Çürük duvar, ekşi süt

Öniz Özsoy

1887 yılında, henüz Kazan Üniversitesi’nde öğrenciyken çarlık rejimine karşı mücadele eden Lenin, kendisine “Bir duvara çarpıyorsunuz!” diyen polis komiserine şu yanıtı vermiş: “Duvar mı? Evet ama çürük bir duvar!”

İnsan, binlerce yıllık pratiğinin ve deneyiminin toplamıdır. Doğa ile mücadelesinde, dünyayı ve kendini durmaksızın yeniden keşfetmiş ve keşfettikçe yeniden yaratmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran yegâne özelliği de budur: Yaratma, üretme ve dönüştürme gücü. İnsanın bedensel ve ussal emeğinden başkaca hiçbir şey değer yaratma kudretine sahip değildir. İnsan elleri işlediği için ayaklanmış, ürettiği için dillenmiş, emeği ile insan olmuştur. Engels’in 1876 yılında yazdığı gibi, “İnsan eli, sadece çalışarak ve sürekli yeni işlere uyum sağlayarak, Raphael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini ve Paganini’nin müziğini ortaya çıkaran en yüksek mükemmelliğe erişmiştir.”[1]

İnsan kendi tarihini yazarken, duvarlarını da kendi elleriyle örmüştür. Ancak biliriz ki ne değişmez toplum ve ne de ebedi insan vardır. Bir sınıfın kendi imtiyazları uğruna insanlığın önüne ördüğü bu duvarlar, neyin ölmekte ve neyin doğmakta olduğunu görenler tarafından yıkılmıştır ve yıkılacaktır. İnsan, insanlığın yolunu kesen bu duvarları yıktıkça yükselmiştir ve yükselecektir. “İnsanlığı başkasında ayak altına alan, aynı insanlığı kendi için de ayak altına almış olur. İnsanda olan en iyi şey tanrıların verdiği bir şey değil, insanlık tarihinin fethi olan şeydir. Tarihi durdurmak gibi çılgın bir umuda sahip olanlar, daha şimdiden ölülerden çok ölülerdir.”[2]

Duvar mı? Evet, çürüktür. “İnsanlık tarihinin fethi olan şey”, insanlığın “anne sütüdür”. Dünyayı hakça, kardeşçe paylaştığımız, insanlığın emek üzerinde yükseldiği, sınıfsız, imtiyazsız bir toplum yaratmak uğruna yaşayanlar, o çürük duvarı yıkacak insanı beslemek ve büyütmek için, bize doğanın yasalarını ve kendi öz varlığımızın amacını gösteren o anne sütünü, insanlığın binlerce yıllık deneyiminin en iyilerinden süzerler, çoğaltırlar ve nesilden nesile aktarırlar.

Dünya öyle bir eşikte ki, insanlık, insanı ayak altına alarak, insanlık tarihinin tekerine çomak sokan, insanlık dışı bir sistemin elinde can çekişiyor. Hâl böyle iken, o çürük duvar, yükseldiği zemin üzerindeki her şeyi de çürüterek kendini görünmez kılmaya çabalıyor.

Son yıllarda pek çok örneğini gördük, görüyoruz. Hatta artık üzerinde, “Konvansiyonel erkek kavramını yıkıyor!”, “Cinsiyetin kalıplaşmış duvarlarını deliyor!”, “Kadın ve erkek rollerini ters yüz ediyor!”, “Cinselliğin uzun dehlizlerinde cesurca geziniyor!” yazmayan bir filme nadiren denk gelir olduk. Atılan taşlar, o çürük duvara hiç değmez oldu. Anlatım biçimleri artık bizde, “Burada insana dair bir gerçek, bir öykü, bir duygu anlatılıyor” düşüncelerini değil, “Ne yaratmaya çabalıyorlar? İnsandan, insanlık adına nasıl bir ‘süt’ sağmaya uğraşıyorlar?” sorularını uyandırır oldu.

