“Araştırmalarımız bize, XIX.uncu asrın ilk yarısında da Bulgarların bir millet olma yolunda büyük gayretler yaptığını, Bulgar milletinin çöküş devrinin Osmanlı tarihinin gidişi üzerinde kuvvetle müessir bir âmil olarak meydana çıktığını göstermiştir.”
(Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Halil İnalcık)
“Matmazel Todorof yarı Türkçe, yarı Bulgarca bir şarkı söylüyor, fakat nedense mısraların arasında bir münasebet bulamıyordum… Türkçe yahut baştanbaşa Bulgarca dinleyecek olursam bu derece haz duymayacaktım.”
Bu cümleler Kenan Hulusi Koray’ın Osmanoflar adlı romanından. Yarı Türkçe yarı Bulgarca şarkının mısraları arasında münasebet kurulamamaktadır; biri diğerini asimile edememiştir. Yine de romandaki anlatıcı, aralarında münasebet olan tamamen Türkçe veya Bulgarca şarkıya tercih ediyor.
Oysa roman Osmanoflarla Bulgarların arasında duvarların ve yüksek kapının olduğunu anlatıyor. Duvarlar ve yüksek kapı yüzünden Osmanofların durumunu Koray şöyle tarif eder: “Karnabad’ın içinde ve Karnabad’dan dışarı…”
“Kendilerine danışılmadan Karnabad’da hiçbir şey yapılamayan” Osmanoflar ne tamamen Karnabad’ın dışındadır ne de içinde.
Belki de bu çelişki nedeniyle yarı Türkçe yarı Bulgarca şarkının mısraları arasında münasebet bulunmaz. Feodal toplumun var olmasını sağlayan o çelişki, toplumun elitini oluşturan Osmanoflarla Bulgar çoğunluğu duvarın ve yüksek kapının iki tarafına, farklı şekilde söylersek ayrı kompartımanlara yerleştirir. Bu münasebetsizliğin yaratabileceği hazlar, sorgulanmayı hak ediyor.
Yüksek kapı metaforu üzerinde durmalıyız. Osmanlı idari merkezi Bab-ı Âli yani ulu/yüksek kapı olarak adlandırılıyordu. Koray yüksek kapı metaforuyla Balkanlardaki Müslüman elitin Payitahtı taklit ettiğini anlatmak istemiş olabilir.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, modern ulus-devlet olarak örgütlenebilme olanağına sahip en fazla etnik unsur barındıran devletlerinden biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun 19. yüzyılın, ulusallığın emperyal yapıya uygun modern alternatifini arayarak geçti. Liberal Bab-ı Âli’nin o alternatifi Fransız Devriminin üç sloganını, tabii ki devrimci içeriğe sahip olmayacak şekilde kullanan Osmanlıcılıkta bulduğunu düşünmüştü:
“Hepimiz aynı Sultan’ın evlatlarıyız” retoriğiyle kardeşlik, gayrimüslimlerin Tanzimat ve Islahat Fermanlarında tanınan haklarıyla kültlerin özgürlüğü anlamında da olsa özgürlük mesajı veriliyordu. Tanzimat’ın temel kavramı ise müsavat yani eşitliktir.
Üçü bir arada ama devrimci değil reformist; hatta karşı-devrimci bir ıslahatçılık; yine de burjuva toplumu kurgusu, Sultani liberalizm üzerine kurgulanmış Batı’dan ithal bir üstyapı rüyası.
Doğu Sorunu denildiğinde 19. yüzyıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Karnabad’ın da içinde bulunduğu Avrupa’daki toprakları anlaşıldı. Osmanlıcılık özünde Tanzimat’ın Balkan politikasıydı; Balkan Savaşları ise Osmanlıcılık siyasetinin iflası. Savaş, Tanzimat’ın düşlediği münasebetlerin kurulamayacağını gösterdi.
Doğu Sorunu içinde en özel vakalardan biri Bulgar Sorunuydu ve Türk tarihçiliği için de önemlidir. Örneğin Tanzimat ve Bulgar Meselesi Halil İnalcık’ın doktora tezidir. İmparatorlukta doğup Cumhuriyette ölenlerin İmparatorluğun Balkanlardaki tasfiyesini nasıl gördüğünü incelemek, Türk ulusal bilincinin anlaşılabilmesi için öğretici olabilir. Örneğin Koray, Sofya’nın Türk şehri olmaktan çıkmasıyla, “kirli bir yığın halini aldığını” söylüyor.
