“Mali krizlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bütçe açığı döneminin ne başı belliydi ne de sonu. Personeli sürekli değişmesine rağmen toparlanamayan kötü yönetim, devletin mali durumunu ele geçirmiş olan sinsi hastalığın tek devasının borç almak olduğunu düşünüyordu… Maliye bakanı bile, en zor koşullarda çok yüksek faizle yeni bir kredi almayı başardığı için Grandük’ten soyluluk unvanı almıştı.”
Yukarıdaki satırlar Abdülhamit dönemini anlatan bir tarih kitabında değil, Alman yazar Thomas Mann’ın hayali bir Alman devletçiliğinin çöküşünü anlattığı Majesteleri Kral romanından alınmıştır.
Bu Alman devletçiğinde de köhnemiş bir saray vardır ve saray “bir demiryolu kralının” kontrolü altına girer. Romanın yaptığı çağrışımlar, yazarın kurguyu II. Abdülhamit dönemine bakarak geliştirdiğini düşündürecek düzeydedir. Oysa Eric Hobsbawn’ın İmparatorluk Çağı başlığıyla anlattığı 19. yüzyılın son çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünü kabullenmiş bir hükümeti tasvir etmek isteyen her roman, kaçınılmaz olarak Abdülhamit’in saltanat yıllarını hatırlatan sahneler içerecektir.
Uyum sağlama biçimi: Mutlakiyetçilik
1878 Mart ayında Avrupa’nın diplomasi kulisleri Doğu Sorunu nedeniyle ortaya çıkan krizle boğuşuyordu. Osmanlı hükümeti gelişmeler hakkında resmî olarak bilgilendirilmediğinden, Avrupa’daki Osmanlı sefaretleri kulislerden ve basından bilgi toplamak zorunda kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’un işgaline yol açabilecek Doğu Sorunu kaynaklı İngiliz-Rus savaşı ihtimalini de içeren yoğun diplomatik trafikte denklemin ve resmî bilgi akışının dışına itilmişti.
Londra’daki Osmanlı Büyükelçisi Musurus Paşa, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye konuyu ancak “kendi adına ve kişisel olarak” sorabildi.[1] Berlin’de kongre toplanmasının planlandığını İngiliz Büyükelçi Layard, Babıâli’ye 18 Mart’ta kısa notla bildirmiştir ve yazı kongrenin gündemi hakkında bilgi içermez.[2] Berlin Kongresi çalışmaya başladığında başkanlığını yapan Bismark, Abdülhamit rejiminin Avrupa devletler sistemindeki yerini, Osmanlı delegasyon başkanı Karatodori Paşa’yı herkesin ortasında azarlayarak ve söz hakkına sahip olmadığını söyleyerek gösterecektir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu 1876’da anayasalı rejime geçmiş, Kanun-i Esasi tam da Tersane Konferansı’nın toplandığı gün top atışlarıyla ilan edilmişti. O toplar Büyük Güçlerin Şark politikalarının üzerine atılıyordu. Hariciye Nazırı Safvet Paşa’nın ifadesiyle, Doğu Sorunu nedeniyle Büyük Güçlerin toplanmasına artık gerek kalmamıştı.
Berlin Kongresi ise sadece Doğu Sorununda yeni bir statü yaratmayacak, Türkiye’de istibdat rejiminin kurulmasına da zemin hazırlayacaktır. Berlin’de kurulan düzen, siyasal iktidar sarayda toplanırken idari sistemin adem-i merkeziyetçi bir yapıya yönelmesine neden olmuştu. Berlin Anlaşması’nın özellikle Makedonya’da kurduğu düzen emperyalist çıkarlara o kadar uygundu ki, Sevres Anlaşması yazılırken Makedonya modeli örnek alınacaktır.[3]
Makedonya’nın özerk yapısı adım adım gelişerek istibdat dönemi boyunca terör eylemlerinin merkezine ve mali denetim komisyonu eliyle emperyalist modele dönüşmüştü.[4] Engelhgardt “Berlin Kongresi, mezhep işlerinin idaresi hususunda Osmanlı bağımsızlığına en kuvvetli ve etkili darbeyi indirdi” diyor.[5] Anayasalı rejimi doğası gereği dışlayan bu en kuvvetli ve etkili darbenin sonucu olarak İslamcılık politikası, Berlin sisteminin mezhep işlerine getirdiği düzenlemeye uyum sağlamanın yolu sayılabilir.
