Marx’ın emek-değer teorisi olarak adlandırılan “kapitalist sömürü teorisini” anlamamız için 16. yüzyıldan Marx’a kadar olan dönemde özellikle Batı Avrupa’da hâkim iktisat politikalarına değinmemiz gerekmektedir. Marx’ın ekonomi politiği nasıl ki İngiliz ekonomi politiğine dayanıyorsa, İngiliz ekonomi politiği de 16. yüzyıldan başlayarak gelişen kapitalist sistemin içinde evrimleşerek olgunlaşmıştır. Bunun için ticaret kapitalizminin öğretisi merkantilizmden Fransız fizyokratlarına ve oradan da klasik okula değinmemiz gerekmektedir.
Merkantilizm
Dış ticaret politikasının, siyasî tartışma alanına girmesi, Avrupa’da ticaret burjuvazisinin yönetime katılımı ile başlar. Büyük coğrafi keşifler ve denizaşırı bölgelerden gelen ganimetler; feodal Avrupa’nın dış ticaret yoluyla zenginleşmesine yol açtı. Merkantilizm veya ticaret kapitalizmi, Avrupa’nın değişik ülkelerinin yapısal ayrımlarına göre değişiklik göstermiştir. Bu yazının konusu olmadığı için bu farklılıklara ve nedenlerine girmeyeceğiz. Fakat belirgin özellikler, hemen hemen tüm bu ülkelerde benzerlik gösterir. Bunlar:
- Değerli maden stoku yapma ve bunların ithalinin yasaklanması,
- Geniş ayrıcalıklarla donatılmış ticarî kumpanyalar aracılığıyla denizaşırı ticareti kendi monopollerine alma çabası,
- Süreç boyunca feodalizmi tasfiye ve güçlü merkezî yönetimlere duyulan ihtiyaç,
- Müdahaleci devlet yapısı,
- Sömürgeciliğin savunulması ve sömürgelerdeki ticaretin denetlenmesi
Ticari kapitalist dönemin öğretisi olan merkantilizm, zenginleşmenin tek yolunun dış ticaretten geçtiğini temel ilke olarak edinmiştir. Hatta daha sonra Adam Smith’in eleştireceği gibi; parayı, sermayeyle özdeş tutacak kadar önemsemiştir.[1] Merkantilizmde tartışılan şey, dış ticaretin yararları değildir; dış ticaret yoluyla nasıl daha fazla zenginleşebileceğidir. Doğal olarak onlarda üzerinde durulan şey dış ticaretin kendisi değil, dış ticaret “bakiye”sidir.
Değerli maden akışıyla oluşan enflasyon, köylüleri yoksullaştırırken; servetini, kurulu toprak düzeninden alan feodallerin de maddi gücünü sarsmıştır. Bu durum feodallerin daha çok vergi peşinde koşmasına ve akabinde de köylü isyanlarına yol açmıştır. Engels, kapitalizmin sanayi çağına geçişteki köylü isyanları ile ticarî çağına geçişteki köylü isyanlarını, sonuçları itibariyle birbirine benzetir.[2] 16. yüzyıl köylü isyanları, feodalistlerin iktidarını sarsarken, zenginleşen tüccar sınıfı da aynî ekonomiden para ekonomisine geçişi hızlandırdı.
Kabaca 1500-1750 arası bu dönem Avrupa’da merkantilizm olarak adlandırılır. Bugün geçerliliğini yer yer koruyan pek çok iktisadî soruna ilk yaklaşım ve ilk çözüm önerileri o dönemin merkantilistleri tarafından gelmiştir. Merkantilistler bir okul etrafında birleşmiş kişiler ya da akademisyen değillerdir. O dönem devlet görevlileri, şirket yöneticileri, tüccarlar vs. merkantilist dediğimiz grubu oluşturur. Elimizde merkantilistlerin temel ilkeleri sayılabilecek kayda değer tek tarihî belge, Avusturyalı avukat Philip Wilhelm Von Hornick’in yayımladığı bir manifestodur.[3] Onun dışında bu dönemde İspanya’dan Avusturya’ya hemen bütün büyük ülkelerin siyasî ve iktisadî politikalarında merkantilist temel kendini hissettirmiştir.
