Gerhard Schröder’e göre Avrupa ve dünya

Gökhan Dağtekin

GİRİŞ

Eski Almanya başbakanı Gerhard Schröder'in tarihçi Gregor Schöllgen'le birlikte yayımladığı kitabı yepyeni, 25 Ocakta çıktı. Kitabın başlığı "Son Şans- Yeni bir dünya düzenine neden hemen ihtiyacımız var" olarak çevrilebilir. Schöllgen, 2017 yılına kadar profesörlük yapmış, bu süre içerisinde Alman Dışışleri Bakanlığında ataşelerin eğitiminden de sorumlu olan tarihçi New York, Oxford ve Londra da öğretim vermiş, Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerinin ve Willy Brandt'ın mektuplarının yayıncılığını da üstlenmiş. Diplomasi ve dış politika tarihi üzerinde yoğunlaşan Schöllgen'in habilitasyon tezi "Imperialismus und Gleichgewicht" (Emperyalizm ve Denge) Alman İmparatorluğu ve Büyük Britanya'nın Ortadoğu'daki güç rekabetini işlemektedir. Yine Schöllgen "Das Zeitalter des Imperialismus" (Emperyalizm Çağı) adlı el kitabının yazarıdır.[1] Schöllgen "Angst vor der Macht" (Güçten korkmak, güç politikasından kaçınmak anlamında) kitabında Avrupa'nın jeopolitik esaslara dayanan aktif dış politika yürütmesi gerektiğini savunmuştur. Schöllgen NATO'yu bir ayakbağı olarak görmektedir ve zaten çözülüş sürecinde olan NATO'yu tasfiye etmekten yana pozisyon almıştır. Schöllgen ayrıca Willy Brandt'ın ve Gerhard Schröder'in biyografisini yazmıştır.

Tartıştığımız kitapta hangi ksımların Schröder'e, hangilerinin Schöllgen'e ait olduğuna dair bir bilgi yok. Fakat, göreceğimiz üzere, Schöllgen ve Schröder'in görüşleri zaten örtüşmektedir. Ayrıca bir Almanya başbakanının onaylamadığı hiçbir cümlenin altına imza atmayacağı varsayımıyla biz bu kitabı "Gerhard Schröder'in görüşleri" olarak yorumlamakla hata yapmış olmayız. Aşağıda "Schröder'in kitabı" ve "yazar" kelimelerini kullanmamın sebebi Schöllgen'in emeğini inkâr değil, bizim açımızdan Schröder'in görüşlerinin daha mühim olması ve daha kolay okunurluk açısından bunu tercih ediyorum. Fakat kitabı Schröder'in Schöllgen'le birlikte yayımladığını burada tekrar hatırlatmak istiyorum.

I. "... EN SON TAHLİLDE NATO FESHEDİLMELİDİR"[2]

G. Schröder'ın kitabındaki ana konulardan bir tanesi NATO'nun Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte işlevini yitirmesidir. Avrupa'nın ve toplamda Batı'nın birlikteliğini sağlayan tek şeyin ortak düşman SSCB olduğunu belirten Schröder, 1991'den sonra NATO'nun hâlâ Soğuk Savaş parametrelerine göre hareket ettiğini yazıyor. NATO'nun (AB ile birlikte) Doğu Avrupa ve eski Sovyet devletlerine doğru genişlemesinin büyük bir hata olduğunu belirtiyor. Bu konuda George F. Kennan'ın[3] 90'larda belirtmiş olduğu aynı yöndeki tespitlere kitabın başında ve sonunda yer veriyor.[4] NATO'nun Soğuk Savaş sonrası ancak Rusya'yı düşmanlaştırmayı sürdürerek kendi varlığını sürdürdüğünü (Rusya'nın da buna mukabele ettiğini) ve bunun büyük bir hata olduğunu anlatan yazar, NATO olduğu sürece Avrupa'nın her sorunun çözümünde "geriye yaslanıp" çözümü ABD'den beklediğini söylüyor. Avrupa devletlerinin kendi coğrafyalarında bile "sorumluluk alma" yönünde gereken kapasiteleri geliştirmediklerini, siyasi birlik sergileyemediklerini ve irade de göstermediklerini ifade ediyor. NATO'nun mevcut şekliyle varlığını sürdürdüğü sürece Avrupa ülkelerinin ABD'ye bağımlılıktan çıkamayacağını ve yeni dünya düzenine uygun kendi politikalarını hayata geçiremeyeceğini savunuyor. NATO'nun siyaseten tasfiyesinin NATO'nun askeri, teknik ve lojistik kabiliyetlerinin tasfiyesi anlamına gelmeyeceğini belirtiyor Schröder.

ABD'nin Avrupa'nın istek ve çıkarlarını ne Soğuk Savaş döneminde ne de sonrasında, asla ciddiye almadığını, daima kendi çıkarları doğrultusunda ve bu çıkarlar sözkonusu olduğunda da son derece gaddarca hareket ettiğini yazıyor Schröder. Amerika'nın Ortadoğu ve Afrika'ya olan ilgisinin ortadan kalktığı, oralarda "istikrar unsuru" (!) olmaktan çıktığı koşullarda Avrupa'nın ABD'nin bıraktığı boşlukları doldurmak zorunda olduğunu anlatıyor Schröder. Schröder, Avrupa devletlerinin egemenliklerinden vazgeçmeleri ve AB'nin daha devletvari bir yapıya doğru evrilmesinin gerekliliğini savunuyor. Küresel ölçekte Avrupa devletlerinin ulus devlet olarak hiçbir ağırlığının olmayacağı varsayımıyla dünyaya bakıyor. Avrupa devletlerinin "milli egoizmleri" ve "partikülarizmleri" ABD'nin egoizminin yanında "Batı diye bir şeyin laftan ibaret" olmasının temel sebebi olarak gösteriliyor yazar tarafından.

