Uzun bir süredir eğitimle ilgili değişimleri ve buna bağlı tartışmaları izliyoruz. Toplumun her kesimi dertli. Politika kulvarlarından sokağa uğultulu bir ses yankılanıp duruyor. Herkes konunun ilgilisi çünkü herkesin eğitimle bir derdi var mutlaka. Ancak bilinmeli ki AKP döneminde gerçekleştirilenler aslında belki de değişimler dalgasının son halkaları idi yani eğitim sistemimizdeki çöküntü yeni değil. Bugünlere adım adım gelindi.
Cumhuriyet Devrimlerinin temelinde bir an önce halkı kalkındıracak bir hamlenin yapılması gereğinin bilinci vardı. Eğitimde Tanzimat Dönemi ile başlayan dönüşme, yenilenme ve halka ulaşma çabalarının geniş katılımlı ve kapsayıcı bir biçimde Cumhuriyet Devrimleri ile gerçekleştiğini görebiliriz. Bunların başında gelen 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilerek eğitim işlerindeki çokbaşlılığın kaldırılması sağlandı. Talim ve Terbiye Kurulu ise, 22 Mart 1926’da çıkarılan ve 3 Nisan 1926’da yürürlüğe giren Maarif Teşkilatına Dair Kanun’la Millî Eğitim’in niteliksel gelişimini düzenlemek ve yürütmekle görevli bilimsel bir danışma ve karar organı olup Talim ve Terbiye Dairesi adıyla kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarına ışık tutan Ders Programı Heyeti’ni (1920) ve Telif ve Tercüme Dairesi’ni (1922) de Talim ve Terbiye Kurulu’nun öncü kurulları olarak görmek gerekir. Hepsi büyük dönüşümün birer adımıydı.
Biraz daha geriye gidersek 1862’de başlayan yenileşme tartışmaları içinde halka okuma yazma öğretmek için birtakım değişikliklerin yapılması başı çeken konulardan biriydi. Bilimsel gelişmeler ve üretim biçimlerinin hızla sanayiye evrilmesi ile teknolojiyi ve dünyayı daha kolay takip etme gereği oluşmuştu. Zor öğrenilen Arap alfabesinin bırakılarak Türkçe sesleri çok büyük oranda temsil gücüne sahip Latin alfabesine dayalı yeni Türk alfabesinin 1928’de kabul edilmesi ile eğitim-öğretimde atılımların başladığı görülür. Arı, duru, yaşayan Türkçe ile eğitim, Türk Dil Kurumu’nun kuruluş ereklerinden oldu. Yaşayan halkın dilinden yeni dünyadaki gelişmeleri izleyebilecek bir dil oluşturma çabasının da oldukça başarıya ulaştığı görüldü. Arkasından Millet Mektepleri ve Köy Ensitülerinin açılması hep bu ilerleme hareketlerinin birer basamağını oluşturdu. Yüzde sekseni kırsal alanda yaşayan vatandaşların iş içinde, yaparak yaşayarak ve yaşadığı bölgenin gereksinimlerini karşılayacak biçimde eğitim alması amaçlandı. Yeni ve alışılagelmemiş yollarla, hem dünya ile kültürel ve bilimsel ortaklık kurmada hem de düşünme, üretme ve yaratma süreçlerinde etkili, özgün yöntemler uygulandı. Her şeyden öte kadın da artık eğitimin içinde idi. Çağı yakalamanın ve çağın gerektirdiği üretimi yapar hâle gelmenin temelinde işte bu eğitim reformlarının katkısı vardı. Kısaca tam bağımsız bir Türkiye için vatandaşların eşit koşullarda eğitim alarak duyarlı, düşünen, ihtiyaca uygun, üretken, meslek insanı olmaları için mücadeleler verildi.
Sonraki aşamada üniversitelerin nicelik ve niteliklerinin arttırılmasının yanında özerk kurumlar olarak işleyişlerinin sürdürülmesi için atılımlar gerçekleşti. Bu dönemde bilim insanı yetiştirmek için özgür bir ortamın gerekliliğinin bilinci de oluşmuş idi.
Cumhuriyetin kurucu kadroları, yukarıda belirtilen hazırlıkları ile eğitimi, felsefesi belli bir plan-program çerçevesinde, nitelikli öğretmen kadrosu ve ders kitapları ile şekillendirmek için büyük çabalar gösterdi. Büyük şehirlerde bunu başardıkları söylenebilir. Ancak sonrasında bütün bu kazanımlar yitirildi. Tek partili hayattan çok partili hayata geçişte, darbeler döneminde ve nihayetinde günümüzde bir ileri iki geri adımla dünyanın gelişmiş toplumlarının oldukça gerisinde kaldık. Eğitimin felsefesi, programı, kadroları ve fiziksel koşulları bilinçli olarak ilerletilmedi.
Peki biz neden şimdi “Eğitim kötüye gidiyor!” diyoruz? Bunu neye göre söylüyoruz?