Özellikle 17. yüzyılın sonuna kadar olan dönemde sistemin dış ticaret politikası, ülkeye değerli maden akışı üzerinedir. Toplumsal servetin en büyük kaynağı da bu değerli maden stokudur. Dış ticaret kazan-kazan ilkesi yerine “sıfır toplamlı oyun” şeklindedir. Bunun sonucunda merkantilizmin artı-değeri, dış ticaret fazlasıdır. Marx bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “Merkantil sistemde artı-değer görelidir; birinin kazandığını öteki yitirir. Öyle ki bir ülke içinde toplam sermaye düşünülürse, burada gerçekte artı-değer yaratma söz konusu değildir.”[4]
Merkantilistlerin geliştirdiği faiz teorisi, dış ticaret ve nüfus politikaları, enflasyon ve bunun talep üzerindeki etkisi vs. gibi birçok iktisadî tahlil, iktisat teorisinin gelişimine öncülük etmiştir. 17. yüzyılın sonlarına doğru ise merkantilist dış ticaret politikası değişime uğramaya başlamıştır. Birinci olarak Fransa’da, piyasaya devlet müdahalesinin olumlu etki yaratmadığı görüşünde birleşen fikirlerin yükselişe geçişidir. İkinci olarak ise Britanya’nın Amerika ile Batı Hint adalarındaki sömürgelerinin ülkeye sağladığı girdinin farklılıklar göstermesi dış ticaret politikasının sorgulanmasına yol açmıştır. Buna göre dış ticaret, yalnızca değerli maden akışını sağlayan bir araç olmaktan çıkıp, daha korumacı bir nitelikle yeni iş ve istihdam alanlarının yaratılmasına ve yeni sanayi üretim alanlarının gelişmesine yönelik bir işleve geçmektedir. Bu kapitalizmin, ticarî ağırlığından sınaî aşamasına geçişidir. Diğer bir deyişle servetin kaynağının değerli madenden, sanayi üretimine geçişidir. Ticari kapitalizmin içinde serpilen ve gelişen sanayi kapitalizmi, merkantilist politikalarla oluşan dış ticaret fazlasının yatırıma yönlendirilmesini istemektedir. Üretim maliyeti ile satış fiyatları arasındaki pozitif farkın fazla olması, özellikle İngiltere’de artan sermaye oluşumu merkantilizmin tasfiyesini hızlandırmıştır.
“Modern ekonomi politiğin babası:
Fizyokratlar” ve fizyokrasi
Marx, Kapital’in 4. cildi olarak tasarladığı Artı Değer Teorileri’nin ilk iki ve altıncı bölümünü (hatta 1. cildin sonunda ekler bölümünün bir kısmı da dâhil) fizyokratlara ayırmıştır ve “Burjuva ufkunun sınırları içinde, sermayenin çözümlemesini yapmış olma onuru esas olarak fizyokratlarındır. Onları modern ekonomi politiğin gerçek babası yapan da budur.”[5], diyerek onların iktisat teorisine ve artı-değer teorisinin kökenine ilişkin yaptıkları katkıyı, haklarını vererek teslim etmiştir.
Merkantilist politikalara tepki olarak, Fransa’da özellikle Dr. Quesnay’ın öğretileri olarak ortaya çıkan fizyokrasinin en temel varsayımı, “artık ürün” yaratan tek üretim dalının tarım olduğunu savunmasıdır. Buna göre, tarımdan elde edilen diğer sınıflara dağıtılır ve tekrar satın alma gücü olarak ekonomiye döner. Tarım dışında artık ürün yaratan bir iş dalı yoktur.
