Teori’nin posthümanizm eleştirisine hazırlık: Körlük’te inkâra uğrayan insan

14. yüzyıl Rönesans hümanizminin önemli isimlerden Giovanni Boccaccio’nun Decameron Hikâyeleri, veba salgınından kaçan on kişinin on gün boyunca anlattığı yüz hikâyeden oluşur. Hikâye edebiyatını başlatan kitabın ilk cümlesidir: “Acıları Paylaşmak İnsana Özgü bir Davranıştır.”

Boccaccio insanı idealleştirmemiştir; hikâyelerde eşlerini aldatanlardan dolandırıcılara kadar toplumsal yaşamın mahkûm edilenlerini de anlatır. Yine de acıları paylaşmak, paylaşım sistemine ihtiyaç duyacağından, toplumsaldır ve insana özgüdür. Önermenin merkezinde insan var; Tanrıların merkezdeki yerine birey olarak değil ama tür olarak insan yerleşiyor. İnsan kendi özgü fiili, ancak toplumsal ilişkilerde gerçekleştirebileceğinden bu önermede insan ve onun toplumsal varlığı örtüşür. Merkeze oturan insan, acıları paylaşma yeteneğine sahip canlıdır ve merkezdeki konumunu kendi geliştirdiği üretici güçler ile ona dayanan topluma borçludur. Hikâyelerin ortaya çıkışı veba salgınıyla ilgili olduğundan önerme doğadan gelen tehditler karşısında insana ve toplumuna güveni içinde barındırıyor.

Paylaşma fiili, toplumsal ilişkilerle bu derece iç içe olduğundan şu bilgiyi çıkartabiliriz: İnsan doğa güçlerine karşı ancak toplumsal varlığına dayanarak kendine özgü eylemi gerçekleştirebilir. Doğa güçleri karşısında Tanrılar izin verdiği için değil, paylaşmaya imkân veren ilişkilere sahip olduğu için böyledir.

Aslında paylaşım olmadan toplum olamıyor; her sistem bir yönüyle de maddi zenginlikleri paylaşım düzeneğidir; fakat Boccaccio insana özgü olanın maddi olmayanları paylaşmakta aradığına göre sadece ilişkiler ağına sahip bir tür değil, dayanışmacı bir tür olduğumuzu düşünerek işe başlamış olmalı. Maddi olmayanı paylaşmak, birlikte tüketmekten farklıdır ve bu da insana ve topluma güvenin temelini oluşturur. Hümanizm bu güvenden gelişti; güvenin eleştirisi ise özünde hümanizm eleştirisi.

Saramago Körlük romanında medeniyete o kadar güvensiz bir kurgu ortaya koymuş ki ayakta kalamayacağını göstermek için toplumu medeniyetin öncesine savurur. Doğadan gelen saldırıda toplum, anaerkil toplayıcı düzeye geri döner.

Toplayıcı toplumlar üretmezler ya da çok az üretirler. Saramago’nun kurgusundaki anaerkil toplayıcı toplum da üretmiyor, sadece kendisinden önce üretilmiş olanları yağmalıyor. Artık bir üretim sistemine sahip olmadığı için acılar da toplum ölçeğinde paylaşılamıyor ve ileri düzeyde yabancılaşmış bir yığın ortaya çıkıyor.

Saramago’nun kurgusunda doğadan gelen saldırılarda hayatta kalmak küçük kabilelere özgü bir ayrıcalık ve üretici güçlerin daha fazla gelişmesine iman vermediği için hümanizmin insan merkezli dünya algısının inkârı. Hatta Saramago, salgın ortamında toplumun aldığı biçimi özetlediği şu cümlelerle doğayla mücadele koşullarında, doğa-insan çelişkisinin var olmadığı durum yoktur, toplumun var olmayacağını iddia ediyor:

“Koğuştan çıkan tökezler, birbirine çarpıp düşerdi, rahatsız edilenler ötekine hakaret eder, kaba saba konuşur, rahatsız edenler de aynı üslupla karşılık verir, ama kimse bunları önemsemezdi.” 

Romanda salgınla “uygarlık insanların kuyulardan su çektikleri çağa gerilemişti.” Oysa doğadan gelen güçlü saldırıları insanlık üretici güçleri ve toplumsal örgütlenmesini güçlendirerek aşabildi. Saramago’nun kurgusunda ise toplum, anne-çocuk bağı bile ortadan kalkacak şekilde çözülerek artık var olmadığı için teknolojinin ürettiği ve medeniyetin insana sunduğu kullanım araçları kullanım değerlerini koruyamazlar: “Havadaki pis kokular karşısında içeride eşyanın el değmemiş beyazlığı saçma görünüyordu.”

Saramago’nun kurgusunda etrafı insan pisliği kapsar ve her yere bulaşır. Bir anlamda insan kendi pisliğinde boğulur. Oysa Avrupa’da kanalizasyon sistemi Veba salgınına karşı tedbir olarak geliştirilmişti. Burada tartışılan insanın doğa güçlerini kontrol altına alabilme yeteneği; hümanizm o yeteneğe güvene dayanır, posthümanizm ise eleştirisine.