II. TÜRKİYE VE BATI ASYA COĞRAFYASINA BAKIŞ

Kitabın 6. bölümü Kürt meselesinin uluslararası boyutuna ayrılmış. Bölümün başlığı "Tehlikeli komşular: Kürt dörtgeni" (Gefährliche Nachbarn: Das kurdische Viereck) olarak seçilmiş.

Başlangıç cümlelerini aynen aktarıyorum:

"Ön Asya bölgesini 40 yıla aşkın bir süredir sarsan depremin siyasi ve coğrafi bir merkezi vardır. Bu merkezin yer aldığı bölge, genel olarak "Kürdistan" olarak adlandırılan bölgedir. Kürtlerin hiçbir zaman kendilerine ait bir devleti olmadı ve göründüğü kadarıyla öngürülebilinir zaman içerisinde olmayacak da."[5]

Kitap bu bölümde Kürtleri ve Kürdistan bölgesini Ön Asya sorunsalının merkezine koymasına karşın, ABD ve İsrail'in Kürdistan devleti kurma projesine değinmiyor.

Türkiye, Suriye, Irak ve İran'ın hiçbir ortak çıkarı olmayan düşman ülkeler olduğunu anlatan Schröder, bu ülkelerin yalnızca Kürt bağımsızlığını ezme konusunda ortaklaştığını söylüyor. Baba Bush'ın birinci Irak Savaşında Saddam Hüseyin'i iktidardan indirmeme kararını ABD'nin Irak'ın toprak bütünlüğünü koruma kaygısıyla açıklıyor Schröder. NATO ortağı Türkiye'nin Kürt sorunu sebebiyle bunu asla kabul etmemesi ve Irak'ın toprak bütünlüğünün sarsılmasının İran'ı güçlendirmesi kaygısıyla hareket etmiş yazara göre Washington. Bölümün başında zaten Schröder "depremin siyasi merkezinin" İran'da olduğunu, buradaki "volkan'ın" 1979'dan beri "kesintisiz aktif" olduğunu yazıyor. Schröder İran'ı çok geniş bir coğrafyadaki (yalnız Batı Asya değil, Orta Asya içlerine kadar) sorunlardan sorumlu tutuyor. Bu doğrultuda Çin'in müslüman Uygurlara karşı gaddar ve totaliter baskıcı politikalarını ve Rusya'nın 1980'deki Afganistan'a müdahalesini CIA, vahhabizm veya Suudi Arabistan'ın faaliyetleriyle açıklamıyor, bunları İran İslam Devrimi ve İran "rejiminin" faaliyetleriyle açıklıyor. Müslüman azınlıklar sebebiyle Rusya ve Çin'in radikal İslam'dan ötürü son derece tedirgin olduğunu anlatan Schröder, burada İran, Çin ve Rusya arasında ciddi bir karşıtlık görüyor. İran'ın ABD'yi sürekli tahrik ettiğini yazan Schröder, Kasım Süleymani'nin şehit edilişini de İran'ın provokasyonun direkt bir sonucu olarak tanımlıyor. Ayrıca İran'ın bu provokasyonlarıyla ABD'yi hamle yapmaya zorlamak istediğini, Süleymani cinayetinin İran'ın bu sebeple istekleriyle örtüştüğünü yazıyor. İran'la ilgili bir bölüm:

"İran kendi sınırları dışında pozisyonlarını vurucu kuvveti yüksek milisler vasıtasıyla kurup geliştiren, İsrail'i yok etme hedefini açıkca beyan eden ve yıllardır bomba yapımı amaçlı nükleer program üzerinde çalışan aşırı yayılmacı politik bir güç. İran'ın İslam Cumhuriyeti'nin ilanından bu yana kendini savunmada gördüğünü kabul etsek dahi, ki sekiz yıllık Birinci Körfez Savaşı'nın akabinde bu haklı sayılmalıdır, tüm düzlemlerdeki taaruz siyasetleri bir ön savunma olarak kabul edilebilinecek herşeyin çok ötesine geçiyor."[6]

Başka yerde şöyle diyor: "İran'ın uşaklarının faal oldukları her yerde gerilerinde bir yıkımın şeridini bırakıyor".[7]

ABD'nin İran'la nükleer antlaşmasını bozmasının ne denli yanlış ve tehlikeli olduğunu ve Avrupa ülkeleriyle arasında yarattığı anlaşmazlıkları anlatıyor yine Schröder. İran'ın, Lübnan ve Suriye'deki kuvvetli varlığını temel bir sorun olarak gören Schröder, şöyle diyor: "İsrail'in yok edilmesi (Alm.Vernichtung) İran siyasetinin hedefleri arasında olduğu sürece Tahran bu iki ön karakolunu terk etmek istemeyecektir ve terkedemez".[8]

Schröder, Türk- Rus ilişkisini, çatışmayla birliktelik arasında gelip giden karmaşık bir ilişki olarak tanımlıyor. Karabağ sorununda Azerbaycan'ın arkasında Türkiye, Ermenistan'ın arkasında Rusya'yı gören Schröder, bu iki gücün uzlaşmasının Suriye için de önem taşıdığını, çünkü Ankara ve Moskova'nın mutabık olmadan savaşın bitmeyeceğini yazıyor.

