Afet ve siyasal iktisadın ilkeleri

 

David Ricardo’nun İlkeleri, siyasal iktisat literatürünün en temel kaynaklarından biridir ve Marx’ın da üzerinde en çok çalıştığı siyasal iktisat kitabıdır. Ricardo toprak rantını, verimi en düşük toprak ile daha yüksek topraktan elde edilen ürünlerin arasındaki maliyet farkı olarak görüyordu. Farklılık rantını ise, eşit emek ve sermaye kullanılarak elde edilen ürünler arasındaki fark olarak kabul eder ve Marx da bu tanıma katılır. Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkelerinde rantın incelendiği bölümde değer şöyle tanımlanır: “Tüm malların değişim değerini belirleyen; üretim için en uygun koşullar altında gereken en az emek miktarı ya da üstün üretim kolaylıklarından yaralanan üreticiler değil, böyle kolaylıkları olmayanların üretimde daha fazla emek miktarıdır.” Dolayısıyla rant, kolaylıklara sahip olup olmamak durumuyla ilgilidir ve kent toprakları da, her parçası farklı kolaylıkları temsil edebildiğinden rant üretebilirler. Değer var olduğu sürece rantın ortaya çıkması tercih değil zorunluluk. Tüm kent toprakları kamulaştırıldığında mülkiyet biçimi değiştirildiğinden rant da kamu varlığına dönüştürülebilir ama ortadan kaldırılmış olmaz. Değer fiyata ancak mübadele sürecinde dönüştüğünden, kamu varlığı olarak kaldığı sürece rantın gerçekleşmeyecek olması da ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Ricardo İlkelerin üçüncü baskısına makineler üzerine bölüm eklemişti. Bu bölümün makinelerin işsiz bıraktığı işçiler hakkında paragraflarıyla ilgili Marx, “Donkişotça bir tutumla, burjuva toplumsal mekanizmasını öyle ince ayarlı düşlüyordu ki” diyerek şaşkınlığını ifade eder.

Konumuz Marx-Ricardo tartışması değil. Fakat Ricardo’nun rant teorisinden hareket edersek, kentlerde özel mülkiyet var olduğu sürece rantın yönetimi üzerine tartışmak ne kadar bilimsel ise, onu ortadan kaldırmayı önermenin de o kadar donkişotça tutumla mekanizmaların ince ayarlı düşlemesi olacağını söyleyebiliriz.

Rant yönetiminin kamusal çıkarlarla ortaklaşacak şekilde planlanması, halkçı seçeneğin olanaklarını ortaya çıkartabilir. Servetlerini kent rantları ve kamu kaynaklarına dayanarak biriktiren ve siyasette de etkili sınıfın var olması, rantın sadece zenginlikleri tekelleştirerek gerçekleşebileceği anlamına gelmiyor. Burada kamusal çıkarların nasıl korunabileceği sorusu karşımıza çıkar. Cevap şu tespitle başlamalı: Kamusal çıkar meta ekonomilerinin karşıtı değil, parçasıdır; ancak onun içinde düzenlenebilir. Kamusal çıkar değer yasalarından bağımsız değildir ve değerin ölçü birimi olarak emek zaman ortadan kalkacağı güne kadar değer yasalarından bağımsız kamusal çıkar tarifi yapılamaz. Ürün veya hizmetin kullanıcıya bedelsiz teslimi de değer yasalarını ortadan kaldırmaz. Önemli olan onun nasıl tüketildiği değil, nasıl üretildiğidir. Bu yüzden toplumsal sistemleri tüketim sistemleri olarak değil üretim sistemleri olarak tanımlıyoruz. Her üretim sistemi emek araçları (makineler ve diğer üretim aletleri) ile emeğin bir araya gelme biçimidir. Üretim ile tüketimi birbirine karıştırmak, spekülasyona hizmet eder. En temel parçaların soyutlama yoluyla anlaşılmasına ise hiçbir katkısı yoktur. Fizikçiler en temel parçaları mikroskopla gözlemlerken siyasal iktisat mikroskop kullanamayacağı için soyutlama, istatistiklerle birlikte elimizdeki en önemli araç. Bu araç yerini spekülasyona bıraktığında ortada siyasal iktisat kalmaz.

Eğitim kamu tarafından ücretsiz sunulan temel bir hizmettir. Fakat hem eğitim araçları (binalar, tahtalar, sıralar vs) hem de eğitimin en önemli unsuru olan emek (öğretmenler, eğitim bürokrasisi, yardımcı hizmetler) değer yasaları içinde üretilir. Eğitim araçları meta ekonomisi içinde tedarik edilir; emek unsuru ise ücretli emektir. Bu açıdan ilki temin edilen değişmeyen sermayeyi, ikincisi ise değişen sermayeyi oluşturur. Eğitim hizmeti kamu tarafından ücretsiz sağlandığında sermayenin tamamı kamu tarafından temin edilir. Üretim sürecinde meta ekonomisinin diğer alanlarından farkı yoktur. Fakat eğitim hizmeti meta gibi piyasaya arz edilmez. Üretim ve yeniden üretim için gerekli sermaye her seferinde kamu tarafından temin edilir. Üretim süreci her zaman meta ekonomisinin içinde gerçekleşir. Böylece toplumun ürettiği artı değerin bir bölümü kamu üzerinden eğitim hizmetlerine aktarılmış olur.