Fizyokratların kuramında tarımın bu denli özel yerinin olması, merkantilizme bir tepkidir. Tarımı, ekonominin tam kalbine yerleştirmekle kalmayıp, merkantilistlerin en önemli toplumsal değer atfettikleri dış ticareti küçümsemişler ve bu nedenle dış ticaretle ilgili elle tutulur bir kuram geliştirememişlerdir.[6] Fizyokratların, servetin kaynağı ticaretin mübadeleden değil de üretimden doğduğunu savunmaları, Marx’ın dikkatini çekmiştir: “Fizyokratlar tamamen doğru olarak şu temel ilkeyi ortaya koydular: Yalnızca artı değer yaratan emek üretkendir.”[7]
Marx, fizyokratların “tek üretken emek, tarımsal emektir” savlarını biliyordu. Onların bu varsayım ile çıktıkları yolda, kâra, faize ve sermaye oluşumuna ilişkin görüşlerinin Adam Smith’ten başlayarak sonraki ekonomistleri etkilediğini ancak onların görüşleriyle taban tabana zıt olduğunu da belirtmiştir.[8] (Marx, Smith’in görüşlerinin fizyokratlarla taban tabana zıt olduğunu söylese de onu en genel anlamında bir fizyokrat olarak tanımlıyordu. İlerleyen bölümde buna değineceğiz.) Marx, fizyokrat sistemdeki çelişkileri ise “Sistemin feodal kabuğu ve burjuva özü”[9] diye nitelendirmiştir. Tüm bu çelişkilere rağmen Marx onları “Kapitalist üretimi çözümleyen ve içindeki sermayenin ürettiği koşulları, üretimin önsüz-sonsuz doğal yasaları olarak sunan ilk sistemdir.”[10], diyerek, artı değerin dolaşım alanından üretim alanına aktarılması tespitinde, özellikle fizyokratların toprak rantı teorisinin önemini vurgulamıştır.
J. A. Schumpeter, fizyokratlar için “1750’de mevcut değildi, 1760-70 arası herkes bundan bahsediyordu. 1780’de ise hemen herkes tarafından unutulmuştu” diyor.[11] Fizyokratların etkisi Schumpeter’in bahsettiği kadarla sınırlı değildir. Marx, onları Schumpeter’den daha esaslı biçimde değerlendirirken fizyokratların içinde barındırdıkları çelişkinin, o dönem Fransa’da kapitalizmin “feodal” etkisinden kaynaklandığını ileri sürer: “Feodal toplumdan çıkmanın yolunu tutmaya çalışan ama feodal toplumun kendisini de burjuva biçimde yorumlayan, ne var ki kendine özgü biçimi henüz keşfetmemiş olan kapitalist üretimin çelişkileridir.”[12]
Marx’ın, “kapitalist üretim sürecinin karakteristik biçimi olarak, kabaca 16. yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın son 30 yılına kadar süren”[13] dediği dönem, önce merkantilizmin etkisinde, sonra merkantilizmin çözülüşü ve her ne kadar ticarete “ayakyolu” olarak baksa da; dış ticaretin serbest olabilir vurgusu ile serbest ticaret teorisine zemin hazırlayan fizyokrat öğretinin yerini klasik okula bırakmasıyla son bulmuştur.
Fizyokratlardan geriye ise, Marx’ın deyişiyle kapitalist üretim sisteminin ilk ciddi açıklanma çabası ve Marx ve Marksistlerin bugün bile hâlâ kullanageldiği “verimli-verimsiz emek ayrımı, artık kavramı, yeniden üretim, üretimin toplumsal niteliği, toprak rantı ve eşit değerlerin mübadele edilmesi ilkesi” gibi sayısız iktisadî ve toplumsal kavram kalmıştır.