Göçmen krizinin Türkiye'nin elini güçlendirdiğini anlatan Schröder, Türk başbakan ve cumhurbaşkanlarının aşağılayıcı koşullarda Bonn ve Berlin'de bekleme salonlarında bekletildikleri dönemlerin geride kaldığını, 2016'da Merkel'in neredeyse her ay Tayip Erdoğan'ın "sürekli konuğu" olduğunu anlatıyor. Mülteci meselesinde Avrupa'nın Türkiye'ye (ve Libya, Fas gibi başka otokratik ülkelere) muhtaç olduğunu, Türkiye'nin bundan dolayı elinin güçlü olduğunu söylüyor Schröder.

Mülteci konusunda Türkiye'nin "doğru tarafta- Suriyeli sivilerin yanında" olduğunu bir alıntıyla ifade eden Schröder, bir sonraki cümlesine şöyle devam ediyor:

"Kürtlere karşı yürütülen askeri sefer içinse bu geçerli değil. Onların [yani Kürtlerin, GD] bir kısmının, özel olarak Kürt İşçi Partisi (PKK) içerisinde örgütlenmiş olanlar ve sempatizanları, Türkiye açısından ciddi tehdit oluşturdukları şüphesiz. Erdoğan'ın Kürtleri sonunda toplu olarak düşman ilan etmesi iyi niyetli gözlemciler için bile anlaşılır değil. Suriye'de onlara karşı savaşıp İŞİD'in en kararlı ve etkili düşmanlarından birini zayıflatması müttefikleri tarafından alternatifsizlikten yumruklarını sıkarak kabullenmek zorunda kaldı."[9]

Suriye'deki "Kürtleri" (kastedilen PYD/ YPG olsa gerek) PKK'dan apayrıymış gibi yorumlayan Schröder, aslında birkaç cümle sonra bu ifadesiyle çelişiyor:

"Türkiye tekrar tekrar Suriye'ye girdi, tekrar tekrar İdlib iline ve üç kere dolaysız veya dolaylı olarak Kürtlere karşı: Üç operasyonla, "Fırat Kalkanı" 2016 yılının ortasında, "Zeytindalı" 2018 başlarında ve "Barışpınarı" Ekim 2019'da, Fırat nehrinin batısı ve Irak sınırına kadar doğusunu Türk denetimi altına almakla Erdoğan'ın üç hedefi vardı: Birincisi 2 milyon Suriyeli sığınmacının koridora geri yerleştirilmesi, ikincisi burada Kürt özyönetiminin yıkılması, çünkü burayı, haklı olarak, PKK'nın bir kalesi olarak değerlendiriyordu. Aynı zamanda Suriye'ye yerleşmenin ve Irak'ta aynı yönde hareketlerin ifade edilen hedefi Lozan Antlaşmasının revizyonuydu. Orada Türkiye 1923'te 1.Dünya Savaşı öncesi topraklarının en büyük kısımlarından vazgeçmek zorunda kalmıştı."[10]

Burada Kuzey Suriye'deki Kürt özyönetimi birdenbire "PKK'nın kalesi" oluveriyor. Diğer yandan yetkili ağızlardan zaman zaman ifade edilen yeni Osmanlıcı söylemlerin bizi anlamaya çalışan aktörlerin kafasını ne denli karıştırdığını ve güvensizlik yarattığını Lozan revizyonizmi sözlerinden anlayabiliyoruz.

ABD'nin Suriye'den çekilme politikasını Schröder şöyle yorumluyor:

"Trump'ın bunu taahhüt etmesi ve sonrasında uygulaması [Suriye'den çekilme konusunda taahhüt, GD] birçok gözlemcide şok yarattı. Hiç şüphesiz Kürtler, onurlu ve savaşla sınanmış [kampferprobt= mücadeleyle sınanıp o, sınavdan alnının akıyla çıkma anlamında, GD] bir halk, bu savaşın kurbanları arasındadır."[11]

Trump'ın Barışpınarı harekatından birkaç ay önce NATO ortağı Türkiye'nin, "Kürtlere saldırması" halinde ekonomisini imha etmekle tehdit etmesini de NATO'nun ittifak olarak ciddiyetsizliği ve kifayetsizliğinin göstergesi olarak değerlendiriyor Schröder. Bir NATO ülkesinin diğer bir partnerini bu şekilde tehdit etmesinin, diğer yandan birkaç ay sonra da tam tersi bir politik "dönüş" yapmasını eleştiriyor Schröder. NATO'nun tümden değersizleştiğinin göstergesi olarak tarif ediyor Schröder bunu (Not: Macron'un NATO'nun beyin ölümü sözünü de onaylıyor Schröder başka bir yerde).

