Solun içindeki konjonktürel gibi görünen ayrışma ve çatışmaların çoğu (gerek pratikte gerekse de akademide), aslında daha büyük bir sorunun yansımasıdır. Bu sorun, solun dört teorik derinliğinin yeterince araştırılmamış ve anlaşılmamış olmasıdır; ve genel olarak sosyalizm teorisi, bu analitik titizlikten mahrum bırakıldığında, güncel ya da “duruma göre” gelişen tartışmaların sahası gibi görünmeye başlar. Oysa aşağıda göreceğimiz gibi, devam eden ve bitecek gibi görünmeyen çoğu tartışmanın şimdiki durumla hiçbir ilgisi yoktur, aksine bu tartışmalar, dört teorik derinliğin tarih boyunca tekrarlanan yanlış anlaşılmalarının, defalarca tekrarlanan çeşitli tarih yazımı hatalarının etrafında büyümektedir.
1. Sınıfların keşfi
Solun dört teorik derinliğinin ilkini Marx ve Engels keşfetmiştir. Bugüne kadar hem Batı hem de Doğu sosyalizmini en çok meşgul eden, üzerinde en çok düşünülen ve eser verilen, buna rağmen en yüzeyde duran katman budur. Daha açık söylemek gerekirse, modern sol düşünce iki sınıfın çatıştığının ve tarih boyunca sınıfların çatıştığının keşfedilmesiyle başlar; ama bu sadece en yüzeydeki katmandır. Çünkü iki sınıfın çatıştığının teorideki tespiti, on dokuzuncu yüzyıl ve sonrasında da pratikte bir devrimle sonuçlanmamış, modern devrimler başka bir teorinin gücüne dayanmak zorunda kalmıştır.
Peki bu sınıfların çatışmadığı, Marx ve Engels’in yanıldığı anlamına mı gelir? Pek sayılmaz, çünkü klasik Marksizm ve emek-değer teorisi bugün kâğıt üstünde de, dünya ekonomisinin eğilimlerinde de hâlâ işliyormuş gibi görünür; ama devrim için yeterli bir donanım sunmaktan uzaktır. Bunun sebebi teorinin yanlış olması değil, ama çatışan sınıfların aslında bir yüzey belirtisi, bir sonuç, bir semptom olmasıdır. Bunun ne anlama geldiğini aşağıda göreceğiz.
2. Emperyalizm kavramının teoriye eklenmesi
Yirminci yüzyıl pratik devrimlerinin de kökeni olan ikinci derinliği, önce Lenin daha sonra Mao keşfetmiştir. Şimdi burada karşımıza sınıfa karşı sınıf değil, emperyalizme karşı halk devrimi kavramı çıkar. Daha spesifik bir dille ifade etmek gerekirse, millî demokratik devrim… Ve bu derinlik keşfedildiği anda, gerçekten de sonraki fiili antiemperyalist savaşların ve gerçekleşmiş devrimlerin genel bir ifadesi olur.
Kısacası, ilk derinlikte kapitalizmle, ikinci derinliğe indiğimizde ise emperyalizmle mücadele ederiz. Ama nasıl olur? Emperyalizm kapitalizmin daha ileri bir aşaması değil miydi, mantıken kapitalizmin arkasından gelmesi gerekmiyor muydu, nasıl teorik olarak daha derininde olabilir? Burası oldukça kafa karıştırıcı bir derinliktir, hem kapitalizmi yenmek için bu derinliğe inmemiz gerekir hem de sağduyumuz onun “daha yüzeyde,” “daha sonradan” olduğunu bize telkin etmektedir. Lenin’in emperyalizm tarifi de, yani onun emperyalizmi büyüyen sermayenin ihraç edilmesi olarak tanımlaması da bu hatalı sağduyuyu beslemiş, böylelikle emperyalizm on yıllar boyunca otonom ve salt ekonomik bir hareket olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Dahası, Lenin’in ikinci derinliği keşfeder keşfetmez yaptığı bu küçük hata, bugün iki ayrı Leninizm’in ortaya çıkışına sebep olmuştur. Bunlardan ilki Batı emperyalizmine karşı Doğu uluslarının bağımsızlığını savunan Leninizm’dir, diğeriyse her egemen ve sermaye ihraç eden ulusu (bugün Afrika ve Asya ülkelerinde yerleşik şirketler dahi dış ülkelere kendi çapında sermaye ihraç ediyor), emperyalist ya da alt-emperyalist olarak tanımlayan, böylelikle ulusal egemenlikten kurtuluşu emperyalizmden kurtulmakmış gibi değerlendiren, etnik toplulukların özerkliğini, federasyonları, yeni devletçikler oluşmasını vs. savunan değişik türden bir Leninizm’dir. Bu ikisi arasındaki çatışma elbette bugün de devam ediyor ve öyle de olmalıdır zaten.