Osmanoflar romanında olaylar 1904 yılında geçer. Makedonya’daki Bulgar ayaklanmasının hemen sonrası. Kosova, Manastır ve Selanik’ten oluşan Makedonya Eyaleti’nde 1903’te Bulgar ayaklanması çıkmıştı (İlinden İsyanı).
Berlin Anlaşması’yla kurulan Makedonya Eyaleti adeta Doğu Sorununa emperyalist hukukun ilk modellerindendi. Bazı tarihçiler, 1908 Meşrutiyet hareketini Makedonya Sorununa Türk tepkisi olarak nitelendirirler. Romanı okuyanlar kolaylıkla farkına varabilir; o tepkiyi verebilecek sınıf Bulgar komitacıların darbeleriyle iktidarı çözülen Osmanoflar değildir.
Makedonya Eyaleti anarşi, etnik çatışma, terör ve çeteciliğin merkeziydi ve Bulgar Sorunu Makedonya’ya atıf yapmadan tartışılamaz.
Makedonya çeteleriyle mücadele, 1908 ve 1923’ün asker kökenli lider kadrolarının kariyerlerinde önemlidir. Osmanofların icat peşindeki üyesi Yusuf Osmanof da, kızı daha iki yaşındayken, çıkan karışıklığı bastırmak için Makedonya’ya gitmişti. Eşi Yuvanna’nın hikâyesinde Makedonya seferi kırılma anıdır. Buraya aşağıda tekrar döneceğim.
Kenan Hulusi Koray Son Öpüş adlı uzun hikâyesinde eşkıya illetinin nasıl bir bela olduğunu gösterir ve eşkıyaların işlerinin kolaylaştığı zamanlar için, kahramanlarının ağzından “fena günler” ifadesini kullanır. Dünya savaşı ortamında kaçaklar nedeniyle eşkıyalığın azdığı yıllarda Anadolu köylülerinin, “eşkıyaları ancak kurtlar temizleyebilir” diyerek kışın erken gelmesini istediklerini anlatır. “Toprağa ekilen her şeyi bir domuz süratli ve homurdanarak yok eden” eşkıya, kurttan daha acımazsızdır.
Koray’ın eşkıya algısı, modern devletin kurumsallaşmasından yana bilincin yansımasıdır ve Makedonya çetelerinin olumsuz hatıralarıyla da beslenmiş olmalı.
Makedonya’daki Yusuf Osmanof, Anadolu köylüsü için eşkıyayı temizleyen kurt olabilir; fakat Makedonya Osmanof için yıkıcıdır. Yine de Koray’ın eşkıya algısı ile Çakırcalı Efe’ye desteği, “ağaların, eşrafın dağdaki menfaat çatışması” olarak tanımlayan Yaşar Kemal’in eşkiyaseviciliği arasındaki çelişki gerçektir; farklı felsefi-siyasi aidiyetlere, tarih tezlerine denk düşer.
***
Koray Bulgaristan’daki Osmanof yönetimini pre-Tanzimat tasvirle anlatmış:
“Osmanofların dediği gibi, bir çiftlikteki bir yanaşma yahut bir köpek kadar Bulgarlara ehemmiyet verdikleri yoktu. İstedikleri gün hepsini de Karnabad’dan dışarı atabilirlerdi ve hatta ne Aydos, ne Yanbolu’da tek bir Bulgar kadını bile oturamazdı. Fakat Osmanoflar bunu yapmamışlardı; çünkü Osmanoflar Karnabad’daki hâkimiyetlerinden emindiler.”
Osmanofların asi karakteri de, yukarıdaki paragraf gibi, Tanzimat öncesine ait feodal sınıflara gönderme sayılabilir. “İtaat!... Osmanoflar için ne garip kelime!... İçlerinde hiçbirisinin ve hiç kimseye yapamayacakları şey.”
Tanzimat bir yönüyle de uzak eyaletteki Müslüman yönetici eliti merkezin otoritesi altına alma çabasıydı; Osmanoflar ile Tanzimat’ın çelişkisi sayabiliriz, itaate yabancılıklarını. Diğer taraftan bütün aile Zehra Osmanof’a “ince bir kılıç önünde eğilir gibi” itaat edecektir ve o Osmanoflara Yuvanna Mihailoviç’i unutturabilecek tek kişidir.