Klasik iktisat
Kapitalist sistemin açıklanmasında, getirdikleri tahlil araçlarıyla en kapsamlı ve bilimsel yöntemi ilk anlamda Klasik Okul yapmıştır. İktisat tarihçilerinin elzem çoğunluğu, Klasik Okulu Adam Smith’in 1776’da yazdığı Milletlerin Zenginliği (Wealth of Nation) eseri ile J. Stuart Mill’in 1843’te yayımladığı Siyasal İktisadın İlkeleri (Principles of Political Economy) eseri arasında geçen süre aralığı olarak tanımlıyor.
Kapitalizmin ticari çağından sanayi çağına geçişi, toprak ve ticarete dayalı zengin aristokrasinin burjuvazi karşısında çözülüşü, piyasaya müdahaleye ve sermaye birikimine engel olmayan devlet istenci ile birlikte yeni duruma uygun bir iktisat teorisini mecbur kılmıştır. Adam Smith (1723-1790), David Ricardo (1772-1823), T. R. Malthus (1766-1834), James Mill (1773-1836), J. B. Say (1767-1832) ve J. S. Mill (1806-1873), klasik iktisadî düşüncenin teorisyenleridir.
Marx ise klasik okulun kökenini “Klasik iktisadî düşüncenin öncüsü ve İktisat biliminin kurucusu”[14] olarak gördüğü İngiliz ekonomi iktisatçısı Sir William Petty’e dayandırır. Marx’a göre Klasik İktisat İngiltere’de Sir William Petty ve Fransa’da P. Bisguilbert’le başlar, İngiltere’de D. Ricardo ve Fransa’da Sismondi de Sismondi ile son bulur.[15]
Klasikler, fizyokratların bırakınız yapsınlar (laissez faire) görüşünü sürdürerek ve onu temele alarak bir iktisat teorisi oluşturmuşlardır.[16] Marx da iktisat tarihçilerine göre okulun kurucusu sayılan A. Smith için, “Adam Smith’e bol bol fizyokratlar kavram bulaştırmıştır; fizyokratlara ait görüşler onun yapıtında çoğu zaman bütün bölümü kaplar. Bu görüşler özellikle kendisinin ileri sürdüğü düşüncelerle tam bir karşıtlık içindedir. Buradaki amacımız açısından bu görüşleri tümüyle görmezden gelebiliriz çünkü bu görüşler, onu yansıtmaz ve bu görüşlerinde o yalnızca bir fizyokrattır.”[17], ifadelerini söylemiştir. Yani Marx, günümüzde iki farklı ekol olarak anlatılan Fransız Fizyokratları ile İngiliz Klasik İktisatçılarının temelde aynı ekolün birikimli bir devamı ve eşdeğeri diye nitelendirmiştir. Burada Marx’ın odağa aldığı olgu, klasik iktisatçıların, fizyokratlardan miras aldığı laisser faire görüşüdür.
Marx, Adam Smith ve David Ricardo’nun “metanın çözümlenişi, değişim değerinin belirlenişi, ücret kavramı, rant ve değer teorisini”, ekonomi politiğin eleştirisi çalışmalarında ve kendi kapitalist sömürü teorisinde kullanmak üzere bolca kullanmıştır. Lenin de Marksizmin üç kaynağından birinin İngiliz ekonomi politiği olduğunu vurgulamıştır. Marx ile İngiliz ekonomi politiği arasındaki en büyük fark ise, klasik okulun teorisi kapitalist sistemin müesses nizamının sürekliliği üzerine iken; Marx’ta, sistemin sömürge teorisini oluşturarak onun nasıl yıkılması gerektiğini göstermesidir. Diğer bir fark ise Marx’ın, “Burjuva toplumda, her insanın meta alıcısı olarak ansiklopedik bilgi sahibi olduğu fiction juris’i (varsayımı) egemendir.” ifadesidir.