Schröder kitabın altıncı bölümünü Türkiye'nin gücüyle ilgili değerlendirmeyle kapatıyor:

"Erdoğan'ın bunları [ABD'nin S-400 yaptırım tehditlerini, GD] şaşırtıcı derecede rahat karşılamasının sebepleri vardı. Bir yandan Türkiyen'in elinde belli başlı baskı araçları var. ABD ordusu İncirlik üssü ve Kürecik radar üssüne muhtaç. Diğer yandan Türkiye artık kayda değer bir savunma sanayisine sahip. Türk şirketleri helikopter, tank, muharip uçak ve ilaveten birtanesi İsrail olmak üzere az sayıda ülkelerden biri olarak SİHA geliştiriyor, üretiyor ve ihraç ediyor. Gerçi ülke şu anda özellikle motor teknolojisi konusunda yurtdışından ithalatalara bağımlı, fakat etkili silah sistemleri artık Dağlık Karabağ, Suriye, Irak ve Libya'da kullanılıyor, gelecek bölümde göreceğimiz üzere. Ankara'nın savunma sanayisi ve birçok bölge devletinin ürünlerine artan bağımlılığı Türkiye'nin açıkladığı hedefi olan Doğu Akdeniz'de bölgesel öncü güç [Alm.Vormacht] olma hedefinde hızla ilerlemesini sağlıyor. Bu da diğer yandan mecburi olarak dünyanın en eski ve patlamaya hazır kriz bölgelerinden bir tanesini etkiliyor: Ortadoğu bölgesi."[12]

III. TÜRKİYE'DEKİ PROPAGANDA SAVAŞI AÇISINDAN SCHRÖDER'İN KİTABI

Değerlendirmeye geçmeden önce, kitabın ülkemizdeki siyasi mücadele açısından yararlı yönlerini kısaca işlemek istiyorum. Kitabın Türkiye'deki Atlantik propagandasına karşı mücadele açısından faydalanabileceğimiz bazı argümanları şöyle sıralayabiliriz:

1)    Türkiye'de Atlantikçiler ve Batı hayranlığından kendini kurtaramayan iyi niyetli vatanseverler Natoculuk yapadursun: NATO'nun ne kendine ne de dünyaya hayrı var.

2)    Turuncu Biden tayfası tank palet fabrikasına karşı kampanya yürütürken, SİHA'larla ilgili "damat" üzerinden itibarsızlaştırma propagandası yaparken, Dünya (ve Batı!) Türk devletinin, Türk ordusunun ve Türk savunma sanayisinin gücünü konuşuyor.

3)    Schröder yalnız Ortadoğu ve bölge bağlamında Türkiye'den bahsetmiyor. Yeni Dünya Düzeninin yükselen güçlerini sayarken daima Türkiye'yi de sayıyor. Çin, Rusya, Türkiye'yi değişen dünya dengelerinin örnekleri olarak sayıyor özellikle kitabın kapanış bölümünde. Phoenix televizyonuna verdiği röportajda gene Avrupa'nın mecburi partnerleri olarak Rusya ve Türkiye'yi sayıyor.[13]

4)    Batı'nın dünya ülkelerine sözünü istediği gibi geçirebileceği günlerin geride kaldığını, Batı'nın birlikteliğinin çözülüş içerisinde olduğunu tespit ediyor eski Almanya şansölyesi.

5)    Avrupa'nın kurulan yeni dünyanın kaybedeni olduğunu, keskin bir düşüş içerisinde olduğunu, kendine acilen çeki düzen vermesi gerektiğini ("son şans") yalnızca biz değil, Batı'nın önemli liderlerinden biri söylüyor.

6)    Covid krizinin istisna değil, kaide olduğunu, Avrupa devletlerinin hemen hemen tüm kritik meselelerde sınıfta kaldığını yine biz değil, Schröder söylüyor.

7)    ABD'nin müttefikliğinin "kaç para" ettiğini, bize inanmak istemeyenler, Schröder'den dinleyebilir.

8)    Yine Batı'nın hukuk, demokrasi ve insan hakları konusunda attığı nutukların değersizliğini Schröder'den okuyabiliriz.

9)    ABD'nin Avrupa, Batı Asya ve Afrika'dan geri çekilişini, buralara "ilgisini kaybettiğini" Schröder belirtiyor.

10)  Schröder Amerika'nın Avrupa ve dünyayla sorunlarının ne Trumpla başladığını ne de Trump'ın gidişiyle sona ereceğini; Joe Biden'ın gelişinin temelde hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ifade ediyor.

IV. DEĞERLENDİRME: ATLANTİKÇİLER, ILIMLI EMPERYALİSTLER VE AVRASYA

Gerhard Schröder'in kitabı eski bir devlet adamı ve Rus gaz şirketlerinin yönetim kurullarında

yöneticilik görevleri olan bir kişinin görüşlerini yansıtmasından dolayı önemli değil. Esas önemi, Avrupa'da büyüyen bir eğilimi temsil etmesinde yatmaktadır. Bu eğilimin, Türkiye ve Asya açısından son derece olumlu olduğu ve bize işbirliği ve diyalog kapıları açtığı kesin. Bunu daha sonra tartışacağım. Öncesinde bu eğilimi nasıl tarif edip nereye oturtmamız gerektiği konusunda fikirlerimi belirtmek istiyorum.

Schröder'in temsilcisi olduğu eğilim, Avrupa'nın ABD'nin güdümünde ilerlemesine karşı net tavır koyduğu için son derece olumludur. Schröder, Avrupa'nın ABD'nin velayetinden (Vormundschaft. Hamilik veya koruyuculuk demiyor, velayet diyor!) kurtulması gerektiğini söylüyor. Bu Schröder'in Avrasyacılığı savunduğu anlamına gelmiyor. Schröder'in temsil ettiği eğilimi ben ılımlı emperyalizm olarak tanımlamayı uygun görüyorum.