Eğitimin iyi ya da kötü olduğunu söyleyebilmek için sadece gözlemlenebilir ölçütler yeterli değildir. Örneğin haritada Şırnak’ı gösterebilmek ya da bir metro biletini bilet makinesinden yardımsız alabilmeyi becerebilmek birer ölçüttür elbette. Ancak, çağımız bilginin işlendiği bir çağ ve bilgiye dayalı düşünme becerileri ile hayat şekillenmekte. Artık makinelerin makineleri yöneteceği bir hayata geçiyoruz. Dolayısıyla gözlemlenebilen yeterlikler yerine ölçülüp değerlendirilebilen yeterlikler ortaya konmalıdır. Yani bugünün yaşama şartlarını sağlıklı biçimde yerine getirebilecek bilgi ve beceriye nasıl sahip olunacağı sorusunun yanıtını vermek gerekmektedir.
Bu becerileri ölçen uluslararası kriterlerdeki değerlendirme sistemlerinden biri Dünya Ekonomik Kalkınma Teşkilatı’nın hazırladığı Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA)’dır. Dünyada ortalama çalışma hayatına başlama yaşı 15 olarak saptanmış ve PISA testleri ile 15 yaşındaki bir bireyin hangi bilişsel becerilerle hayata başladığı ölçülmeye başlanmıştır. 2000 yılından beri yapılan PISA testlerine bugün 79 ülke katılmaktadır. Bizim de 2003 yılından beri katıldığımız sınavlarda katılan ülkelerin ortalamasının gerisinde olduğumuz ve temel beceri düzeyini aşamadığımız bir gerçektir. Oysa ülke içinde TEOG, YGS, LYS gibi pek çok değerlendirme sınavı yapılmakta, öğrenciler bu sınavdaki başarılarına göre sıralanıp seçilmektedirler. Ancak mevcut sistemin düşünen, becerileri gelişmiş bireyleri belirlemede yetersiz kaldığı uluslararası sınavlarda aldığımız sonuçlarla ortaya serilmektedir. Peki, öğrencileri 12 yıl temel eğitim içinde tutup da onları yaşamsal becerileri gelişmiş bir seviyeye çıkaramayacaksanız eğitim ne işe yarar?
Bilindiği gibi zorunlu eğitimin 12 yılı, 4+4+4 sistemi ile parçalanmış ve özellikle kız çocuklarının örgün eğitime devam etmeleri önünde -arzu edildiği gibi- bir engel oluşturmuştur. Bununla birlikte okul öncesi eğitimin öğrencilerin gelişimi üzerindeki olumlu etkisi göz ardı edilerek temel eğitim içine bile alınması söz konusu olmamıştır. Ayrıca ülkenin doğusu ile batısının eğitim hizmetlerinden eşit biçimde yararlanamadığı gerçeği ortadadır. Köy okulları kapatılmış ve taşımalı eğitime geçilmiştir. Devlet okullarının önemli bir kısmı bu süreçte İmam-Hatip okul türüne dönüştürülmüştür. Okulların fiziki koşullarının iyileştirilmesi, öğretmen niteliğinin geliştirilmesi, eğitim programlarının eğitimbilimsel düzenlenmesi ve ders kitaplarının gereksinimleri karşılar biçimde hazırlanması yerine bunların karşılığıymışçasına özel okulculuk özendirilmiştir. Nihayetinde dar gelirli ailelerin çalışkan ve yetenekli çocuklarının gelecek ümidiyle sarıldığı kimi köklü okullar, “proje okullar” uygulamaları ile darmaduman edilmiştir. Yani bu köklü devlet okulları niteliklerini kaybetmeye başlamış ve -ideolojinin istediği dini eğitim kabullenilmiyorsa- iyi bir eğitim özel okullarda beli bükecek meblağlar karşılığı sağlanır olmuştur. Zaten eşit eğitim ve yarışma koşullarına uzun yıllardır sahip olmayan öğrenciler çaresizliğe itilmiştir. Veliler seçeneksiz bırakılmış, öğrenciler de aslında asla ileri düzey bir yaşam biçimine sahip olamayacakları gelecekleri için umutsuzca mücadele eder hâle gelmiştir. Bununla birlikte bugün okul çağında olup okula gidemeyen göçmen çocukların geleceği konusu da bir soru işareti olarak eğitim sisteminin odağında beliriyor.
Peki aslında yaşam kalitesi dediğimiz şeyden ne anlıyoruz? Eğitim yolu ile bunu yükseltmek ne menem bir şeydir? Birlikte ve nitelikli bir hayatın oluşabilmesi için insanın kendini ve doğayı bir bütün içinde anlaması gerekmektedir. Bunun için meraklı bir heyecanın oluşması şart. “Gökyüzü neden mavidir? Ağaçlar neden yaprak döker? Su nasıl kaynar?” sorularının yanıtı insanlık tarihinin gelişimi ile bulunmuştur. Bu süreçte insan da kendi kimliğini, aklını ve duygularını sorgulamış dolayısıyla da bilim ve sanat kendi kuralları ile gelişmiştir. İşte tüm bunları bir uyum içerisinde neden-sonuç ilişkilerinin keşfedilmesiyle öğretemezseniz ezberci, her olup biteni sorgulamadan kabul eden, ufak hesaplarla günü kurtarmak için manevralar yapan kitleler oluşturursunuz. Bu kitle bir süre sonra öylesine acımasız ve yıkıcı olur ki ulusal egemenliğin tehlikeye girmesi bile gündeme gelebilir.