Marx, klasik iktisatla neyi ifade ettiğini en yalın biçimde şöyle açıklamaktadır:
“İlk ve son defa olmak üzere belirteyim ki, klasik ekonomi politik dediğimiz zaman, sadece görünüşteki ilişkiler çerçevesi içinde kalan, en çetin ve karışık olaylara rahat ve kolay bir açıklama bulmak ve burjuvazinin günlük ihtiyaçlarını karşılamak için bilimsel ekonominin çoktandır biriktirdiği malzemeyi durmaksızın eşeleyip ayıklayan, fakat bunun dışında kendini, içinde yaşadığı dünyayı, dünyaların en güzeli ve en iyisi bulan, halinden memnun burjuvazinin bu dünya üzerine bayağı düşünce ve fikirlerini bilgiççe bir kılı kırk yarıcılıkla sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilân etmeye veren yüzeysel ekonomiye karşılık, W. Petty’den bu yana burjuva üretim biçiminin gerçek temeli olan ilişkileri araştırıp inceleyen bütün ekonomiyi anlıyorum.”[18]
Klasiklere göre arz-talep dengesini sağlayan ve bütün piyasayı dengeye getiren bir görünmez el vardır. Buna “tabii düzen” demişlerdir. İktisadî Adam (Homo Economicus) niteliği taşıyan kapitalist girişimci ile sermaye mülkiyetinden yoksun işçi sınıfı, toplumsal değeri birlikte yaratır. D. Ricardo ise politik iktisadı, “Ürünün yaratılmasına katılan sınıflar (burjuvazi ile işçi sınıfı) arasında ürünün bölüşüm kanunlarının araştırılması”, diye tanımlar.[19]
Bugün üniversitelerde makro iktisadın kurucusu olarak M. Keynes anlatılsa da iktisadın makro ve dinamik analizi, ilk olarak klasik iktisatçılar tarafından yapılmıştır. Klasiklerin iktisat teorisine en büyük katkıları:
- Sermaye birikiminin etkisi,
- Teknolojik yeniliklerin pratiğe uygulanması,
- Kâr yaklaşımı,
- Değer ve bölüşüm teorisi,
- Dış ticarette sıfır toplam yerine iki ülkenin de kazanabileceği kuramı,
- Para ve reel değerler yaklaşımı analizlerinde yapmışlardır.
Bunların içinde “klasik değer teorisi” ise iktisat teorisinde mihenk taşıdır. Marx kapitalizmin sömürge teorisini, bunu geliştirerek, bu temelde yapmıştır. Marx, Ricardo’nun emek-değer teorisini ondan farklı olarak kullanmıştır. Ricardo emek-değer kuramını çoğaltılabilir malların mübadelesinde ve malların nispî değerini açıklamak için kullanmıştır.[20] Ricardo’nun emek-değerinde sistemin sömürü kaynağını gösterme kaygısı yoktur. Bu onun, Marx’ın deyişiyle, “burjuva ufku”ndan kaynaklanmıştır. Marx’ta ise emek-değer, serbest rekabetçi kapitalizmde artı-değerin oluşma sürecini açıklama amacıyla kullanılmıştır. Marx, Kapital I’in yedinci bölümünü bu artı-değerin sömürü oranına ayırmıştır.
