Uzun Tanzimat çalışmalarımdan, Tanzimat’ın sadece Babıâli’ye bakarak anlaşılamayacağını öğrendim. Tanzimat’ı anlamak için Fransa’nın II. İmparatorluk dönemini ve İngiltere’nin Victoria Çağını bilmek gerekir. 19. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki liberal çağ, Credit Mobiler’in finans spekülasyonları, Avrupa’da biriken atıl sermaye, İngiliz Fransız borsalarında işlem gören Osmanlı tahvilleri, Avrupa başkentlerine gidip gelen Doğu’da reformlar üzerine diplomatik evraklar Tanzimat’ın ruhunu şekillendirmişti.
II. Abdülhamid de sadece Yıldız Sarayına bakarak anlaşılamaz; Yıldız Sarayından çok 19. yüzyılın son çeyreğine aittir. Yıldız’dan topluma yayılanlar, küresel süreçlerden çok daha görünürdür. Fakat istibdat rejiminin kuruluş kodları Abdülhamid’in kişiliğinden daha çok Berlin Anlaşması’ndadır. Berlin Anlaşması’nın anlaşılabilmesi için de III. Cumhuriyetin emperyalist karakterinin, İngiltere’yi Mısır ve Kıbrıs’ı işgale neyin sürüklediğinin, Doğu’daki etnik ve mezhep çelişkilerine Avrupa ilgisinin, Bismark ve Wilhelm Almanya’sının ve Deutsche Bank’ın, Avrupa mali sermayesinin demiryollarına duyduğu iştahın, Makedonya Eyaletinin Avrupa diplomatları tarafından nasıl icat edildiğinin bilinmesi gerekir.
Türkiye’nin özgünlüklerinin olmadığını iddia etmiyorum; yaşadıklarımızın ve Türkiye’deki siyasal kuvvetlerin konumlanmasının küresel süreçlerle karmaşık ilişkisini ve uyumunu hatırlatıyorum. Babıâli’nin Tanzimat döneminde kendisini liberal olarak nitelendirmesi başka türlü mümkün olamazdı. Mahmud Nedim Paşa’nın sözcülüğünü yaptığı istibdat fikri, 1870’lerin başından itibaren siyasal tarihimizde köklü sonuçlar yaratabildi; aynı fikirlerle imparatorluğun dünya sistemine liberalizmle eklemlendiği 1860’larda Babıâli’de iktidarın zirvelerine tırmanmak mümkün olamazdı. Âli ve Fuad Paşaların Saray ile kurdukları ilişki Mahmud Nedim Paşa’nın sarayla kurduğu ilişkiden farklıdır; Tanzimat Paşaları bu sayede sefaretlerin desteğini alabildiler ve Avrupa sistemiyle uyum sağlayabildiler.
Türkiye’nin dünya sistemine eklemlenme süreci II. Abdülhamid döneminde de devam etti; fakat bu sefer siyasal liberalizm iktidardan dışlanarak. İstibdat rejimine muhalefetin, hâlâ çok silik olan liberalizm ile daha sonra halkçılığın temelini oluşturacak akımların ittifakına dayandığı söylenebilir. Kesintilerle birlikte bu ittifak 1924 yılına kadar sürdürülebildi. İttifak yapan akımlar birbirlerine benzeyerek iç içe geçerler; Türkiye’de de böyle oldu.
Millî Mücadelenin liberal halkçı koalisyonuyla yönetildiğini söylemek mümkündür. Millî Mücadele önderliğindeki liberallerle halkçılar arasındaki ayrımı görebilmek derinlikli incelemeyi gerektirir.
Alafrangalıkla bezeli Muhafazakârlığın merkezi ise bu dönemde İstanbul’du. Burada muhafazakârlığı “yaşam biçimi” olarak değil modern siyasal bir akımı adlandırmak için kullanıyorum. Damat Ferit Paşa daha 1918’de Meclis-i Ayan’da demokrasiye karşı istibdadı savunuyordu. O günlerde savaş sonrası dünya sistemiyle temel revizyonlar bile talep etmeden sadece küçük rötuşlarla, o da kabul görürse, eklemlenmeye en hazır olan İstanbul’daki muhafazakârlardı. İstanbul merkezli monarşist muhafazakârlık başlangıçta 19. yüzyıl ilişkilerini tekrar kurmayı denese de, âdete duvara çarpınca savaş sonrasına ilişkin Wilsonian kuruluş ilkelerini kabul ettiğini, Paris Barış Konferansı’na sunduğu resmî metinle ilan etti.
Millî Mücadelede yenilen monarşist muhafazakârlardır; bu da muhafazakârlık için büyük yok oluş değildir. Millî Mücadele sonrasında muhafazakârlar için monarşi, saygıyla yad edilen bir hatıra oldu; fakat bazı marjinal örnekler dışında bir siyasi talep değil. Bu sayede 1923 sonrası muhafazakârların Millî Mücadelenin liberal kanadıyla ittifak kurması mümkün olabilmiştir. Bu ittifak Halkçılara karşıydı.