Hilafet, istibdat dönemi boyunca Büyük Güçlere karşı kullanılmadı. Fakat Boksör Ayaklanmasında görüldüğü gibi Çin’de bile Büyük Güçlerin hizmetine sunulduğu örnekler bulabiliyoruz.[6]
François Georgeon’a göre “1881’de sultanın çıraklık dönemi sona ermişti.”[7] O yıl Berlin Anlaşması’nın sonuçları da ortaya çıkmaya başladı: Düyûn-u Umumiye kuruldu; Fransa Tunus’u işgal etti; İngiltere 1878’de Abdülhamit’in onayıyla işgal ettiği Kıbrıs’ın Babıâli’ye ödenmesi gereken gelirlerini mali sermayeye tahsis ettiğini açıkladı;[8] Mısır’ın işgali için son hazırlıklar da tamamlandı.
Abdülhamit saltanatının kuruluşu ile Berlin Anlaşması’nın üzerine basacağı küresel yapı, 19. yüzyıl ortasında başlayan Doğu Sorununun finansallaşması sürecinin en üst aşamasına ulaşması eş zamanlıdır ve bu rastlantı değildi. “Mısır Mısırlılarındır” sloganıyla işgale karşı koyan Urabi Paşa’nın liderliğindeki Vatan Partisi programının başta gelen maddelerinden biri, İkili Kontrol ve Borçların Tasfiyesi Kanunu’na ve Batı’nın mali denetimine karşı mücadeleydi.[9] Daha Kıbrıs’ta İngiliz işgali için yapılan konvansiyon kaleme alınırken İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, İstanbul Büyükelçisi Henry Layard’a konvansiyonun mali sermayeyi teşvik edecek şekilde düzenlenmesi için talimat vermişti.[10] Fransız emperyalizminin ve Tunus’taki Fransız protektorasının mimarı Jules Ferry, Tunus operasyonunu başlattığında konunun banker olan kardeşi Charles Ferry ve bankerler sınıfının menfaatleriyle ilgili olduğu konuşuluyordu.
Abdülhamit rejimi, Berlin sistemini kabullenmiş bir hükümetin 19. yüzyılın son çeyreğinde alabileceği biçimdir.
Türkiye’nin “Paralel Eylemi”
Bernhard Brosius, Tarihin Yapıları’nda şu tespiti yapıyor:
“Kapitalizmin oluşumu örneğinde bir anlamda ‘feodalizmin en yüksek ve son aşaması’ olan mutlakiyetçilik, kapitalist üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin gelişip yayılma evresine işaret ediyor. Dolayısıyla bugün bize ‘ütopik feodal bir yapı’ gibi gelen mutlakiyetçilik, yükselen kapitalist tehdidin bir göstergesidir.”[11]
Brosius tezini Avrupa’dan örnekleyerek açıklar ve İngiltere’de bu evreye, 1604 yılından itibaren kapitalist sınıfı geri püskürtmeye ve mutlakiyetçi bir rejim tesis etmeye çalışan Stuart gericiliğinin damga vurduğunu söyler.
Türkiye’de ise modern mutlakiyetçiliğe damgasını vuran Stuart’tan 270 yıl sonra II. Abdülhamit yönetimidir. Geriletmeye çalıştığı kapitalist sınıf değildir ama “feodalizmin son aşaması” olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı bürokrasisi, özellikle Hariciye kökenli yönetici elit 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra imparatorluğu Batı modernleşmesine benzeterek ayakta tutabileceklerine inanmıştı ve bu inançlarını bir iktidar paradigmasına dönüştürebildiler.
Modernleşme her zaman dayanacağı ve yeni inşa edilen sistemin finansmanını sağlayacak bir sınıfa ihtiyaç duyar. 1860’larda anonim şirketler kurularak ve o şirketlere fabrikalar açtırılarak kapitalist işletmeler yaratılmaya çalışılmıştı. Şirketlerin hisseleri Babıâli paşalarına, biraz da zorla satıldı; muhtemelen millî anonim ortaklıkların Tanzimat’ın iktisadi alt yapısını oluşturması umut ediliyordu.
Kapitalist işletme için üretim aracının tedarik edilmesi yeterli değildir; işletmeyi yönetecek formasyona sahip sınıfın da olması gerekir. İmparatorlukta o sınıf yoktu; açılan fabrikalar bir süre sonra tasfiye edildi. Yine Tanzimat süreci devam etti. Tanzimat’ın finansmanı yerli burjuva sınıfı tarafından değil, Avrupa mali sermayesi tarafından sağlanmıştır diyebiliriz. Yukarıda Abdülhamit’in Avrupa mali sermayesiyle uyum sağladığını gördük; o zaman feodalizmin son ve Necip Fazıl Kısakürek’e göre en yüksek aşaması olarak Abdülhamit mutlakiyetçiliği hangi sınıftan tehdit algısının sonucuydu?
