(Bu makale, Temmuz 2015 tarihli Teori dergisinde yayımlanmıştır.)
Araba Sevdası’nı okurken kahramanların adından önce “İstanbul’da en evvel tanzim ve küşat olunmuş olan bahçenin” Çamlıca Bahçesi olduğunu öğreniyoruz. Recaizade Mahmut Ekrem hikâyeyi anlatmaya bahçenin genişçe tasviri ve açılış günüyle başlıyor.
Bahçenin rumi 1286, miladi 1870 yılındaki açılış günüyle ilgili satırlar, iki yıl önceki Haziran’ı unutamayanlara hiç de yabancı gelmeyecektir:
“Boğaziçi’nden ve sair mahallelerden arabalar, hayvanlarla ve bazen yayan olarak gelen kadın, erkek binlerce seyircinin bahçeye tehacümü (hücumu) hakikaten görülecek temaşalardan idi... O koca bahçe -teşbih biraz kabaca ise de- azim bir arı kovanını andırır idi. Fakat bu bir kovan idi ki arıların bal alacakları çiçekler de içinde bulunurdu… O senenin haziranı evasıtına doğru sıcaklar günden güne şiddetini arttırdı… Bahçe emsali görülmedik bir kalabalığa mazhar olmuş idi.”
Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası’nın, dolayısıyla Türk romanının başlangıcına neden halka açık bir parkı yerleştirdi? Bu sorunun cevabı, aydınlanmanın kent dokusunda yarattığı değişimdedir.
Aydınlanmış yaşamın mekânlarında
Geleneksel İstanbul’da kadının yüzü kadar kentin kendisi de mahremdi; o İstanbul adeta mahrumiyetleriyle bilinen bir kenttir. Hatta Batılı ziyaretçilerce bu mahremiyet Doğu tarzı seçkinliğin göstergesi olarak algılandı. Üst düzey İngiliz maliyecinin eşi olarak İstanbul’da bulunan Lady Hornby 17 Ocak 1856 tarihli mektubunda şöyle yazıyor: “Burada kadınların mevkii yükseldikçe, daha sıkı korunup daha çok eve kapatılıyor.”[1]
İstanbul’un mahrem karakterinden dolayıdır ki ziyaretçileri, en mahrem dehlizlerine girebilmekle övünürler. Lady Montagu’nun bugün bile tanınır olmasını sağlayan, çiçek aşısı ve mektuplarındaki edebi başarı kadar, sarayın harem bölümüne giren ilk yabancı olmasıdır. Alphonse de Lamartine uzun yıllar sonra oraya girebilen ikinci Batılı olmakla iftihar eder.[2] Herkesin bu şansa sahip olabilmesi için ise Cumhuriyet Devrimini beklemek gerekecektir.
Eğer bir büyük gücün İstanbul sefiresi iseniz, size yapılabilecek en büyük jest, büyük paşalardan birinin haremini ziyaret etmenize izin verilmesiydi. Örneğin Fransız Büyükelçisi Thouvenel’ın eşi ve kız kardeşi 1857’de İstanbul’un yıkılmaya yüz tutmuş en eski haremlerinden birini ziyaret ettiler. Kız kardeş, otuz yıl sonra Baronne Durand de Fontmagne adıyla Doğu hatıralarını yazarken, bu ziyaret hakkında şu notu düşecektir: “Bende kalan en güzel hatıralardan biri, bugün İstanbul’da bir örneği kalmamış bu eski harem ziyareti.”[3]
Mahremiyetleriyle değil halka açık bulvarları, meydanları, müzeleri, park ve bahçeleriyle bilinen ve anılan kente dönüşmek modernleşme, aydınlanma sorunudur. Bu yüzden İstanbul’un bahçe ve parkları hâlâ edebi ve siyasi yaşantıda hak ettikleri yerde duruyorlar. Halkı hor gören Batıcılık bütün zavallılığını oralarda gözler önüne seriyor.
Batıcılığın sefaleti
Araba Sevdası’nın başkahramanı eski vezir mahdumu Bihruz Bey, Farsça ve Arapça derslerini küçümsediği için bırakmış bir mirasyedidir. Fransızca derslerini ise hayatının en önemli vazifesi olarak görür. Hocası da, geçimini Bihruz Bey’in saflığından temin eden “Mösyö Piyer”.