Koray, birçok mesajını aile üyelerinin kendi aralarındaki çelişkilerini kullanarak, özellikle de Zehra Osmanof ile Yuvanna ve kızı Groşenko arasındaki ilişki, çelişki ve mücadeleleri kullanarak aktarmış. Kurguda Zehra Osmanof -Yuvanna Mihailoviç çelişkisi önemli yer tutar. Zehra da bir çatışma istiyordu, fakat “Osmanofları Grigorof ve Yuvanna Mihailoviç’le beraber yıkacak bir çarpışma.”
Olayların merkezine panayır yerleştirilmiştir. Panayır hem tüm halkı kapsayan organizayondur; panayıra katılmayı “Osmanofların onurunu Aşağı Balkanlar’da devam ettiren bir hareket sayıyorlardı”; hem de 19. yüzyılın ikinci yarısındaki uluslararası sergilerin yarattığı ortamın yansıması olabilir. Başta Paris ve Londra kendilerini uluslararası büyük sergilerle gösteriyorlardı. Bir Osmanlı padişahı savaş nedeni dışında İmparatorluk topraklarını ilk ve son defa olarak 1867 Paris Uluslararası Sergisine katılmak için terk etmişti. Belki de bu yüzden, Osmanoflar panayır şenliklerine iştirak etmeyecek olurlarsa, Karnabad’ın bir su tufanına tutulmuş gibi yeryüzünden akıp gideceğini zannediyorlardı.”
Panayırı, romanda yüklenen modernleştirici rol nedeniyle uluslararası sergilerle ilişkilendiriyorum:
“1904 panayırının kurulduğu günden beri işler nasıl gidiyordu?… Osmanoflar Karnabad’ın kapılarını ardına kadar açmışlardı ve kasaba Osmanofların bu demokratik hareketleri içinde iki yüz senedir görmediği renkli ve yabancı bir kalabalıkla dolup taşıyordu.”
Fakat Osmanofların iktidarını ayakta tutan, halkla kurdukları ilişki değil, geleneksel-feodal otoriteyi ve silahı temsil eden Halil Osmanoftur: “Söz döne dolaşa Halil Osmanof’a geliyor ve Osmanofları 1904 sonbaharında yalnız ayakta tutabildiği ileri sürülüyordu.”
Halil Osmanof’un rolü, Koray’ın İmparatorluğa eleştirisi sayılabilir.
***
1904’te “Osmanofların iki yüz seneden beri Karnabad’da meydana getirmeye çalıştıkları hara yeniden yapılıyordu.” Hara, Zehra Osmanof’un kocası Ahmet Osmanof’un ilgi alanıdır.
Osmanoflar hara kurmaya çalışıyorlardı. Henry Ford aynı günlerde, 1902’de ilk basit bant sitemini çalıştırmış, 1903’te Ford Motor Company kurulmuştu. 1908’de meşhur T Model piyasaya sürülecektir.
Osmanoflarda ise icada en yatkın olanı Yusuf Osmanof bir barakada, dikiş makinesiyle topraktan altın yapmaya çalışıyordu; hem de başarırsa Halil Osmanof’un önüne atmaktan başka altınlarla ne yapacağını bilmeden: “Yusuf Osmanof orada zehir yapıyor! Osmanoflar böyle söylüyorlar ve barakanın hemen her dakika için Osmanofları kahretmeye müsait ölüm tehlikesine işaret ediyorlardı.”
Topraktan altın yapmaya çalışan Yusuf, hiç karşılaşmadığımız ama kurgunun ana karakterlerinden eşi Yuvanna Mihailoviç tarafından terk edilmiştir. Yusuf’un en büyük düşmanı Halil Osmanof’un tehdit algıladığı Yuvanna, Karnabad’dan ayrılır ve Sofya’ya yerleşir.
Yuvanna’nın anlatılan hikâyesi bizi tekrar Makedonya Sorununa götürüyor. “Yuvanna her ne yapacaksa Karnabad’da, ancak Makedonya baskının dönüşünde yapmış ve birer ikişer Bulgar aileleri Varuş etrafında birleşmeye başlamışlardı.” Yuvanna’nın Osmanlılara yapılacak komitacı akınını organize ettiği iddiası ile Osmanofların komitacılıkla çelişkisi yazar tarafından Makedonya Sorununa bağlanır.
