“Hayvanlar ölüyor. Yakında bu dünyada yalnız kalacağız.”
“Her yere saklanmış olabilecek hayatın ipuçlarını” tartışan roman ancak insan-hayvan çelişkisi üzerine kurgulanmışsa ve ilki suçlanacaksa bu cümlelerle başlayabilir. Giriş paragrafı cürüme maruz kalanı, suçluyu ve cezayı altı sözcükte özetlemiş.
İnsan dışında tüm türler ölüyorsa, bu kırımın tek sorumlusu olabilir. Okur mesajı anlamakta zorlanmayacaktır: “Eğer hepsi öldülerse bunun sebebi bizlerin dünyayı onların yaşaması imkânsız hale getirmiş olmamızdır.”
Daha romanın başında “kitlesel yok oluş” yaşandığını öğreniyoruz. Hepsi felaketlerden kaynaklanan önceki beş kitlesel yok oluşta ortadan kalkan tür oranının yüze yetmiş ila yüzde doksan arasında değiştiği düşünülüyor. Bu sonuncu yok oluş ise insan dışında tüm türleri kapsadığından canlı yaşamın tarihindeki en büyük felaket; fakat öncekilerden farklı olarak felaketin kaynağı bu sefer türlerden biri.
Kurguya, Kitlesel Yok Oluşu Engelleme Merkezi de eklenmiş. Profesör ile merkezin yöneticileri arasında uzlaşma sağlanamasa da çok temel bir tartışma merkez üzerinden yürütülüyor. Merkezin amacı “dünyanın sonunu engellemek için savaşmak.” Merkezde savunulan fikir: “Amaç sadece hayatta kalmak.”
Doğada türler arasındaki çelişkilerin temeli olan bu amaç insan türünün de başarısının en önemli motivasyonu olsa da, romanın insanın maddi güçleriyle kurduğu ilişki nedeniyle dünyayı yaşama daha uygun hale getirme amacının karşı tezine dönüşür. Bunu da hayatın temel çelişkisini insanın dünyayı değiştirme gücü ile insan dışı yaşamın hayatta kalma amacı arasına kurarak yapıyor.
İnsanı doğa karşısında güçlü kılan maddi güçler, maddi güçleri ortaya çıkartan ise hayatta kalma dürtüsü, insanın doğa ile çelişkisidir. İnsan diğer türlerden doğa güçlerini kontrol altına alma becerisiyle (yazar bunu yaratıcı şekilde “insan benliğini zorla vermek” olarak tarif edecektir) diğer türlerden farklılaşarak medeniyeti inşa edebildi. Bu sonucu insanın artı değer üretmek anlamında değil ama maddi güçleri yaratmak anlamında üretici emeğine borçluyuz. Ücretli emeğin, dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimini sağlayan ve bunu yaparken insanî voroluşu da inşa eden emekle ilişkisi baş aşağı çevrilerek, posthümanist eleştirisi karşımıza sanki kapitalizm eleştirisiymiş gibi çıkabiliyor.
Dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimini sağlayan emeğin karşı tezi her zaman vahşiliktir. O emek kitlesel yok oluşun sorumlusu ilan edilince, karşı tezin yüceltilmesi kolaylaşır. Anlatıcı fırtına kuşu sürüsünün yanında geçirdiği birkaç saati, “biz de onlar gibi vahşi ve cesurmuşuz gibi davranabildik” (orijinal metinde wild and free/vahşi ve özgür ifadesi kullanılmış) dediğinde, posthümanist yüceltmenin emperyalist sınıfların ideolojik hegemonyasıyla orantılı olarak karşılık bulması hiç de zor olmayacaktır.
Yazar, vahşilik ile özgürlüğü özdeşleştirerek dolaysız yaşamı üreten ve yeniden üreten emeği özgürlüğün mezar kazıcısı olmakla suçluyor ve posthümanist distopyaların çok sevdiği temel tezi tekrar önümüze getiriyor. Hikâye tam da buradan başlıyor: “Belki de beni insanlardan, mekânlardan ve diğer her şeyden uzaklaşmaya iten o zalim şeyin ne olduğunu keşfedeceğimi düşünüyordum.”