Ama Lenin neden emperyalizmi salt ekonomik bir eğilim olarak tanımlar ve bu tanım sebebiyle Leninizm neden karpuz gibi ikiye ayrılmıştır? Bunun sebebi, az önce belirttiğimiz gibi, ikinci derinliğin oldukça kafa karıştırıcı bir yapıda olmasıdır. Emperyalizm kavramını hem teorik olarak daha derinde hem de olgusal olarak daha sonradan gibi tanımlamak kolayımıza gelir, aksini düşünmek aklımıza bile gelmez… Ama derinlik sarhoşluğunun sebebi aslında, üçüncü derinliğin henüz keşfedilmemiş olmasıdır. Üçüncü derinlik keşfedilmeden emperyalizmi ele almak ve analize tabi tutmak gerçekten de zorlu bir süreçtir ve bugüne taşan tartışmaların da kökenidir.
3. Şarkiyatçılık kavramının sosyalist teoriye davet edilmesi
O halde emperyalizmin daha derinindeki teorik katman, üçüncü derinlik nedir? Ya da emperyalizmi taşıyan daha kalın kütle hangisidir? Bu katman şarkiyatçılık ya da genel olarak Batı-merkezciliktir. Çünkü şarkiyatçı bir güdü olmaksızın emperyalizmin “geri kalmış” Doğu halklarına medeniyet ve özgürlük taşıdığını iddia etmek mümkün değildir; kalkınma, insan hakları, bireysel özgürlükler, evrensellik gibi kavramları savunabilmek de bir o kadar imkansızdır.
Ve dahası bu derinlik keşfedildiği anda her şey bir anlığına berraklığa kavuşmuş gibi olur. Emperyalizmin ve pratik ırkçılığın altında Batı-merkezciliğin bulunduğu iddiası sosyalizm teorisinde bir kez kabul edildiğinde, Leninizm’in yanıtsız bıraktığı bazı sorunlar ve bununla ilişkili “iki ayrı Leninizm” sorunu çözülmüş gibi olur. Şimdi antiemperyalizmi Doğu uluslarının Batı emperyalizmi karşısındaki bağımsızlık mücadelesi olarak ele almak hem meşru hem de kullanışlı bir yoldur. Ve emperyalizm destekli otonomi, federasyon, bölünmüş devletler gibi projelerin solda yeri olmadığı apaçık bir hale gelir. Her şey basitleşmiş gibidir.
Lakin dördüncü derinlik henüz keşfedilmemiş olduğu için burada da karmaşık sorunlar derhal gün yüzüne çıkar. Ya da Batı-merkezcilik karşıtı mücadele de nihayetinde karpuz gibi ikiye ayrılır. Bunlardan ilki Batı-merkezciliği Yunan-Avrupa şuuruna atfeden ve Doğu uluslarının bağımsızlığını savunan yoldur; ikincisi ise her Doğu ulusunun da aslında Yunan-Avrupa şuurunun temsilcisi ve devamı olduğunu iddia eden, böylelikle ulusal egemenliğin parçalanmasını Batı’nın parçalanması olarak ele alan postmodernitedir.
Dördüncü derinlik henüz keşfedilmeden Batı-merkezciliğin keşfi, bu parçalanmanın sebebidir. Çünkü üçüncü derinlik keşfedilmiş olsa bile, hâlâ Yunan-Avrupa şuurunun ne olduğunu tanımlayan objektif kriterler elimizde değildir; sadece karşıtlık, ötekileştirme, dışlama gibi dolaylı ilişkilere dayanan Batı ve Doğu tanımları mevcuttur. Ama Batı’yı ve Doğu’yu içeriden kavrayabileceğimiz düşünsel yetkinlik açığa çıkmamıştır.
