuşlardı.
Liberal Türk aydınındaki Batıya minnet duygularının İbret’teki Duyun-u Umumiye, Reji İdaresi ve istikrazlar eleştirileriyle neredeyse yakın zamanlı doğduğunu da tekrar hatırlamalıyız.
Zihinlerde modernleşmek ile Batıcılık üst üste bindiğinde, Batıcılığın ilk eleştirisi muhafazakârlardan geldi. Ahmet Cevdet Paşa, Türk muhafazakârlığının kurucu fikir babası sayılabilir. Hem Tanzimat liderlerinin içindedir hem modernleşmenin karşısında. Mecelleyi, Fransız Medeni Kanunu Osmanlı kanunu haline dönüşmesin diye yazmıştı. 1867’de Fransa’nın Dışişleri Bakanı ve eski İstanbul Büyükelçisi Mousier, Babıâli’ye 16 maddelik reform programı verdi. Programda reformların başarısı için Fransız Medeni Kanununun, evlilik gibi bazı özel hükümler dışarda bırakılarak kabul edilmesi önerilmişti. Mecelle, bu öneriye Türk muhafazakârlığının gösterdiği refleksin ürünüdür.
Politik olarak muhafazakârlığı inşa eden Mahmud Nedim Paşa olduğu söylenebilir. Mutlakiyetçiliği teorik olarak da savunuyordu ve sadaret görevlerinde Sarayı mutlakiyetçilik için teşvik etti.
Mutlakiyetçilik, liberal Babıâli’yi iktidarın kıyısına sürmeyi amaçlamıştı. O dönemde Türk aydınının bir bölümünün mutlakiyetçiliğe ilk tepkisi Batıcılık olmuştur dememiz yanlış olmaz. Batıcılığın pratikteki karşılığı, sefaretlere dayanmaktır. Osmanlı reformizmi de Saray’a karşı sefaretleri denge etkeni görüyordu.
Millet ittifakının aday adaylık kampanyalarının sefaretlerin dehlizlerinde yürütülmesi, liberalizmin Türkiye’deki kökleriyle, ortaklık tercihleri Şinasi’nin Genç Osmanlılarla bir araya gelmemesiyle uyumludur.
Diğer taraftan şu bir şans ve olanaktır: Artık ortada monarşi kalmadığı için yeni bir Mecelle veya Batıcılığın yeni tür bir mutlakiyetçilikle yadsınması mümkün olamayacak. Muhafazakârları liberallerle ittifak içinde kalmaya zorlayan emperyalist hegemonya da zayıflıyor.
Türkiye’nin, Batıdan gelen “aydınlanmış emperyalizme” karşı koyabilecek Doğulu modernleşmeyi, oryantalizmin Doğu algısını bu sefer Batı için tersten tekrar etmeden geliştirmeye ihtiyacı var. Hristiyan teolojisinden beslenen Stabat Mater, Ave Maria, St Matthsus Pasyonunun seküler kültürün parçasına dönüşmesi gibi, bu süreçte İslami tasavvuftan türeyen Doğu sanatı seküler kültürün parçasına dönüşebilir. Doğu sanatını ve masalını asimile edemeyen Doğu aydınlanması zaten mümkün değil.
21. yüzyıl Doğu açısından daha olgunlaşmış bir aydınlanmanın yaratılmasına uygun koşullar hazırladı ve emperyalist hegemonyanın gerilemesiyle birlikte liberal-muhafazakâr ittifakının dağılması o olanakları güçlendirecektir. İmkânların değerlendirilebilmesi için hem Doğunun hem de Batının bizim için neyi ifade ettiğinin bilimsel olarak ortaya konulabilmesi ve bu bilginin bilinçlerde yer etmesi gerekiyor.
Liberallerle muhafazakârların kadim ittifakının sonlanmasının, ideolojilerin algılarında mutlaka sonuçları olacak.
Millet ittifakında somutlaşan liberalizmle çelişkimiz, Batıcı olmayan liberalizm mümkün olmadığı sürece, çatışan iki dünyanın çelişkisi, diğeriyle olan ise Doğu’nun kendi çelişkisidir.