Groşenko’nun (hikâyenin detaylarını henüz romanı okumamışları düşünerek aktarmıyorum) “Yuvanna Mihailoviç karakterine dönen hakikati”, yazarın millî özün varlığına inandığını gösterir. Bu ne anlama geliyor, yazardan dinleyelim: “Groşenka’yı Osmanofların istedikleri bir kadın olarak yetiştirmek… bilhassa anası Yuvanna Mahailoviç’ten uzaklaştırmak…”
Yani kurgunun, millî özlerin çatışmasına dönüşmemesi mümkün değildir. Fakat Bulgar millî hareketinin lideri, âdeta Bulgar kimliğini en azından başlangıçta türeve dönüştürürcesine Osmanofların ikinci sınıf parçası yapılır.
Şunu da belirtmemiz gerekiyor: Halil engeli nedeniyle Yusuf’un Yuvanna’yla Sofya’da hayat kurma arzusunun yazar tarafından âdeta ütopik olarak tasvir edilmesi gerçekçidir. Çünkü İmparatorluğun Balkanlardaki varlığının korunması ancak feodal ilişkilerin devam ettirilebilmesiyle mümkün olabilirdi. Koray’ın dediği gibi, “Osmanofların içinde kalmak kendi hayatını Halil Osmanof’a emanet etmek demektir.”
Osmanoflar iktidarlarından emindir ama Bulgar komitacılığın liderini, Grigorof’u kendi evlerinde barındırırlar. Grigorof ve onun üzerinden Bulgar komitacılığı aslında bu romanın ruhudur; yazar da bunu saklamaz: “Grigorof’tan pek az bahsettiğim halde, her nedense daima ondan bahsetmiş bir halim var.”
Romanda birkaç defa çatışmanın özünde Halil Osmanof ile Grigorof arasında olduğu söyleniyor.
Koray’a göre Grigorof, yani Bulgar milliyetçi komitacılığı, “âdeta bir ejder gibi önüne gelen her şeyi silip süpürüyordu” Yazar, Bulgar komitacılığında Bulgar milletinin inşasını değil, yıkımı görmüştür ve bu da Türkiye’nin milliyetçilik çağına uygundur. Diğer taraftan Osmanofların, Türk onunla özdeşleştiği sürece Türk’ün sorununa dönüşecek çıkmazının da farkında:
“Türk ve Bulgar ruhu… Birisi, Bulgarya üzerinde sulhu isteyen bir ruh!... Fakat nasıl bir sulhu isteyen!... Belki de tıpkı Osmanofların hayatı ve yaşayışları gibi, aralarında elle tutulur bir sulh nasıl ortaya çıkamayacaksa öyle bir sulh.”
Bu bir çıkmazdır çünkü feodal bir yapı olarak Osmanofların kendi yaşayışları ve iç ilişkilerinden kaynaklanır.
Koray’ın “Osmanoflardan biri” olarak gördüğü Grigorof’un panayırla eş zamanlı örgütlediği baskınla “Karnabad birdenbire iki yüz çapulcunun ayakları altında kalmıştı.”
Komitacı baskınında Halil Osmanof “inine ateş edilmiş bir hayvan gibi” sıçramıştı. En sakin olan ise Yusuf’tu. Bu da bize iki karakterin temsil ettiklerinin komitacı eylemine karşı konumlarını gösteriyor.
Baskın karşısında Halil’in tek düşündüğü, Bulgarlara yapacağı mukabeleyi göstermek için Grigorof’u görmektir ve Halil’e “Osmanofları feda bile etseler, panayırı kurtarma fikri” gelir. Oysa, “Karnabad panayırını Osmanoflar kendileri tertip ettikleri halde, bütün gayretlerine karşı baskın gecesinde panayırın idaresi ellerinden çıkıvermiş ve hemen hadiselerin meydana getirdiği bir kader ve talihin avuçlarına girmişti.”
Bundan sonra olaylar Osmanofların yönetiminde değildir. Oysa Halil Osmanof Aşağı Balkanlar’da hiçbir şeyin kendisine tecavüz edemeyeceğini iddia ederdi.
***
Millî hareketlerde, özellikle de başkasının egemenliğine karşı silahlı mücadele aşamasında mabetler önemli rollere sahip olabiliyorlar. Fakat mabet, Bulgar ulusallığının inşasında daha özel yere sahip. Bulgarlar Osmanlı İmparatorluğu’ndan önce Ortodoks Kilisesi’ne karşı Bulgarca ibadet edebilecekleri millî kiliselerini kurabilmek için ayaklandılar. Balat sahildeki metal kilise (Sveti Stafan Kilisesi) bu mücadelenin eseri.