Schröder, örneğin Fransa'nın Mali ve Afrika'daki askeri müdahalelerinden büyük hayranlıkla bahsediyor, Avrupa'nın da, daha büyük ölçekte, bu şekil hareket etmesini istiyor. Ayrıca Macron'dan hep övgüyle bahsediyor, aynı vizyonu paylaştığını işaret ediyor. Başka bir örnek: ABD'nin 1991'de Somali'de askerlerinin dünya medyasının gözlerinin önünde katledilmesinden sonra kriz bölgelerine müdahale etmekten kaçınması (11 Eylül sonrasına kadar) Schröder açısından dünya için büyük bir talihsizlik. Çünkü dünyadaki krizlerin Batı'nın akılcı ve yerinde “sorumluluk” almamasıyla büyüdüğünü savunuyor.

Çin Schröder'e göre hegemonyacı, Pasifik'teki ve Asya'daki tüm iddiaları hukuksuz ve yapay ve Çin'in hegemonyacı yayılmacı politikası dünyayı istikrarsızlaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Çin pandemiyi, totaliter ve baskıcı bir ülke olduğu için, kritik başlangıç aşamasında önlemek yerine inkâr etti, dünyada Covid böylece yayıldı. Ancak sonrasında, yine baskıcı bir ülke olduğu için, başarılı bir mücadele verdi. Pandemi sürecinde Avrupa'nın iç kargaşası Çin'in Avrupa'da (AB + Balkanlar) güçlenmesi açısından fırsat yarattı. Avrupa "uyuyorken" Çin bilinçli bir şekilde Avrupa içinde de ipleri eline alma yolunda ilerliyor. Rusya ve Çin'in de esas olarak hiçbir ortak çıkarları yokken, Batı'nın beceriksiz politikası, bu iki düşman ülkeyi birbirine yaklaştırıyor. Schröder'in perspektifinde Batı dışındaki tüm dünya bir karanlıklar diyarı: Dünya bir yangın yeri, herkes herkese düşman, bütün yönetimler baskıcı, zalim, hak hukuk tanımaz, Batı dışında insanlığın büyük bir kısmı karanlıklar içinde debeleniyor, bu koşularda da bir takım yeni güçler ilerliyor. Batı'nın bu dünya içerisinde kendi mevzilerini savunması gerekmektedir. Kime karşı? ABD'den bağımsız, politikadan bu gücün ABD'ye karşı oluşturulmak istendiğini çıkartmak son derece yanlış.

Schröder'in fikirleriyle neredeyse tamamen örtüşen fikirleri eski Avusturya Dışişleri Bakanı Karin Kneissl da savunmaktadır (bkz: Karin Kneissl, Wachablöse- Auf dem Weg in eine chinesische Weltordnung, Viyana, 2017.)[14] Kneissl, Bismarck'ın Realpolitik geleneğini savunduğunu ifade ediyor. Batı'ya eleştirileri, yeni bir dünya düzeninin oluştuğu tespiti, Asya'yla bütünleşme savunusuyla eşanlamlı değil. Tam tersi, Batı'yı, özellikle Avrupa'yı, beceriksizlik ve iradesizlikle suçluyorlar. Yükselen Asya'nın Batı'nın dünya içerisindeki konumunu tehdit ettiğini, buna karşı acilen gerçekci çözümler üretilmesi gerektiğini savunuyorlar. Schröder, bu bağlamda Avrupa'nın beceriksizliğini "diletantizm" kelimesiyle tarif ediyor. Yalnızca Çin değil, Türkiye, İran, Pakistan, Kuzey Kore gibi birçok ülke mevzi kazanırken, Batı'nın Asya'yla jeopolitik rekabeti kaybetme yoluna girdiğini anlatıyor bu akım. Schröder, Kneissl, Siegmar Gabriel, Merkel gibi siyasetçiler burada Batı'nın ABD'ye yaslanarak veya dümeni ABD'ye bırakarak hiçbir mevziyi savunamayacaklarını farketmiş durumdalar. Bunu, hatta Friedrich Merz gibi Atlantikçiler bile tespit ediyor.

ABD'den bağımsızlaşmayı savunan bu akım esas olarak Soğuk Savaş öncesi büyük güç politikasına (Großmachtpolitik)[15] dönüşü savunuyor. ABD'nin şemsiyesi altında dünya politikası yapılamayacağını, ABD'nin emperyalist-kapitalist dünyanın liderlik görevlerini artık yerine getiremediğini gören bu ılımlı emperyalistler, Avrupa düzleminde birleşip yükselen yeni güçleri dengelemeyi savunuyorlar.

Bismarck'ın politikasını ılımlı emperyalizm olarak tarif edebiliriz: Çatışma aranmaz, çatışmaya ancak 1) mecbur kalındığında 2) avantajlı konumda olunduğunda girilir. Bu politika kendine etki ve hegemonya alanları oluşturur, ama aynı zamanda rakiplerinin etki alanlarını da, güç dengeleri çerçevesinde, gözetir. Güce saygılıdır, maceracı değildir, rasyoneldir. İdeolojik değildir, gerçekci ve pragmatiktir. Yani görece makul emperyalizm de diyebiliriz.