Marx, Ricardo’dan değer teorisini alırken hem onun çelişkilerini göstermiş hem de teoriyi geliştirmiştir:
“Değer büyüklüğü ile bunun göreli ifadesi arasındaki uyuşmazlığı, bayağı iktisat bilinen en keskin zekâsıyla kendi çıkarına kullanmıştır. Örneğin A’nın karşılığında değiştirildiği B’nin değeri yükseldiği için düştüğünü ve bunun A’ya daha az emek harcanmadığı halde gerçekleştiğini kabul ettiğiniz anda, genel değer ilkeniz yere serilmiş olur. Ricardo, A’nın B’ye oranla yükseldiğini, B’nin A’ya oranla değerinin düştüğünü kabul ederse, kendi yüce önermesinin -ki bir metanın değerinin her zaman kendinde maddeleşmiş emekle belirlendiğini söyler- dayandığı temeli kendi eliyle yıkmış olur.”[21]
Marx’ın burada sertçe eleştirdiği aslında Ricardo’nun “bir metanın değeri, her zaman kendisinde maddeleşmiş emekle belirlenir” önermesidir. Marx bunu eleştirirken, “Bir metanın değeri, bu metanın ‘mübadele değeri’ olarak ortaya konmasıyla ifade edilir.”[22], diyerek Ricardo’nun değer teorisi üzerinden onu aşmıştır.
Marx, Ricardo’nun değer teorisi dışında “teknolojik işsizlik, aşırı nüfus/süreğen işsizlik” gibi konularda da ondan yararlandı. Marx ekonomi politik eleştirisinde kendi bütüncül kuramını destekleyecek kadarını Ricardo’dan almış, buna uymayan kısımları ise atlamıştır.
Klasiklerde dış ticarete bakmamız için ilk olarak Adam Smith’i anmamız gerekmektedir. Adam Smith, kapitalizmin ticaret sermayesinin egemenliğinden üretken/sınaî sermayenin egemenliğine geçişin paradigmal çerçevesini teorileştirmiştir. Fizyokratların sadece tarımsal üretimde geçerli olduğunu ileri sürdükleri varsayımların, üreten tüm kesimlerde (özellikle sanayi) geçerli olduğunu göstermiştir. Onun fizyokratlarla yer yer karşıt düşüncelerine rağmen Marx’ın onun esasta bir fizyokrat olduğunu savunması bu nedenledir. Smith’in piyasa mekanizması üzerine kurduğu analizi Marx, dolaşım alanından üretime kaydırmıştır. Marx bunu yaparak sömürünün temeline inmeyi başarmıştır. Ricardo ise Smith’in dış ticaret kuramı olan “mutlak üstünlükler teorisi”ni geliştirerek, değer teorisinden sonra iktisat teorisine en önemli katkısını yapmıştır. İktisat biliminin bildiğimiz anlamında düşüncel ve teorik çerçevesini Smith attıysa da o, olgun biçimini Ricardo ile almıştır. Bundan dolayı Marx, Ricardo’yu diğer tüm klasiklerden ayrı, daha saygın bir yere koymuştur.
Smith’e göre toplumsal zenginliğin kaynağı merkantilistlerin savunduğu gibi değerli maden stoku değildir. Değerli madenler, toplumda bir talep artışı sağlayarak satın alma gücü oluşturur, bu anlamda bir servet kaynağıdır, ancak zenginliğin esas kaynağı toprak, işgücü ve sanayidir. Smith, ticarette serbestleştirmeyi bu zenginliğin en önemli varsayımı olarak görür. İspanya ve Portekiz başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde değerli maden çıkışına konan yasakları anlamsız bulur. Smith’e göre esas korunması gereken şey ülkenin üretken gücüdür. Sermaye, üretim gücü ile sağlanır ve sermaye olmadan da zenginlik olmaz.
Kendisi borsa bankeri iken Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabını okuyup ekonomi politik üzerine yoğunlaşan David Ricardo da sanayi kesiminin sözcülüğünü yapar. Ricardo, kâr oranlarının düşme eğiliminde olduğunu ortaya koyar ve soruna, Smith’ten esinlenerek geliştirdiği dış ticaret kuramı olan Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi ile çözüm getirir. Ricardo’ya göre dış ticaret, kaynakların daha verimli dağılımını sağlayacağı için toplam üretimi artırır. Ricardo’nun teorisinde ilginç olan nokta ise şudur: Bir ülkenin dış ticarete girmesi için bir malı diğer bir ülkeden daha ucuza üretmesi gerekmez. Ancak hangi malı karşıdaki ülkeye göre daha az maliyetle üretiyorsa o mal üzerinde uzmanlaşmalıdır görüşü hâkimdir Ricardo’da.