İnsanî temas zalimliktir!
Aslında anlatıcı bu eylemi bile masum bulmaz. Keşif için üç kuşa takip cihazı takmak gerekir ve böylece insan emeğinin bilimsel biçimi de suçun unsuruna dönüşür: “Ona dokundun, onu damgaladın, insan benliğini zorla verdin. Ne iğrenç bir şey.”
Kurgu, kuşlar üzerine kurulmuş. Ana karakterlerden profesör ders olarak şunu söylüyor romanda: “Bugüne kadar kuşlar için gerçekten tehdit olan tek şey biz, insanlarız… Onları yok ediyoruz. Her koşulda yaşamayı öğrenmiş olan canlıları, bizim dışımızdaki her şeyi.” Profesörün sürekli tekrarladığı bir iddiasıdır: “Bir hayvana insanın dokunmasının zarar verici ve zalimlik olduğunu söylüyordu.”
Bu cümleler profesörün sözü, kurgudaki akademinin bilgisidir. Posthümanizmin en popüler sloganını da yazar yine profesöre söyletiyor: “İnsanoğlu bu dünyanın vebası.”
Profesör hakkında aktarılan şu bölüm posthümanizmin roman içine yerleştirilmiş tanımı gibidir:
“Hayatlarımızın, yeniden doğma döngüsü olması dışında bir anlamı olmadığını, tıpkı hayvanlar gibi bir an yanıp sönen akıl almaz kıvılcımlar olduğumuzu, hayvanlardan daha önemli olmadığımızı, hayatlarımızın başka herhangi bir canlıdan daha değerli olmadığını söylemişti. Kendimizi üstün görme, anlam arama duygusu içinde olduğumuzdan bize yaşam veren gezegeni paylaşmayı unuttuğumuzdan söz etmişti.”
Roman insanın yıkıcılığı üzerine inşa edilmiş. Denizde geçen bütün hikâyenin temasıdır, “insan olmayan bir canlıyı sevmenin nasıl bir duygu olduğunu hatırlama çabası”. Hatırlamanın koşulu öncesinde unutmuş olmaktır. Unutmanın yazara göre pratik karşılığı, insanın insan olmayanlara karşı gerçekten tehdit olan tek şeye dönüşmesi. Tehdit, doğa güçlerini bilinçli ve yaygın şekilde kontrol altına alabilme gücünden kaynaklanıyor.
Eğer unutmak güçlerin etkinliğiyse, romanda idealleştirilen hatırlama o güçlerin inkârı olmalı. Yani çelişki yine insanın emek ürünleri ile insan dışı doğa arasındadır, fakat “sevgi” bu sefer insana değil dışına odaklanır. Sevginin bu türü için, unutulanın hatırlanması, insan dışı için tehdit olan tek şeyin inkârı, insan benliğini zorla vermekten vazgeçmek gerekiyor.
Saf halleriyle insana odaklanan sevginin insan dışına sevgiyi yadsımadığı gibi, insan dışına odaklanan sevginin insana yönelen sevgiyi yadsıdığını da iddia etmiyorum ve ikisini birbirinin karşısına koymuyorum. Fakat romandaki biçimiyle ikincisi, insanın yaratıcı emeğinin eleştirisi. İnsan benliğini zorla vermekten vazgeçmek tek bir anlama gelebilir; insanın doğayı dönüştürmeye, doğa üzerinde üretici emek uygulamaya son vermesi. Bu da insanî varoluşun sonlanması anlamına gelir.
Üretim ve doğadan çalmak!
Yazar şu tanımıyla insanın doğayla üretimde kurduğu ilişkiyi eleştiriyor: “Bir hayatın etkisi onun ne sunduğu ve arkasında ne bıraktığıyla ama aynı zamanda dünyadan ne çaldığıyla da ölçülebilirdi.”
Üretim toplumsal olduğundan dünyadan çalmak tek bir insanın eylemi değil ancak türün varoluş biçimi olabilir. Birey ancak türün kendisine mal ettiğini kişisel özel mülkiyetine geçirebilir. Toplumsal ilişkileri insanın üretici emeğinin ve üretici maddi güçlerin kuruyor olması da aynı anlama geliyor. Bu yüzden de insandan çalmak bireye, dünyadan çalmak ise türe yönelik eleştiridir.