Biz Avrupa'nın Asya'yla “bütünleştiği” iddiasını ABD ile uyuşmazlıkların yanında Asya'yla her alanda yoğunlaşan ekonomik ilişkileri de dayanak göstererek savunuyoruz. Bu meseleye fazla girmemekle birlikte, argümanı şu örnekle sorgulamakta fayda görüyorum: 19. yüzyılda Batı devletleri arasında son derece yoğun ekonomik ilişkiler vardı, karşılıklı ekonomik bağımlılıklar azami derecedeydi. O dönemin (“Belle Epoque”) Batısı neoliberal döneme kadar bir daha görülmeyecek şekilde iktisadi olarak karşılıklı entegre olmuştu. Fakat bu olumlu ekonomik ilişkiler Batı devletlerinin jeopolitik kapışmasını sonlandırmamış, jeopolitik rekabet sürmüştür. Avrupa'nın ılımlı emperyalistleri de elbette bugün Kuzey Akım 2 projesini veya Çin'le ekonomik ilişkileri savunmaktadır. Bunun ekonomik ve diplomatik ilişkilere olumlu yansıması da inkâr edilemez. Ama bu jeopolitik karşıtlığın ortadan kalktığı anlamına gelmez.[16] Karin Kneissl, kitabının kapak içine Şi Jinpin'in Bir Kuşak Bir Yol Projesini herkes için bir kazan- kazan tasarımı olarak tarif eden sözlerini alıntı olarak koymuş. Kitabın içindeyse Çin'in hegemonyacı olduğunu, olayların öyle hep kazan- kazan olmadığını, Çin'in jeopolitiği son derece bilinçli, zeki ve sert oynadığını anlatıyor. Yani kitabın mesajını şöyle de özetleyebiliriz: “Elbette ekonomik gidişatın dışında kalamayız, ama o kazan- kazan masallarına inanmıyoruz, kendimizi size karşı koruyacağız, sizi dengeleyecek stratejileri oluşturacağız.”

Schröder, ABD'nin Afrika'dan ve Ortadoğu'dan çekildiğini, Çin'in, Türkiye'nin burada ilerlediğini, Avrupa'nın buralarda ABD'nin oluşturduğu boşlukları acilen kapatması gerektiğini anlatıyor. Schröderler, Kneissllar Batı'nın dünya hegemonyasının sona erdiğini görüyor, ama bütün dünyayı yükselen Asyalı rakiplerine “yar etme” niyetinde değiller.

Türkiye'ye yönelen ana tehdit elbette ABD ve İsrail'den gelmektedir. Dolayısıyla oraya odaklanmamız son derece doğal. Fakat her şeyi “Amerikancılık/Antiamerikancılık”, “Atlantikçilik/Avrasyacılık” dikotomisine oturtarak yorumlarsak Avrupa'daki aktörlerin stratejik yönelimlerini yanlış veya eksik değerlendirme riski oluşur. Amerikancılık/Antiamerikancılık, Atlantikçilik/Avrasyacılık dikotomesi emperyalizmin hedefinde olan ülkelerde son derece anlamlıdır, belirleyici diyalektiği tarif eder. Emperyalist Batı ülkelerinde bu diyalektik aynı netlikte geçerli değildir. ABD ile uyuşmazlık Asya'nın lehine olmakla birlikte, Asya'yla bütünleşme eğilimi anlamına gelmemektedir.

Avrupa'da Le Pen gibi, AfD gibi milliyetçi aktörleri Avrasyacı olarak nitelersek bunun doğruluk payı yüksektir. Sistem bu küreselleşme karşıtı milliyetçilere tüm gücüyle saldırıyor, dolayısıyla milliyetçiler sistemle savaşıyor. Ayrıca, ulusların Avrupa'sı istese dahi dünya üzerinde anlamlı herhangi bir emperyalist iddia sürdüremez.

Ilımlı emperyalistler bunun farkındalar. Ulusal egemenlikten büyük ölçüde vazgeçilmesini, tüm gücün AB düzleminde toplanmasını savunmaktadırlar. Bir tarafta onları “adam yerine koymayan” ABD'nin, diğer tarafta Çin ve yükselen Asya'nın olduğu dünya koşullarında Avrupa, emperyalist çıkarlarını ancak birleşerek belli ölçüde koruyabileceğinin hesaplarını yapmaktadır. Bu amaç için Avrupa'nın asgari konfederatif/azami federatif bir yapıda birleşmesi gerekmektedir. Bu sebeple Avrupa'daki egemen sınıfların ezici çoğunluğu ulus devlet düşmanıdır. Ulus devlet düşmanlığı hayatidir: Dışarıda mazlum milletlerin ulus devletlerinin parçalanması stratejinin bir ayağıdır, Avrupa'nın ise birleşmesi diğer ayağı. Bu çerçevede Avrupa'da sistemci kuvvetlerin Le Penlerle, AfDlerle uzlaşması mümkün değildir. Ulus devletin, farklı yönde ve amaçla da olsa, içeride ve dışarıda tasfiyesi emperyalizm açısından yaşamsaldır.

Şunu görmeliyiz: Ulusların Avrupası, Asya ile bütünleşir. Ne başka çaresi ne de buna karşı koyacak bir gücü vardır. Birleşen Avrupa ise emperyalist çıkarlarını değişen dünya koşullarında müdafaa iddiasını sürdürmenin program ve stratejisidir.

Schröder ile ilgili küçük bir hatırlatmayı faydalı görüyorum. Schröder, Irak Savaşına girmeme kararı alan ve daima Rusya'yla diyalog çizgisini savunun bir siyasetçiydi. Fakat Schröder aynı zamanda:

1)    Almanya'nın neoliberal dönüşümünü gerçekleştiren başbakandı. “Almanya'nın Margaret Thatcher'i” dersek çok da yanlış bir benzetme olmaz.