Ricardo’ya göre dış ticarette karşılaştırmalı üstünlükler arasındaki farklılık korunduğu sürece ticaret devam etmelidir. Bu farkın korunabilmesi için üretim ölçeğinin büyümesi hâlinde artan veya azalan maliyetlerin söz konusu olmaması gerekir. Burada önemli olan, karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin geçerli olabilmesi için maliyet üstünlüğünün ülkelerin mutlak üstünlüğünün olduğu sektörlerde/dallarda ortaya çıkmasıdır ve bu maliyet farkının başlangıçtaki oranlarında devam ettirilmesine yönelik varsayımlara gereksinim vardır. Yani ölçeğe göre sabit getiri esastır. Ricardo’nun da Smith gibi üzerinde durmadığı konu ise dış ticarette hangi ülke daha kârlıdır sorusudur. Önemli olan dış ticarete girişmektir. Servetin bölüşümünde Smith ve Ricardo’nun net bir tavır aldıkları söylenemez. Bölüşüm ilişkisini onların teorisi üzerine dert eden kişi Marx olmuştur.
Marx ve dış ticaret
Sanılanın aksine Marx’ta dış ticaret, her şeye rağmen olumlanan bir olgudur. Burada en önemli şey, Marx’ın tarihsel olarak topluluklar arasında gelişen mübadele ilişkileri sonucu, işbölümü ve buna bağlı uzmanlaşmaya verdiği önemdir.
Marx da, Smith ve Ricardo gibi dış ticaretin her iki ülke için kazançlı olduğunu söyler; yalnız onlardan farklı olarak ise şunu belirtir: “Birisi daha fazla kazançlı çıkar.”[23] Aradaki bu farkın elbette ki en büyük sebebi, Smith ve Ricardo’nun, kârın kaynağının ticaret ile değil üretim süreciyle açıklanmaya başlanmasına geçiş döneminin teorisyenleri olmaları, Marx’ın deyişiyle, “burjuva iktisadının tek gözünü kapatarak süreci açıklama çabası”dır. Marx açısından ise fark kapitalist sömürü teorisini yapmasından kaynaklanmaktadır.
Marx’ta dış ticaret en başta yeniden üretim için geçerlidir. Marx bu tespiti yaparak, dış ticaretin talep yetersizliğine bir çözüm getirdiğini söylerken[24] kapitalist sistemin çelişkilerinin başka daha geniş bir alana yayılacağını vurgulamıştır. Dış ticaretin, dolaşımdaki paranın yaratılan değerden daha fazlası ile talep bunalımını çözebileceğini söyleyen Marx, aslında kendisinin ölümünden neredeyse 50 yıl sonra gerçekleşecek olan 1929 Buhranındaki talep eksikliği sorununa bir çözüm yöntemi bırakmıştır. Fakat Marx’ın da en çok dikkatini çeken şey 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra paranın dolaşım hızındaki muazzam artış, bankacılık ve kredi sektöründeki baş döndüren gelişmeler yaşanmasıdır. Marx Kapital’in II. cildinde hem bu gelişmeler hem de olası bir talep yetersizliği için, “Tanrıya şükür ki kapitalizm o an doğmamıştır ve kapitalizmi işler kılacak banka ve kredi mekanizmaları mevcuttur.” diyerek 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalizmin finans sektörü ile nasıl bir sıçrayışa girdiğini fark etmiştir. Bu dış ticaret açısından oldukça önemlidir. Çünkü finans sektöründeki bu gelişimle beraber Marx, dış ticaretin değer transferine yol açacağını belirtmiştir. Ricardo’dan farklı olarak Marx, sermayenin uluslararasında akışkan olduğunu belirtir, işgücünün akışkan olup olmaması ise o kadar önemli değildir. İçerdiği emek-değerden daha düşük bir piyasa fiyatıyla satılan emek-yoğun malın, sermaye-yoğun mal ihracı yapan ülke açısından değer kazanımı anlamına geleceğine, böylece dış ticaretin ülkeler arası bir sömürü aracı olabileceğine dikkat çeken Marx, ömrü yetseydi muhtemelen emperyalizm teorisini bunun üzerine kuracaktı.