Bireye yöneldiğinde devrimci olan bir eleştiri türe yöneldiğinde tersine dönerek karşı devrimci olabilir. Romandaki, “ne kadar güçlüysen dünya o kadar tehlikelidir” eleştirisi, türe yöneldiğinde, insanın gücü bilim ve teknolojiden geldiğinden üretici güçler ve onun içinde de temelde bilim ve teknolojiye yönelik eleştiri haline dönüşür.
Marksizmin kapitalist sınıfa yönelik eleştirisi insan-insan ilişkilerinden türetilmiş eleştiridir. Kapitalizmin doğa üzerinde yıkıcı etkileri de insanın insan emeğine daha fazla el koyma arzusunun sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çünkü doğanın nesneleri ekonomik değer üretmez; değerin tek kaynağı insan emeğidir. Metanın maddi varlığı kullanım değeri içermez ama toplumsal ilişkilere ait değer taşıyıcı olduğu için meta fetişizminden söz edebiliyoruz. Temsil ettiği emek olmasaydı metalara sahip olmak delilik halini aldırdı ve bir gün mutlaka bu olacaktır.
Sermaye; birikmiş, maddeleşmiş, işçinin biyolojik varlığından soyutlanmış emektir. İnsan emeğini dışlayarak doğanın yağmalanmasıyla sermaye biriktirilemez; fakat birikmiş emeğin daha fazla soğurulması için dünyanın damı delinebilir. Eğer amaç hümanizmanın eleştiri değil de damı korumak ise çözüm alanı yine insan-insan ilişkisidir; insanın üretici güçlerinin yıkımı ya da hayatın etkisini dünyadan ne çaldığıyla ölçmek değil. İnsanın üretici güçlerinin yıkımını önermek ile tür olarak insanın gücünün dünyayı daha tehlikeli hale getirdiğini ileri sürme arasında temelde fark yok.
Marx’a göre üretim doğanın insan tarafından mülk edinilmesidir (birey değil tür olarak insan). Romandaki biçimiyle “dünyadan çalmak” ifadesinin, bizi tam da karşı noktaya götüren başka değerlerin sözcüsü olduğu söylenebilir. Çalmak vurgusundan hareket ederek, 19. yüzyılın anarşist teorisinde mülkiyetle hırsızlık arasında kurulmuş ilişkiyi de kullanarak, hayatın etkisine ilişkin romandaki tanımı biraz geliştirdiğimizde şuraya ulaşabiliriz: İnsanın üretici emeği, hırsızlıktır.
Kimin ölümcül gücü?
Emeğin sonucu her zaman doğanın bir parçasının ondan alınarak değiştirilmesi olduğundan, romandaki paradigma hâkim olduğu ölçüde, dünyayı insana daha uygun hale getirmek için gösterilecek her çaba, dünyadan çalmak suçlamasıyla karşı karşıya kalacaktır.
Distopyanın kendisi “dünyadan çalma” suçlamasının üretici emeğe yöneldiğinin en güçlü kanıtı. Göçmen Kuşlar, çoğu antihümanist edebiyat örneğindeki gibi insanın üretici emeğinin sloganlarla ve ölüm tehditleriyle protesto edildiği sahneler içeriyor.
Balıkçı gemisini limanda pankartlar beklemektedir: “Katliamlara son ver! Okyanus insanların değil, balıklarındır. Cinayetlere son ver! Daha ne kadar yok etmemiz gerekiyor? Balıklar için adalet, balıkçıklara ölüm!”
Üretimin ve üretici güçlerin insan dışı yaşam ve onunla bağlantılı olarak yaşamın bütünü için öldürücü olduğu iddiası, Batı’nın bilim, teknoloji ve üretim üzerindeki tekelini kaybetmesiyle eş zamanlı yaygınlaştı. Kitlesel yok oluş distopyaları çoğu zaman, üretici sınıflara karşı emperyalist sınıfların öldürücü gösterisidir.