Dede Korkut’un Deli Dumrul hikâyesi, inşa ederek herkesten bir şeyler alabileceğini, erliğin, bahadurluğun (yiğitliğin), cılasunluğun (kahramanlığın) bu tahsilat yoluyla Ruma, Şama gideceğini, çavlanacağını (üne kavuşacağını) düşünmenin ve doğa güçlerine hükmetmeye kalkmanın, delilik olduğunu güçlü estetikle anlatır. Deliliktir çünkü kurallar insan değil Tanrı tarafından konulur; her şeyin merkezinde Tanrı vardır.

Körlük metaforu bu hikâyede de kullanılmıştır. Deli Dumrul’un meydan okuduğu Azrail gelince körlük ortaya çıkar, Deli Dumrul’un görür gözü görmez olur, “Dünya âlem Deli Dumrulun gözüne karafıu oldu.” 

Deli Dumrul’un hikâyesi de bir tür insanın merkezde olma çabasına eleştiri sayılabilir; hümanizmden önce geldiği için de prehümanizm dememizde sakınca yok. Hikâye inşanın mülkiyet hakkı yaratmasına nesnel olmayan bir itirazı da içerir fakat özel mülkiyeti kendi nesneleriyle ilişkileri içinde anlamadığı için Marksizm’in özel mülkiyet eleştirisinden farklıdır.

Körlük kurgusunda da doğanın saldırısı özel mülkiyeti kaldırır ama insanlığı anaerkil toplayıcı topluma geri göndererek. Özel mülkiyet, insan örgütlü şekilde doğayı mülk edinecek güçlere sahip olmadığı için artık yoktur, üretici güçler meta ekonomisini aşabilecek düzeyde geliştiği için değil.

Saramago’nun toplumunda “bir parça kuru ekmekten yayılan nefis koku yaşamın özüydü.” Saramago, insanı mülkiyeti ortaya çıkartan artığı üretemeyeceği kadar geriye iterek, kuru ekmeğin kokusunu yaşamın özüne dönüştürerek özel mülkiyeti ortadan kaldırmıştır. İnsanların çiğ et yemeğe alıştığı bu düzeyde devleti de âdeta buharlaştırır.

Yazar küçük grubumuza hükümete ihtiyaç olduğunu, insanın örgütlü olduğu sürece hayatta kaldığını söyletiyor; “ölüm ise örgütsüzlüğün sonucundan başka bir şey değil” cümlesini kurduruyor. Ama Körlük romanındaki insan, doğadan gelen saldırı karşısında o örgütü yaşatabilecek güçlere sahip değildir.

Saramago, posthümanist sıfatını kendisi için kullansın ya da kullanmasın, Körlük kurgusu, insan merkezli toplumun doğadan gelen saldırıya karşı koyamayıp çözülecek kadar zayıf olduğunu ileri sürdüğü için posthümanist sayılmalı. Saramago’nun varlığına inandığı “insanların içinde doğal olarak bulunan insansevmezlik” gerçekte insanın hümanizmdeki merkezî konumuna itiraz olarak okunabilir.

Körlük’teki itiraz ile Boccaccio’nın insana özgü olanı arayışının karşı tezler olduğunu düşünüyorum. İnsana özgü olanın egemen olduğu dünyada insan egemen olacaktır; Körlük kurgusundaki dünyada ise köpekler insanlardan daha egemen. Hatta insan cesetleri sokak ortasında köpeklere yemek oluyor.

Kadınların şiddet yoluyla yemeklere el koyan koğuşa seks kölesi olarak gönderildiği sahneler, Körlük romanına insanın ne kadar güvenilmez olduğunu göstermek için yerleştirilmiş. Onun merkezde olabilmesi yani hümanizm mümkün değildir! Sahnelerdeki erkek davranışları, feminizmin, Hristiyanlıktaki doğuştan günahkâr kadın kültünü bu sefer tersten, doğuştan günahkâr erkek kültü şeklinde yeniden üreten biçimine de kullanışlı malzemeler sunuyor. Posthümanist düşünce içinde hümanizmdeki insanın aslında beyaz erkekle sınırlı olduğunu iddia ediliyor. 

İnsan reddiyesi olarak Batı’da ortaya çıkan posthümanizm, hümanizmle beraber Batı açısından Bacon’a kadar giden bilimsel düşüncenin eleştirisine dayanır. Eleştirinin yöneldiği yerde gerçekte Doğu var. David Noble’ın dediği gibi “İcat Çağı 13. yüzyılda dilenci keşişlerin (ve tüccarların) karadan Orta ve Doğu Asya’ya seyahatleriyle başlar.” 

21. yüzyılda Batı’nın bilim, teknoloji ve üretim üzerindeki tekelini kaybetmesiyle ve Doğu’nun ortak çıkmasıyla eş zamanlı ortaya çıkan posthümanizm, icat eden, yaratan insana eleştiridir. Bilim, teknoloji ve üretimin insanlığın daha geniş bölümüne yayılması, insanların koridorlarda birbirine çarpıp düşmelerine değil ama hegemonyanın tökezlemesini neden oluyor. Distopya günümüzde her şeyden daha fazla bu eleştiriden besleniyor.

Teori dergisi, eleştirinin eleştirisini önümüzdeki aylara dosya olarak hazırlayacak.

Etiketler
Hümanizm; Posthümanizm; Saramago; Körlük