Neredeyse her eğitim platformunda uzun yıllardır başarıları dile getirilen Finlandiya’nın eğitimdeki “son reformu” konuşulmaktadır. Bu büyük değişiklikle beraber sınıflarda fizik, matematik, edebiyat, tarih ya da coğrafya gibi “konu dersi” olmayacaktır. Örneğin “Dünyamız” teması çevresinde atmosfer, coğrafi şekiller, yer hareketleri ve ivme-hız konusu ile beraber, ana tema ile uyumlu edebi nitelikli gezi yazıları birlikte öğretilebilecek; “Kafede çalışıyorum” başlığında ise matematik, iletişim ya da yabancı dil öğretimi “yaparak yaşatarak” gerçekleşecektir. Böylece çocuklar temel bilimlerin yaşam içindeki soyut, yeri belirsiz formüllere dayanan ikliminden çıkarak somut, günlük yaşamla ilişkili ve merakla örülmüş havasını soluyacaklar. Bu reform ile öğretmen- öğrenci ilişkisi, ders araç gereçleri, okulların ve sınıfların fiziki ortamları yeniden biçimlenecek. Didaktik olmayan ve eğlendirici bir ortamda gerçekleşen bu eğitimle öğrencilerin ruh ve beden sağlıklarının yaşadıkları toplumun beklentileri ile uyumlu olması da sağlanacak. Okul sıkıcı bir yer olmaktan çıkacak.
Buna benzer bir deneyimi Köy Enstitüleri ile yaşamış ülkemiz 1950’li yıllardan sonra gittikçe edilgen, amacı belirsiz, “yaptık-oldu” dedirten biçimde eğitimbilim gerçeklerinden uzak bir okul iklimini oluşturup sürdürdü. Öğrencileri yeteneklerine ve becerilerine göre değerlendirip yönlendirmek yerine ezberlerine göre seçip sıralayan başarı ölçütleri ortaya kondu. En iyi okulun “eve en yakın okul” olmaktan çıkıp “en pahalı okul” olduğu bir ortam yaratıldı. Dershaneler kapatılmış gibi görünse de yerlerini, hızla temel lise adı verilen ezberletici kurslara bıraktılar. İşlevleri değil adları değişti. Okullar teknolojiyi kullanma yarışına girseler de çoğu, üst düzey düşünme becerilerinin gelişimi üzerine değil algoritmik becerileri edindirme ve mevcut sınav sistemlerindeki başarıya ulaşmaya odaklandı. Öğretmenler, almadıkları eğitimi öğrencilerine veremediler. İnternet çağında öğrencinin bilgiye erişme ve bilgiyi yapılandırma becerisinin yönlendirilmesi sağlanamadı.
Bu yazıyı ilk kez kaleme aldığımda yukarıdaki gözlemlerimi sıralamıştım. Oysa bir anda dünyayı saran Covid-19 salgını nedeniyle eğitimdeki eşitsizlik belki de uzun yıllar giderilemeyecek bir noktaya geldi dayandı. Ana sınıfından yüksek lisans eğitimine kadar tüm sistemi uzaktan eğitim adı altında yapılandırmak, TV, internet, tablet, bilgisayar ve benzeri olanaklara sahip olmayanlar için süreçleri izlenemez kıldı. Zaten sosyal yaşamın da dışına itilen yüzbinlerce her yaştan öğrenci bu sefer sorumlu olduğu düzeyin hedeflerine erişemedi. Özel okullarla devlet okulları arasındaki uçurum açıldı. Salgın dönemi, öğrencileri hem bilişsel hem psikolojik olarak yıktı. Aileleri haklı olarak gelecek belirsizliğine sürükledi.
Eğitime ilişkin tüm gelişmelerin yanı sıra şeklen eğitim almanın yani diploma sahibi olmanın da artık tartışılması ve binlerce işsiz üniversite mezununun gelecek umudunun yeşertilmesi bir başka yazının konusu olmalıdır.
Bugün artık hayata sevecen gözlerle bakan, bu dünyanın diğer canlılar ve cansız unsurlarıyla bir bütün olduğunu düşünebilen, içinde yaşadığı toplumu değerli ve kendini de bu toplumda yaşamaya değer gören bireyler yetiştirmemiz gerekmekte. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılına az bir zaman kala artık onun ilerisine geçen, uygarlık tarihine öncü ve örnek bir eğitim sistemi yaratabiliriz. Potansiyel olarak düşünen, soran, sorgulayan, seven çocuklarımız var. İleri toplumlarla yarışabilecek becerileri kazanmaya yarayacak yaşama kültürü oluşturmada eşit, nitelikli, ulaşılabilir ve laik eğitim çocuklarımız için bir haktır. Bu hakkı çocuklarımıza verebilmek hepimizin sorumluluğudur.