Afetlerde toplumun dayanışması da ortaya çıkıyor ve meta ekonomilerinin sınırlamaları aşılabiliyor. Ücretli emeğin yerini karşılıksız emek, metanın yerini dayanışma ürünleri alıyor. Bu olanağın ne ölçüde genişleyebileceği toplumsal yapıyla ilgilidir ve Türkiye bu konuda en ileri örneklerden birini oluşturuyor. Fakat toplumsal dayanışma, kamunun afet yönetiminin değer yasalarının ve meta ekonomilerinin olanaklarını kullanmasını engellemez. Afette kullanılacak tedarik zincirinin afet koşulları dışında da canlı tutulması gerekir; bu da meta ekonomilerinin olanaklarına duyulan ihtiyacı artırır.

Cumhuriyet gazetesinin 27 Şubat tarihli sayısındaki bir köşe yazısında şu cümle yer aldı: “Kızılay, kamudan bağış toplayarak çadır üretir ve ürettiği o çadırları afetlerde kamuya ulaştırır; kamudan bağış toplayarak ürettiği çadırı parayla satamaz."

Çadırlar Kızılay Derneğinin iştiraki olan Kızılay Çadır ve Tekstil firmasının günde 1000 çadır kapasiteli fabrikasında üretiliyor. Ticaret Kanunu gereği anonim şirketlerin ancak fatura karşılığı stoktan çıkış yapabileceği gerçeğini ve bunun üzerinden yürütülen tartışmayı bir kenara bırakıyorum. Alıntıladığım önermedeki gibi üretimin meta ekonomisi dışına çıkartılması durumunda iki seçenek karşımıza çıkar: Üretimin durmaksızın sürdürülmesi durumunda yılda 365 bin çadır üretilecek ve tamamı Kızılay depolarında istiflenecektir. Eğer 2 yıl boyunca afet olmazsa depolarda 730 bin çadır birikir. 10 yılda bu rakam 3.650.000 adete yükselir. İkinci seçenek ihtiyaç düzeyine ulaşıldığında, yeni ihtiyaç ortaya çıkana kadar üretimi durdurmaktır. Bu da temin edilen sermayenin afet gününe kadar atıllaştırılması anlamına gelir.

Her iki seçenekten kaçınmanın tek yolu ise, üretimi değer yasaları ve meta ekonomisi içinde sürdürmek. Üretimin ticari tüzel kişilik altında örgütlenmesi bu anlama geliyor. Doğal olarak da tüzel kişilik Ticaret Kanunu hükümlerine tabi oluyor.

Meta ekonomilerinin içinde tedarik zincirleri yönetiminin başarılarını ölçümleyebiliyoruz. Afet koşullarında ise bu ölçümleme afet bölgesi ihtiyaçlarının ne ölçüde karşılanabildiğiyle yapılabilir. Fakat ölçümlemedeki afet döneminin özgün ihtiyaçları, değer yasalarının geçerli olmadığını göstermez.

Bilimsel teknolojik devrimin yeni halkası sermayenin toplumsallaşmasını hızlandırdı; paylaşımlı sermaye ile kamu mülkiyetinin meta ekonomilerindeki önemini arttırdı. Sermayenin toplumsallaşması aynı zamanda toplumların afetin yıkıcılığını azaltma ve afet koşullarına karşı koyabilmek gücünü arttırır. Kamu mülkiyeti bu koşullarda yatırımcı ve işletmeci devlet olarak karşımıza çıkar.

Devlet sahipli müteahhitlik şirketlerine, devlet sahipli sanayi şirketlerine, devlet sahipli emlak şirketlerine vs. ihtiyacımız var; hem bilimsel teknolojik devrimin yeni halkasına uyum sağlayabilmek hem de deprem ile mücadele için. Devlet sahipli şirketler, piyasaların kaynakların dağılımındaki rolünün depreme karşı mücadelede avantaja dönüşmesini de sağlar. Rantın yönetim ihtiyacının inkarı ve kamu mülkiyetinin değer yasalarıyla diyalektik ilişkisini yok sayan ya da karşı karşıya koyan her önerme, donkişotça bir tutumla düşlemek olacaktır. Düş kurmanın bu biçimi de soyutlamanın karşı tezini temsil ediyor.

[1] Divad Ricardo, Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri, Çeviren: Barış Zeren, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2008, s. 48.

[2 ]Karl Marx, Artı Değer Teorileri, İkinci Kitap, Sol Yayınları, s. 534.

Etiketler
deprem devlet metaekonomisi rant Marx