Çamlıca Bahçesi ziyarete açılmış, İstanbul halkı bahçeyi doldurmuştur. Bihruz Bey bahçede “sahibat-ı hiffetten” (hafif meşrep kadınlardan) Periveş Hanım’a rastlar. Ona, daha doğrusu bindiği lando arabaya âşık olur. Recaizade Mahmut Ekrem roman boyunca bu aşk üzerinden alafrangalığa özenen Bihruz Bey’in sefaletini anlatıyor. Aşk, landonun Periveş Hanım’a ait olmadığını öğrendiği ana kadar sürecektir.
Kahramanımız saf, cahil, hesapsız, hayal dünyasında yaşayan ve bütün bunların sonucu olarak komik sahneler yaratan bir karakter. Fransızca sözcükler karıştırarak konuştuğu kötü Türkçesi, okuru hâlâ aramızda yaşayan bir tiple yüz yüze getiriyor.
Bihruz Bey kullandığı Fransızca sözcükleri anlamayan annesine “Fransızca’nın her lâkırdısı güzeldir, bizimki gibi kaba değildir” diyecek kadar kaba. Fakat lakırdılarını pek sevdiği Fransızcayı da okuduğunu anlayacak kadar bilmez. Yine de “Lamartin! Koca Lamartin! Sanki benim başıma geleceği bilmiş de bu şiiri, bu prömieregreyi yazmış.” diyerek kendini avutur. Ardından da hiç yazılmamış deuxiéme (ikinci) regret’yi aramaya başlar. Kitaba konu olan aşkını da aslında kendi hayal âleminde yaşıyor.
Roman boyunca sadece birkaç cümle konuşabildiği Periveş Hanım ile olan macerasına mitomanik arkadaşı Keşfi Bey’in yalanları ve kendi hayalleri yön veriyor.
“Mösyö Piyer” bir gece konağa “parça parça sahifeleri bükülmüş ve yırtılmış ele alınmaz derece kirlenmiş” kitapla gelir; Abbé Prévost’dan Manon Lescaut. Bihruz Bey kitabı sabah dörde kadar elinden bırakamaz. Özellikle hikâyenin Amerika’da geçen sahneleri onu çok etkilemiştir. Kendisini, romanın başkahramanı ile özdeşleştirir; Chevalierdes Grieux, edebiyat tarihinin en “zavallı” örneklerinden biri. Çevresindeki herkes ona yardım etmek istediği halde, bir türlü çıkış yolu bulamayan saf âşık. Prévost onu “kendi arzusuyla felaketin kör kuyusuna kendini bırakıveren genç bir kör” olarak tarif ediyor. “Doğanın bütün iyiliklerine ve bağışlarına ne idüğü belirsiz ve serseri bir yaşayışı yeğlediğini” söylüyor.
Hem Puccini hem de Massenet, Abbé Prévost’un romanını opera sahnesine taşıdılar. Manon Lescaut’yu İtalyan Puccini daha erdemli ve melankolik, Fransız Massenet ise daha çok cinselliği ve lükse düşkünlüğü öne çıkan cilveli kadın olarak resmeder. Fakat her iki eserde de Chevalier Des Grieux gülümseten, acınası ve mutsuzluğa mahkûm bir kişiliktir. Muhtemelen Tanzimat modası alafranga özentisi tiplerin Recaizade Mahmut Ekrem’e hatırlattığı karakterdir Chevalier Des Grieux.
Araba Sevdası edebiyatımızdaki ilk realist örneklerden kabul edildiğinden, gerçekçilik bizim edebiyatımıza sefil Batı özentiliğinin eleştirisiyle girmiştir denilebilir. Batı hayranlığının temelinde saflık ve budalalık yatıyor. Bir arabaya âşık olan Bihruz Bey, kendi arabasını, kazık yediği fabrikatör Kondoraki’ye kaptırıyor. Budalalıktan başı o kadar dönmüştür ki, yediği kazığı unutur. Bu sayede annesinin iyi niyetini suiistimal ederek birkaç kuruş koparttığı için mutlu olur. Kondoraki’ye kaptırdığı arabasına daha sonra Taksim Bahçesi’nde rastlayacaktır.