Türkiye’deki muhafazakâr eğilimli siyasetin Abdülhamit üzerinden yeni bir kahraman yaratma çabasında Necip Fazıl Kısakürek’in Ulu Hakan II. Abdülhamit Han kitabının önemli yeri var. Yazarın dedesi İstibdat döneminde önemli siyasi davalara da bakan İstanbul İstinaf-Cinayet Mahkemesi Reisi idi ve hizmetlerinden dolayı Mecidiye Nişanı ile ödüllendirilmişti. Kısakürek, Abdülhamit’in tüm Osmanlı padişahları içinde hem dindarlıkta hem de devlet adamlığında en üstünü olduğu söyleyerek, Abdülhamitçiliğin sadece Mithat Paşalarla ve İttihatçılarla değil, Fatih Sultan Mehmet gibi Osmanlı padişahlarıyla da bir kavga olduğunu gösteriyor. Kitapta Abdülhamit, isim vererek Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ile de karşılaştırılıyor ve hepsinin üzerinde yer aldığı iddia ediliyor.
Kısakürek’in Jön Türk ve parlamento düşmanlığı ve anti-semitik öğelerle süslü tezleri, Abdülhamit’in en fazla monarşist karakterini öne çıkartır. Kitapta “Tenkit bahanesiyle tahrip, kurtarıcılık rolü altında batırıcılık faaliyetinden başka hiçbir işi olmayan” Meclisin, Abdülhamit tarafından kapatılması şöyle değerlendirilir:
“Meclisi kapatmakla Abdülhamit, tepeden inme şahsiyetini meydan yerine dikmiş ve artık kollama, gözetleme ve ayarlama çığırını tamamlamış oluyordu.”[12]
Mutlakiyetçiliğin bizde parlamentolu siyasal yaşama karşı darbe olduğunu biliyoruz. 1867’de tüzüğü kaleme alınan La Jeune Turquie Partisi’nden itibaren demokratik hareket, kendileri farkında olsun ya da olmasın, millî burjuva ideolojinin ilk kuramsal nüvelerini temsil ediyordu. Mutlakiyetin tepeden inme şahsiyeti, özellikle eğitimdeki modern kurumlarla ilişkilerine rağmen millî burjuva toplumun dinamiklerine karşı, Avrupa sistemiyle uyum sağlayan feodal refleks olarak görülebilir.
Abdülhamit’in feodalizmin son aşaması olduğunu biliyoruz; “son imparator” yakıştırması bunu ifade ediyor. Mütareke Döneminde Vahdettin-Damat Ferit partisinin mutlakiyetçiliği tekrar ayağa kaldırma denemeleri fiyaskoyla sonuçlandı.
Abdülhamit’in devrilmesi ve servetine el konulması zenginliklerin şirketleşerek ilk önce ticaret ve bankacılık, 1913’ten sonra millî iktisat sayesinde üretime yönelmesinin önünü açtığına ilişkin işaretler vardır. Örneğin Şevket Pamuk’un verdiği bilgiye göre, kilit sektör olan pamuklu dokumadaki fabrikalaşmaya, istibdat dönemini de kapsayacak şekilde 1913 yılına kadar devletten hiçbir destek gelmemiş, hatta bu girişimler loncaların direnişiyle karşılaşmıştı.[13]
İki dünya savaşı arasındaki dönem, Türkiye’de sanayileşmenin ve kalkınmanın, önderi burjuva sınıfının olmasa da başarılabileceğini gösterdi. 1923-1940 arasındaki süreç söylemde küçük toprak sahiplerini ülke iktisadiyatının temeli olarak gören modern kamu gücüne dayandı; mutlakiyetçilik ise “ütopik feodal bir yapıya”. Mutlakiyetçiliğin temel bilgileri, Millî İktisat ve Cumhuriyetin dinamikleriyle ve dayanaklarıyla çelişkilerinde aranmalı.
Robert Musil Niteliksiz Adam adlı romanında 20. yüzyılın başında mutlakiyetçi Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in 70. tahta çıkış yıldönümü nedeniyle düzenlenecek kutlama hazırlıklarını anlatır ve hazırlıklara “Paralel Eylem” adını verir. Roman, ömrünü tamamlamış Habsburg Hanedanı sanki hâlâ canlıymışçasına hareket etmenin yarattığı trajik ve gülümseten sahnelerle dolu. Paralellik, eylemin hayata ve zamana yani maddi gerçekliğe aykırılığını ifade ediyor.