1924-1925 sürecinde yaşananlar, paşaların hesaplaşması değil, Avrupa’nın 1848’de yaşadığına benzer şekilde siyasal kuvvetlerin birbirlerine karşı konumlarını değiştirmesiydi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti, liberallerin önderlik ettiği, programda ve tabanda liberallerle muhafazakârların ittifakına dayanan siyasal projelerdi. Muhafazakârlar kendi kitle partilerini kurana kadar liberallerin önderlik ettiği partilerde örgütlenmeye devam ettiler. Sonrasında da, tek bir örnek dışında, Muhafazakâr parti liberal partilerle koalisyonlar kurarak iktidar olabildi. MC Hükümetlerinin milliyetçi-muhafazakâr ittifakı olarak sunulması politik olarak avantajlı görülmüş olabilir; fakat özünde liberallerle muhafazakârların ittifakıydı.
Muhafazakâr parti kurulduktan sonra da liberallerin önderlik ettiği partilerle muhafazakârların önderlik ettiği partiyi birbirlerinden ayırt etmek kolay değildi. İttifak yapan güçler yine birbirine benzemişti.
1945-1960 kapitalizmin genişleme dönemidir. Bu genişleme 19. yüzyılın son çeyreğinden de, bir daralma dönemi olan iki savaş arası yıllardan da farklı bir karaktere sahipti. Adalet Partisi’nin liberalizmle kurduğu ilişki, ancak Türkiye’nin o dönemde küresel sisteme eklemlenme biçimiyle anlaşılabilir. Emperyalist sistemin mekanizmaları değiştiğinde de “merkez sağ” olarak isimlendirilen siyasal akım parçalanma yaşadı ve Türkiye, Özal programıyla tanıştı. Nasıl ki Mahmud Nedim Paşa’nın 1860’larda Babıâli’nin merkezinde olması mümkün değilse, 1970’lerde de Özalcılığın kendine yer bulabilmesi mümkün olamazdı; nedenlerini anlamak için 1945-1960 genişleme döneminin hem de 1960’lardan sonra başlayan daralmanın karakterini ve emperyalist sistemin bu dönemdeki mekanizmalarını incelemek gerekir.
Özalcılık, Amerika’nın liberal emperyalizminin Türkiye’ye en doğrudan yansımasıydı.
Liberal-muhafazakâr ittifakın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşuna kadar liberallerin önderliğinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Öncesinde Muhafazakâr parti iktidara ancak küçük ortak olarak katılabildi; 1990’larda büyük ortak olduğunda da ülkeyi yönetemedi ve ancak kısa süre iktidarda kalabildi.
AKP’nin kuruluşu, bir yönüyle de ittifakta muhafazakârların önderliği ele geçirmesiydi. Küresel sitemdeki dönüşümlere bakmadan ittifaktaki önderliğin nasıl el değiştirdiğini incelemek eksik ve doğru sonuçlara ulaşmayan bir çalışma olacaktır.
AKP iktidarının ilk 12 yılı, muhafazakârların liderliğinde muhafazakâr-liberal ittifakının Türkiye koşullarında nasıl sonuçlar oluşturabileceğini incelemek isteyenler için laboratuvar niteliğindedir. Aynı zamanda bu yıllar, ittifakın doruğu kabul edilmeli.
Doruk sözcüğünü, son anlamında da kullanıyorum; çünkü 2015 sonrasında, halkçılara karşı kurulmuş 90 yıllık muhafazakâr-liberal ittifakın son bulduğunu söyleyebiliriz. Bu da Türkiye siyasi tarihi için bir kırılmaya işaret ediyor.
Türk Muhafazakârlarının Asya’da kendilerine yer bulabilme olanakları, ittifakın parçalanmasındaki tek değil ama etkenlerden biridir. AKP’nin Atlantik Sistemine daha fazla eklemlenmemeyi tercih etmemesinin küresel temelleri var ve bu da küresel hegemonyanın zayıflamasından bağımsız değil. Zaman geçtikte o bağlar daha fazla görünür olacaktır.
Muhalefet kendi içinde liberal-muhafazakâr ittifakını tekrar kurmaya çalışıyor. Bu amaçla kurgulanmış partilerin muhafazakâr partiden kitleler kopartma olanaklarının olmaması, ittifakın en azından kısa dönemde tekrar ayağa kaldırılamayacağının işareti kabul edilebilir. Amerikan Cumhuriyetçilerle Demokratların seçim programlarının Türkiye’deki muhalefet cephesi politikalarıyla liberal temelde nasıl örtüştüğünün incelenmesi, ideolojik ortaklığın anlaşılmasına katkı yapabilir.
Türkiye’deki tüm siyasal kuvvetler gelecek hesaplarını, liberal-muhafazakâr ittifakının şu anda var olmadığı gerçeğini veri kabul ederek yapmak zorundalar.