Recaizade Mahmut Ekrem, romanda sadece “yanlış Batılılaşmayı” eleştirmez. Bihruz Bey Türkçe sanatı anlayamayacak kadar cahildir. Bunu okurun gözüne sokmak için sayfalarca Türkçe edebiyattan örnekler veriliyor. Yazar derdini, bize ait sanatla anlatıyor. Ama Bihruz Bey okuduklarının sanat olduğunu bile anlayamıyor. Cehalet Batı hayranlığını, Batı hayranlığı cehaleti büyütüyor. İkisini tek vücutta birleştiren Bihruz Bey’in Batı’dan kendisine en yakıştırdığı roldür Chevalier Des Grieux.
Adı gibi mutlu kahramanımız, mutluluğunu içinde yaşadığı hayaller dünyasına borçlu. O mutluluk, alafranga giyinmek uğruna kışın soğuktan titremekten, yazın güneşin altında kavrulmaktan geliyor.
Bihruz Bey, aynı Felatun Bey gibi İnatçı Kareba’nın anti-tezi. Burada Bihruz Bey ile Felatun Bey’in benzerlik ve farklılıkları üzerinde durmayacağız. Fakat her ikisinin yaratıcısının da Genç Osmanlı hareketiyle temas ettiğini hatırlatmadan da geçemeyiz. Çünkü Bihruz ve Felatun beyler, yaratıcılarının anti-oryantalist tavırlarından doğuyor. Bu bilincin siyasal düzlemdeki ifadesi Genç Osmanlılar veya La JeuneTurquie adıyla bilinen partidir.
Roman, müze ve örgüt
Namık Kemal 1867’de ülkeyi terk ederken gazetesi Tasvir-i Efkar’ın yönetimini Recaizade Mahmut Ekrem’e emanet etti. Recaizade Mahmut Ekrem o tarihlerde İstanbul’un genç aydınlardandır. Sonrasında neler yaşamış olurlarsa olsunlar Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Mithat Efendi gibi Genç Osmanlı çevresinde olgunlaşan aydınların yazdıklarında, partinin etkisi kendisini gösterir. Yani Bihruz Bey karakteri, edebiyatımıza Genç Osmanlı mirası arasında sayılmalı.
Bihruz Bey karakterinin yaratılma nedeni, Batı ile tüm ilişkilerin kopartılmasını savunmak değildir. Genç Osmanlı hareketindeki oryantalizm karşıtı tavır, aynı zamanda onun Batılı devrimci hareketlerle en önemli kesişme noktası. Nitekim örgütün 1867’de Paris’te toplanan ve Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın da katıldıkları kongresinde iki Batılı da yönetime girdi. Bu isimlerden dış ilişkiler sorumluluğunu üstlenen Simon Deutsch, bazı çevrelerde şüpheli karşılansa da Enternasyonal üyesiydi ve Paris Komünü’ne katıldı. Komünün yenilgisinden sonra Versailles’da hapsedilen devrimciler arasındaydı. Bihruz Bey, Simon Deutsch’lerin yıkmaya çalıştıklarının Doğu’daki izdüşümünü temsil ediyor.
Araba Sevdası romanı masa başında yazılmadı. Sadece yazarın yeteneklerinin eseri değil. Bir neslin aydınlık, özgürlük, bağımsızlık mücadelesinin parçası. Kitap, 1889’da, Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılında kaleme alındı. O yıl Osman Hamdi Bey de bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin planları üzerinde çalışmaya başladı. Sayda kazılarında gün yüzüne çıkarttığı ve aralarında İskender Lahdinin de bulunduğu eserleri orada sergileyecekti. Yine aynı yıl dört öğrenci Askeri Tıbbiye’nin bahçesinde bir araya geldi. Sonradan İttihat Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kurmak üzere toplanmışlardı.
[1] LadyHornby, Kırım Savaşı Sırasında İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007, s. 151.
[2] Alphonse de Lamartine, İstanbul Yazıları, Yenilik Basımevi, 1971, s. 115.
[3] BaronneDueand de Fotmagne, Kırım Savaşı Sonrasında İstanbul Günleri, İstiklal Kitapevi, 2007, s. 307.