Romanda da Bulgar komitacılığının ve eyleminin merkezi manastırdır. Anlatıcı, bu manastırı kuş kadar ürkek bulur. Yine de Karnabad’a aslında Osmanoflardan daha hâkimdir: “Manastırın dış kapısından içeri girmeden çok daha evvel, Karnabad ayaklarımın altındaydı. Osmanofların odasından daha ziyade ayaklarımın altında.”
Romanın manstırla ilgili bölümleri dikkatli okunmalıdır.
***
Bulgar Sorunu denildiğinde akla İngiliz başbakanlarından William Ewart Gladstone’un Türkler aleyhindeki meşhur Bulgarian Horrors and the Questions of the East başlıklı broşürü geliyor. Benjamin Disraeli ile birlikte İngiliz emperyalizminin kurucu siyasetçisi Gladstone, Türklerin Bulgar kırımı yaptığını iddia ederek Avrupa’da Türk aleyhtarı büyük kampanyayı tetiklemişti.
Gladstone’un Türk düşmanlığına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki egemenliği Türk milliyetçiliğini kalkındırmamış, önünü kesmiştir. Türk milliyetçiliği iktidar katında yer bulmasını sağlayan gelişmenin, İmparatorluğun Balkanlardan tasfiyesi olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyetin kurucu milliyetçi liderleri içinde Balkan doğumluların ağırlığını da hatırlatalım.
Balkan milliyetçilikleri ile Türk milliyetçiliğinin pratikte birbirini desteklemesi, hatta Türk milliyetçiliğinin önünün feodal Osmanofların yenilgisiyle açılmış olması, kuramsal düzlemde düşmanlığı engellememiştir. Oysa Balkan Savaşlarıyla milliyetçilik iktidar katına ulaşmadan önce, henüz daha muhalefeteyken Jön Türkler Gayrimüslümlerin ulusal örgütleriyle ittifak yapabiliyorlardı.
Koray, Bulgar milliyetçi eyleminin Osmanoflar üzerinde yaptığı etkiyi şöyle anlatır:
“Şimdiye kadar taleplerini kendi kendilerine yapan Osmanoflar, şimdi sizin ve benim yahut hepimiz gibi doğrudan doğruya kaderin hükümleri altına girmişlerdi. Fakat Osmanofların katiyen kendi kendilerini tahlil edemediklerini biliyordum. Kaldı ki bunu yapmış olsalar bile, nihayet Yukarı Balkanlar’ı karıştıran aynı hadiselerle vaziyetlerini bir tutacaklar, dahi ileriye giderek Grigorof’un hakiki hüviyetini keşfetseler de belki ses çıkartmayacaklardı. En doğrusu, Osmanofların şuuru birdenbire durmuş gibiydi.”
Anlatıcı da, “Osmanoflar bana göre herhangi bir hadiseyi şu veya bu şekilde düşünmek ve halletmekten ziyade onu kabul edeceğe benziyordu” diyerek, Osmanofların sürece teslimiyetini vurgular.
Artık Karnabad’a korku hâkimdir; oysa Büyük Osmanof’un tabiatı “Sükûnet” idi. 1904’e gelindiğinde Halil Osmanof’un meşhur silah koleksiyonunu sakladığı oda sadece müze işlevi görebilmektedir.
Bulgar ulusu bu kavgadan ulus devletini kazanarak çıkmıştır; emperyalist devletlerin denetiminde gecikmiş ulus devlet! Bu hikâyenin nasıl bittiğini, Lev Troçki’nin Balkan Savaşı gözlemlerinden dinleyelim:
“Birçok Bulgar askeri terk edilen arazilerin kendilerine dağıtılacağını hayal etmişti ve böyle düşünmeleri için yukarıdan kendilerine ümit verilmemiş de değildi. Bir izin günlerinde kendilerine uygun bir yer seçecek ve oraya ‘işaretlerini’ koyacaklardı… O asker çocuklar yanıldılar. Seferden geriye, bir iki Türk süs eşyası, incik boncuğu, yaralı bir el ve ömürleri boyunca çekecekleri zalim romatizmayı getirecekler.”