2)    Kosova Savaşına Almanya'yı sokan başbakandı. Almanya, II. Dünya Savaşından sonra ilk kez bir saldırı savaşında yer aldı.

3)    Afganistan Savaşına katılabilmek için Bundestag tezkeresini gensoruyla bağlayacak kadar savaş politikasıyla siyasi kariyerini riske atan başbakandı. Schröder'in Savunma Bakanı Struck: “Almanya Hindukuşta [Afganistan dağları, GD] savunuluyor” (“Deutschland wird am Hindukusch verteidigt”) sözü büyük güç politikası doktrininin tezahürü olmuştur, Amerikancılığın veya Antiamerikancılığın değil.

Bu olaylar Almanya tarihinde derin paradigma değişiklikleriydi. Bu paradigma değişikliklerini sağ bir iktidar asla yapamazdı. Sol bir iktidarın bunları yapması gerekiyordu. Almanya'da esas olarak neoliberalizm ve küreselleşmenin yolu Schröder döneminde açıldı. Bu yalnızca basit bir ekonomi politikası değişikliği değil, temel bir emperyalist siyaset programatiğinin bir parçasıdır. Almanya'nın ülke savunması haricinde hiçbir savaşa katılamayacağı AFC'nin kurulduğu günden 1999'a (yani Schröder'e) kadar devlet doktrini sayılıyordu. Alman anayasasının 26. maddesi saldırı savaşlarını yasakladığı için bu devlet doktrini aynı zamanda hukuk doktrini olarak kabul ediliyordu ve Almanya'da tüm kesimlerin ortak konsensüsü olarak değerlendiriliyordu.

Schröder kamuoyunu, kendi partisini ve tabanını karşısına aldı, siyaseti büyük infial yarattı. Gerhard Schröder'in temel pozisyonları başbakanlık yıllarından bu yana değişmedi: O günlerde de Avrupa'nın dünyada “sorumluluk” almasının hayati olduğunu savunuyordu.

Net ifade etmek istiyorum: Ilımlı emperyalistler Avrupa ordusunu Mehmetçiğe kardaş, Çin askerine yoldaş, İran kuvvetlerine silah arkadaşı olsun diye kurmak istemiyorlar. Batı'nın zayıf ve beceriksiz siyasetlerini eleştiriyorlar. Yükselen Asya gerçeğini, çok kutuplu dünya gerçeğini, değişen güç dengelerini gördüklerini her fırsatta belirtiyorlar, ama aynı şekilde her fırsatta yükselen Asya'yı jeopolitik rakip olarak değerlendirdiklerini de ifade ediyorlar. Biz olayı salt ABD dostluğu/ karşıtlığı üzerinden yorumladığımızda gözlüğümüz bu gerçekliğin bir kısmını görüyor, diğer kısmını göremiyor.

Avrupa'da Atlantikçilerle ılımlı emperyalistler arasında bir strateji ve siyaset ayrışması var. Bu ayrışma anlamlı ve mühimdir. Fakat bu Avrupa'daki temel çelişki değildir. Her iki kuvvet emperyalist sistemin parametreleri içerisindedir. Siyaset farklılıkları elbette önemlidir, ama aralarında çatışma yoktur. Siyaseti Atlantikçilerle ılımlı emperyalistler (bütün ana akım partilerde her iki eğilim de vardır) birlikte belirlerler, bunların arasında öyle müthiş bir kapışma olduğu tezi doğru değildir. Temel çatışma sistemcilerle (Atlantikçiler + ılımlı emperyalistler) milliyetçiler arasındadır. Bizim çıkarlarımız sistem içi rekabette (bu bir çatışma, kapışma değildir, rekabettir) ılımlı emperyalistlerle, temel çatışmada ise milliyetçilerle örtüşmektedir.

V. ILIMLI EMPERYALİSTLERİN TÜRKİYE VE PARTİMİZ AÇISINDAN DEĞERİ

Schröder'in temsil ettiği eğilimin Avrasyacı olmaması bizim açımızdan onların değerini azaltmaz. Avrupa'daki milliyetçiler mevcut sistemle çatıştıkları için değerlidirler. Ama onların şu an için sistem içerisinde belirleyici bir kuvvetleri yok. Seçim kazansalar dahi ülkenin gerçek yönetiminin onlara kolay kolay teslim edilmeyeceğini gerek Le Pen, gerek Trump örneklerinden gözlemleyebiliriz. Milliyetçiler, aldıkları oy ne olursa olsun veya Trump gibi hükümet olsalar dahi, ana akım siyasetin dışında tutulmaktadır.

Ilımlı emperyalistler ise ana akım siyasetin, Avrupa egemen sınıflarının asli ve merkez unsuru oldukları için bizim açımızdan kıymetli. Ilımlı emperyalistler Avrupa'da iktidar mevzilerinde, orada saldırgan emperyalistlerle (Atlantikçiler) birlikte ülkeleri yönetiyorlar.