4. Batılı ideosferin keşfi
Bu sebeple dördüncü derinliğin keşfi bugün bir zorunluluk haline gelmiştir. Dördüncüsü, yani Yunan-Avrupa şuuru, yüzeyinde şarkiyatçılığı taşıyan Batılı düşünce atmosferi, ya da Batılı ideosfer nedir? Veya aynı anlama gelmek üzere, “Yunan mucizesi” ile başlayan ve Roma’da doruğa ulaşan Batılı imparatorluk şuuru nedir? Bu emperyalist şuur kısaca, mülkiyetin kastlara ve sınıflara, devletin kurumlara, ve egemenliğin merkezden dışarıya doğru bölünüp parçalandığı demokrasi ortamıdır. Hem liberaller hem de geleneksel Marksistler için medeniyetin ve elbette bunun sonucu olarak tarihin, Yunan mucizesi ve sınıfların ortaya çıkışı ile başlaması şaşırtıcı değildir. Bir başka deyişle, medeniyetin Batı tarihi ile eş tutulması iki düşman kutbun paylaştığı bir ön kabuldür. Hatta Marx, bazı noktalarda oldukça açık konuşmuş, tarihin başlangıcını Asyaî devlet egemenliğinin yıkılması ve köleliğin ortaya çıkışı olarak tanımlamıştır (ama bilindiği üzere Asya tipi devleti kölelikten daha arkaik bir kurum olarak ele almak Marksist teori içinde çözümsüz çelişkilere yol açmıştır).
Gözden kaçırılmaması gereken nokta, ve birçoklarının da zamanla fark ettiği şey, Yunan-Avrupa şuurunun ötekisi olarak, devletin monolitik, egemenliğin merkezî, sınıflarınsa belirsiz olduğu Asya tipi devlet ya da “barbarlık,” “tiranlık” olgusunun tarihteki mevcudiyetidir. Avrupa medeniyeti, Asya tiranlığına karşı demokrasi olarak tarif eder kendisini. Ve Marx da bu sebeple, Asya tipi devleti keşfettiği anda onu tarihsel materyalist teorisinde yerleştirecek bir yer bulamaz ve tarih-dışına, medeniyet-öncesine doğru havale eder. Böylelikle hem geleneksel Marksizm’de hem de liberalizmde, Asya tarih-dışı ve medeniyet-öncesi, Asya toplumu ve insanı sınıfsız; Avrupa tarihsel ve medeni, Avrupa toplumu ve insanı sınıflara bölünmüş olur. Devrim de bu yüzden Marx’a göre sınıflara bölünmüş, nihayetinde proletaryayı da doğuracak olan Avrupa ortamını gerektirir, çünkü tarih ve diyalektik ilişkiler orada başlamış ve orada bitecektir.
Şimdi en başta çözümsüz bıraktığımız sorunun yanıtı yavaşça açığa çıkmaya başlıyor: çatışan sınıflar, en derindeki Yunan-Avrupa şuurunun; yani Asyaî monolitik egemenliğin Roma demokrasisine doğru yıkılışının, devlet egemenliğinin merkezden çevreye doğru parçalanmasının (çıkar gruplarının açığa çıkışının ve sömürünün mümkün hale gelişinin), kısacası demokratik fragmantasyon ve atomizasyon sürecinin yüzyıllar sonra ortaya çıkan en yüzeysel semptomudur. Sınıflar, sürecin sadece bir sonucudur ve sınıf savaşımını Avrupa’da da diğer yerlerde de bir çözüme kavuşturmak için sırayla en derinlere kadar inmek gerekir ki, bu da Avrupa-merkezciliğin kapsamlı bir analizini bugünden itibaren gerektirir.
Dolayısıyla sosyalizm teorisinin bugünkü amacı dördüncü derinliği araştırmak; Yunan-Avrupa şuuruna ve dirilen Roma idealine (tek kutuplu küreselleşme sürecine) karşı, Asyaî bir şuuru ve çok kutuplu dünya idealini geliştirmek olmalıdır. Kapitalizmin en yüzeysel belirti olduğunu, devrimci teorinin dört derinliği de gerektirdiğini, sosyalizmin diyalektik bir gelişme ve sonuç değil, belki de tarih-dışından, medeniyet-dışından geri döndüğünü, bastırılan Asya tipinin geri dönüşü olduğunu tam anlamıyla açığa çıkarana kadar.