Söylediğim gibi, pek çok örneği var. Ancak yakın zamanda izleme fırsatı bulduğumdan 2017 tarihli, Kalp Atışı Dakikada 120 (120 Battements Par Minute) filmini aktararak örneklendireceğim. Robin Campillo imzalı film, Cannes Film Festivali’nden Grand Prix de dâhil olmak üzere dört ödülle dönmüş. Özetle, ilkin 1989 yılında New York’ta kurulan ve LGBT topluluk içinde AIDS hastası olanların haklarını savunmayı amaç edinmiş Act Up adlı aktivist grubun, Fransa’daki ayağının mücadelesini konu ediyor ve ilk dakikasından itibaren de sizi bir tartışma ortamına sürüklüyor. Kendinizi, grup üyelerinin haftalık toplantılarını yaptığı amfide buluyorsunuz. Mitterand Fransa’sının hastalık karşısındaki ataletinin, ilaç şirketlerinin, toplumun AIDS’i yalnızca eşcinselliğin kaçınılmaz laneti olarak gören bakış açısının masaya yatırıldığı, nasıl mücadele edileceğine, ne tip eylemler yapılması, nasıl sloganlar kullanılması gerektiğine ilişkin farklı görüşler dinliyor, fikri çatışmalara tanık oluyorsunuz. Grup üyeleri epeyce genç. Çoğunluğu AIDS hastası ve ancak 20’li yaşların başındalar. İçlerinde henüz reşit olmayanlar yani çocuklar da var. Film ilerledikçe, 15 yaşında ve AIDS hastası olan, evlerinin küvetinde eylemlerde kullanılmak üzere yapay kan üreten “aktivist çocuk”, grup üyeleri ile birlikte lise “basan”, cinsel ilişki, anal seks, oral seks hakkında bilgi veren broşürler ve prezervatif dağıtan, hastalığın yayılmasının önlenmesi için okulların prezervatif temin etmesi gerektiğini savunan “aktivist anne”, bu eylemlere “Onlar daha çok küçük. Çocukları cinsel ilişki yaşamaya teşvik etmemelisiniz.” diyerek karşı çıkan “eğitimci” figürleri çıkıyor karşınıza. Özetle, bir noktaya kadar, bu çatışmaların içinde, üzerine düşüneceğiniz, kendi içinizde tartışabileceğiniz bir gerçeğe, insan öyküsüne tutunabiliyorsunuz. Ancak bunca tartışma içinde, hiçbir çatışma olmaksızın işlenen öyle bir konu bırakılıyor ki kucağınıza, yüzünüzün buruşmasına engel olamıyorsunuz. 16 yaşında bir erkek çocuğunun, kendisinden yaşça epeyce büyük erkek öğretmeni ile girdiği cinsel ilişkinin görüntüleri beliriyor ekranda. Hastalığa bu cinsel ilişki neticesinde çocukken yakalandığını aktaran kurbanın, cinsel ilişki görüntüleri eşliğinde “aşk”tan bahsettiğini işitiyorsunuz ve zihninizde o soru yine beliriyor: “İnsandan, insanlık adına nasıl bir ‘süt’ sağmaya çalışıyorlar? İnsanlığı ne ile besleyecekler? Nasıl bir geleceğe büyütecekler?”

“Sert ve gerçekçi! Doğrudan ve cesur!” Çokça örneği de verilen bu payeler, insanlığın önünü kesen, altında kalıp kan revan içinde can çekiştiğimiz hangi duvarın yıkılmasının şerefinedir, meçhul. Bizim gördüğümüz bir duvar var, çürük ve o çürük duvarın ardında, insandan insanlık adına sağmaya çalıştıkları “süt” epeyce ekşi.

 

[1] Friedrich Engels, “The Part Played By Labor in the Transition from Ape to Man”

[2] George Politzer

Güncel