Günümüzdeki Abdülhamitçi kampanya Türkiye’nin “Paralel Eylemi” olarak isimlendirilebilir. Musil, Paralel Eyleme konu ülkeyi şöyle tarif eder:
“Devlet anayasasına göre liberaldi, ama yönetim ruhban sınıfı ağırlıklıydı. Ruhban sınıfı ağırlıklıydı ama, özgür düşünceli yaşanmaktaydı. Yasanın önünde bütün vatandaşlar eşitti, ama zaten herkes vatandaş sayılmıyordu. Bir parlamento vardı, fakat özgürlüğünü akıl almaz ölçülerde kullanılması yüzünden genelde kapalı tutulurdu.”
Yazar liberal sıfatıyla feodal hukuka dayanmayan anayasayı, “özgür düşünceli yaşam” ile belle-époque döneminin yozlaşmış yaşam biçimini kastediyor.
Türkiye, Abdülhamit yönetimi altında benzer bir süreci yaşadı. İktidar İslamcılık iddiasındaydı, fakat özellikle başkentteki sosyal yaşamda güçlü bir alafrangalık hâkimdi. Parlamentolu anayasa raflarda duruyordu, uygulanması “geçici süreyle” ertelenmişti. Osmanlı Vatandaşlık Kanunu 1869’dan itibaren yürürlükteydi, fakat pratikte nerdeyse kimse vatandaş sayılmıyordu.
[1] 15 Mart 1878, Musurus Bey’den Safvet Paşa’ya, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri (BOA) HR SYS 1243/1/28.
[2] 18 Mart 1878, Layard’dan Safvet Paşa’ya, BOA HR SYS 1243/1/39.
[3] 4 Şubat 1920’de Londra’da yapılan müttefikler arası konferansta “Birkaç yıl önce devletler Makedonya üzerinde bir mali denetim” kurduklarını hatırlatan Fransız delege Cambon şu öneriyi yaptı: “Bu yönetim altında Makedonya dinginliğe kavuşmuş ve bu sistem devrime kadar süregitmiştir. Bu bir somut örnek olabilir.” Anlaşmanın Makedonya modeli örnek alınarak yazılması diğer delegeler tarafından da kabul edildi. (Osman Olçay, Sevres Anlaşmasına Doğru Çeşitli Konferans ve Toplantı Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler, A.Ü. S.B.F Yayınları, Ankara, 1981, s. 8.)
[4] 1905’de Abdülhamit yönetimi Osmanlı Bankası’ndan Makedonya’nın mali yönetimin üstlenmesi istedi. Aynı yıl eyaletteki mali danışmanlık ve maliyeyi denetleme hakkı büyük güçlerin oluşturduğu mali denetim komisyonuna devredildi. Jön Türkler 1909’da sonlandırana kadar uluslararası denetim komisyonu varlığını devam ettirmiştir. (André Autheman, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Osmanlı Bankası Bank-ı Osmanî-i Şahane, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, İstanbul, 2002, s. 194.)
[5] Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s. 472.
[6] Çin’de Boksör Ayaklanması başladığında Büyük Güçler Abdülhamit’den Halife sıfatıyla Müslümanların ayaklanmayı desteklemesine mani olmak üzere bir nasihat heyeti göndermesini istemişler, Abdülhamit’in üç kişilik heyeti Alman gemileri ve parasıyla Çin’e gitmiş, hiç kimse muhatap almadığından heyet nasihatta bulunamadan geri dönmüştü. (Barış Adıbelli, Osmanlı’dan Günümüze Türk-Çin İlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2007, s. 109-111.)
[7] François Georgeon, Sultan Abdülhamit, Homer Kitapevi, İstanbul, 2006, s. 134.
[8] 10 Mart 1881, Musurus Paşa’dan Hariciye Nezareti’ne, BOA HR SYS 893/1/92.
[9] Süleyman Kızıltoprak, Mısır’da İngiliz İşgali: Osmanlı’nın Diplomasi Savaşı (1882-1887), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40.
[10] Layard tarafında Londra’ya taslağı gönderilen konvansiyonun 5. maddesi Lord Salisbury tarafından, “kapitalistleri korkutmayacak şekilde” değiştirilmiştir. A.H. Layard’dan Marquis of Salisbury’ye, Further Correspondence Respecting the Convention Between Britain and Turkey of June 4, 1978. Presented to both Houses Parliament by Command of Her Majesty. London, Printed By Harrison and Sons. BOA HR SYS 895/3/44.
[11] Bernhard Brosius, Tarihin Yapıları Tarihsel Materyalizme Giriş, :Çeviren: Nejat Ağırnaslı, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, e-kitap.
[12] Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamit Han, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1981, s. 166.
[13] Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2005, s. 147.