Ilımlı emperyalistler birincisi ABD'den bağımsızlaşmayı temsil ediyorlar.[17] Emperyalizmin birlikteliğinin çözülmesi insanlık adına büyük bir olay. Bu Türkiye'nin de, Asya'nın da önünü açmaktadır. Onun dışında ılımlı emperyalistler, tanımladığım ve tarif ettiğim üzere saldırgan değildirler. Özellikleri diplomasiye önem vermeleri, dengeli siyaset yürütmeleri, pragmatik olmaları. Bu eğilim güce saygılı, gerçekçi ve makul. Kuvvet dengeleri ölçüsünde ortaklaşmalara daima hazır aktörler var karşımızda.

Bu durumda Avrupa'nın Asya'yla jeopolitik rekabetin sürmesiyle beraber ekonomik ve diplomatik ilişkilerin de gelişeceğini, ılımlı emperyalistlerle ortaklaşabileceğimiz alanların daima olacağını öngörebiliriz.

Avrupa ve Asya'nın ekonomik ilişkilerinin artarak süreceğini görmek çok güç değil. Fakat Avrupa ekonomisini Çin'in stratejik etkisine karşı daha fazla koruma altına aldığında veya Asya güçlerinin jeopolitik ilerleyişine karşı konumlar aldığında bunu salt “Atlantikçilerin marifeti” ve “ABD'ye teslimiyet” olarak yorumlamak eksik ve gerçeklikle örtüşmeyen bir bakış açısı olur. Bu Amerikan dayatması değil, Avrupa'nın öz politikasıdır.

SONUÇ

Bizim elbette tüm emperyalistleri “aynı kefeye” koyma gibi bir lüksümüz olamaz. Bu devrimcilik değil, ahmaklık olur. Parti olarak ılımlı emperyalistler Batı'da Atlantikçilere karşı desteklememiz ve ittifak etmemiz gereken başlıca kuvvetlerden birisidir. Bu kuvvetle ilişkileri hızlı bir şekilde geliştirmeliyiz. Vatan Partisinin ve liderinin dünyada itibarı hızlı bir şekilde yükselmektedir. Tarif ettiğim eğilimin bizimle dostane ilişkiye gayet sıcak bakacağı kuvvetle muhtemeldir. Bu eğilim Türkiye'nin ve partimizin gücünün farkında. Karşı cepheden baksalar da, yazdıkları her kelime bizim dünya tespitlerimizi doğrulamakta.

Avrupa için alarm zilleri çalıyor. Değişen dünya düzeni onları derin kaygılara salıyor. Schröder'in deyimiyle Avrupa “son şansını” oynamakta. Bizimse bahtımız açık...

 

[1] Batı'daki burjuva tarihi emperyalizm kavramını 1. Dünya Savaşı öncesi büyük güç rekabetini tarif etmek için kullanmaktadır. Bunun Lenin'in ve antiemperyalistlerin emperyalizm kuramıyla hiçbir ilgisinin olmadığını anlamadığımız takdirde yorum hataları yaparız. Burjuva perspektifi tekelci kapitalizmin bir dünya emperyalist-kapitalist sistemi oluşturduğu varsayımına dayanmıyor, emperyalizmi geçmiş bir döneme ait jeopolitik rekabet olarak kavrıyor. Ancak günümüz dünyasıyla geçmiş "emperyalizm dönemiyle" önemli paralellikler olduğunu tespit ediliyor.

[2] Gregor Schöllgen/ Gerhard Schröder, Letzte Chance- Warum wir jetzt eine neue Weltordnung brauchen, Deutsche Verlags Anstalt (Penguin Random House Group), München, 2021, s.222.

[3] Bilindiği üzere George F. Kennan 2. Dünya Savaşı sırasında Moskova Büyükelçiliği yapmış ve ABD'nin Soğuk Savaş paradigmalarının oluşturulmasında kritik rol oynamış ünlü diplomat ve tarihçi.

[4] a.g.e., s. 47 ve s. 235.

[5]a.g.e., s. 121.

[6]a.g.e., s. 127-128.

[7]a.g.e., s. 131.

[8]a.g.e., s. 135.

[9] a.g.e, s. 141.

[10]a.g.e., s. 141.

[11]a.g.e., s. 142.

[12]a.g.e., s. 142-143.

[13]Bkz. www.youtube.com/watch?v=1k0xx8LA8-o.

[14]Türkçe: Devir teslim- Çinli Dünya Düzenine Doğru olarak çevirebiliriz kitabın adını. Kitapta Bismarck'ın adı geçmiyor olabilir, ama Realpolitik terimi geçiyor. Ayrıca konferanslarında kendini Bismarck geleneğine ait gördüğünü ifade ediyor.

[15]Okuyucuyu yanıltmamak için ekliyorum: Schröder veya Kneissl savundukları çizgi için bu kelimeyi kullanmıyorlar. Ama tarif ettikleri dış siyaset stratejisi bu gelenekle tümüyle örtüşmektedir. Schöllgen'de kitaplarında büyük güç politikasını işlemektedir.

[16]Bunun sebeplerini burada derinleştirmeyeceğim.

[17]5 Şubat 2021 tarihli Alman devlet kanalı Phoenix'teki röportajında Schröder yeni dünyayı üç kutuplu olarak tarif ediyor: Bir tarafta ABD, diğer tarafta Asya ve lideri Çin, arasında bağımsız kalması gereken bir Avrupa. Bu koşullarda AB'nin bir etkisi olabilmesi için partnerlere ihtiyacı olduğunu ve bu partnerlerin arasında mecburen Rusya ve Türkiye'nin daima olması gerektiğini ifade etti. Bkz. www.youtube.com/watch?v=1k0xx8LA8-o.

Avrupa