En nihayetinde Marx, burjuvazinin sözcülerinin bir yandan serbest ticaret nidaları atarken diğer yandan korumacı önlemleri, gümrük vergileri ve tarife uygulamaları ile ikiyüzlü olduklarını vurgulamıştır. Marx’ın ve Marksist iktisadın, ticareti “kötü ve eleştirel” olarak nitelendirdiği ise gerçeklikten uzaktır. Kaldı ki sosyalist toplumun inşası için üretim araçlarının geliştirilmesi ve refah toplumun yaratılması açısından ticaret oldukça önemli yer tutmaktadır/tutacaktır. Marx’ın, uluslararası ticarete, kapitalist sistem içerisinde sömürüyü genişleteceği bakışı ayrıdır; tarih boyunca ticaretin ilerici işlev edindiği vurgusu ayrıdır. Bugünden geleceğe, sınıfsız ve imtiyazsız bir toplumun yaratılması için dünya üzerindeki bütün devletlerin ve halkların, karşılıklı kazanç içerisinde dış ticarette bulunmasının önemini reddetmek ise eğer Marksizm adına yapılıyorsa hem tarihsellikten hem de bilimsellikten uzaktır.
[1] Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, Eylül 2012, s.44
[2] Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Payel Yayınevi, 2.basım, s.23
[3] Arif Ersoy, İktisadi Düşünceler Tarihi, Nobel Yayınevi, s.136
[4] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol Yayınları, Ankara 2013, s.57
[5] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol Yayınları, Ankara 2013, s.36
[6] Şiir Erkök Yılmaz, Dış Ticaret Kuramlarının Evrimi, Efil Yayınları, Ocak 2014, s.11
[7] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol Yayınları, Ankara 2013, s.38
[8] Karl Marx, a.g.e., s.39
[9] A.g.e., s.41
[10] Aynı yerde
[11] J. H. Schumpeter, History of Analysis, George Allen and Unurin Ltd., London, 1954. Aktaran: Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, Eylül 2012, s.64
[12] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol Yayınları, Ankara 2013, s.43
[13] Karl Marx, Kapital, I.cilt, Yordam Kitap, Ocak 2015, s.327
[14] Mehmet Selik, İktisadi Doktrinler Tarihi, Gerçek Yayınevi, 4.baskı, Ekim 1988, s.164
[15] Aynı yerde.
[16] Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, Eylül 2012, s.69
[17] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, Cilt I, Sol Yayınları, s.61
[18] Mehmet Selik, İktisadi Doktrinler Tarihi, Gerçek Yayınevi, 4.baskı, Ekim 1988, s.164-165
[19] David Ricardo, Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, III. Basım, Şubat 2015, s. VII
[20] A.g.e., s.7-43
[21] Karl Marx, Kapital, I.cilt, Yordam Kitap, Ocak 2015, s.67
[22] Aynı yerde.
[23] Kerim E. Afşar- Mehmet Özyiğit, Karl Marx Bir Klasik mi? “Adam Smith ve Karl Marx Üzerinden Kavramsal Bir Karşılaştırma”, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sf.10
[24] Marx’ın talep yetersizliği üzerine tespitleri oldukça tarihseldir ve bambaşka bir yazı konudur. Zira Marx, 1929 Buhranı sırasında krizden “talep yetersizliği” ile çıkmayı öneren Keynes’e neredeyse 80 yıl öteden öncülük etmiştir.