İkinci Dünya Savaşına ışık tutan günlükler

Deniz Berktay

Hemen her milletin, her ülkenin tarihinin öyle dönemleri vardır ki, bu dönemleri tarihten ziyade güncel siyasetin bir parçası saymak, daha doğru olur. Mesela bizdeki Ermeni Meselesi, böyledir. Dünyanın büyük devletleri, Türkiye’yi kıskaca almak, suçlu göstermek için, bundan yüz yıl önce yaşanmış olayları çarpıtarak Türkiye’nin önüne getirir. Burada mesele, bazılarının ileri sürdüğü gibi tazminattan ibaret değildir. Batılı ülkelerin sözde soykırım yasa tasarılarında (veya artık yasalaşmış olan metinlerde), sözde Ermeni soykırımının 1915-1923 yılları arasında gerçekleştiği iddia edilir. Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları 1919’dan itibaren Anadolu’da inisiyatifi ele aldıklarına göre, soykırım iddiasında bulunanlar, sadece Osmanlı’yı değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşlarını, yani, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroyu da karalamaya çalışmaktadır. Buradan da hareketle, sözde soykırım savunucuları, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kan üzerine kurulduğunu, Türk millî kimliğinin de soykırıma dayandığını iddia eder. Başka bir deyişle, sözde soykırım iddiasında bulunanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü topraklarda varlığını ve bağımsızlığını devam ettirmesine karşı çıkar. Meselenin içyüzü böyle olduğu için de, Talat Paşa Komitesi’nin üyeleri ve Ermeni Meselesi’nde araştırma yapan Türk tarihçiler, sadece tarihî bir meselenin aydınlatılması mücadelesini değil, Türkiye’nin varlık ve bağımsızlık mücadelesini de verir.

Avrupa tarihinde de bazı olaylar vardır ki, bunları da tarihte kalmış olaylar diye nitelendiremeyiz. Mesela, İkinci Dünya Savaşı… Günümüzde Rusya’da, Ukrayna’da, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde siyasetçilerin sürekli İkinci Dünya Savaşı döneminden bahsetmelerine, kendi siyasi söylemlerine geçmişten dayanak bulma çabalarına bakarsak, İkinci Dünya Savaşı konusunun bu ülkeler açısından, mesela Napolyon’un Rusya seferi gibi tarihsel bir konu olmadığını, gayet güncel bir konu olduğunu görürüz. Burada mesele, sadece İkinci Dünya Savaşının çok uzak olmayan bir geçmişte, günümüzden 75 yıl önce yapılmış olması değildir. Bugünkü Avrupa düzeni de, büyük ölçüde, bu savaştan sonra şekillenmiştir. Mesela, Birleşmiş Milletler’de en fazla söz hakkına sahip olan, Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin), İkinci Dünya Savaşının galibi olan beş büyük ülkedir ve Güvenlik Konseyi’nde sahip oldukları veto hakkı, 75 yıl önce savaşı kazanan başlıca galiplerden olmalarının sonucudur. Bugünkü Avrupa sınırları, yine büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşının bir mirasıdır.

İkinci Dünya Savaşını Hollywoood filmlerinden değil de kitaplardan öğrendiğimizde, bir gerçeği çok net görürüz: Sovyetler Birliği olmasaymış, Nazi Almanya’sı yenilemezmiş. Evet, Amerikan sinema sektörünün Amerikalı askerleri olayların merkezine oturtmasına karşılık, gerçekte, İngiliz ve Amerikalıların Normandiya’ya çıkarma harekâtı yapıp Naziler’le ciddi bir kara savaşına girdikleri tarih, 1944 yılının Haziran ayıdır. 1941 yılından o tarihe kadar tam üç yıl, Nazi Almanya’sı gibi o dönemin en büyük ordusuna sahip bir gücü tek başına karşısına alan devlet Sovyetler Birliği’dir. Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırdığı 1941 yılından itibaren Sovyet lideri Stalin, İngiliz ve Amerikan liderlerine ısrarla, “bakın, Naziler’e karşı biz tek başımıza çarpışıyoruz. Müttefik olduğumuzu söylüyorsanız, siz de Fransa’ya asker çıkartıp ikinci cepheyi açın” dese de, ABD ve İngiltere, çeşitli gerekçeler öne sürerek, 1944’ten önce bu cepheyi açmaz. Bu esnada, Ruslar’ın mensup olduğu Slav ırkını aşağılık ırk olarak gören Naziler, bütün barbarlıklarını Sovyet topraklarında gösterir (ABD topraklarına ise, Japonların Pearl Harbour baskınını saymazsak bir tek bomba düşmez), Sovyetler’se, Naziler’i, Rusya’nın epey içlerinde, Kafkasya’nın kuzeyine denk düşen ve bugünkü adı Volgograd olan Stalingrad’da ağır bir yenilgiye uğratır ve Amerikalılar Normandiya’ya çıkana kadar, Naziler’i bütün Sovyet topraklarından çıkarmayı başarır. Bugünkü Rusya yönetimi de, kendisini her alanda Sovyetler Birliği’nin varisi gördüğünden, Avrupa’yı kendilerinin kurtardığını söyler ve bu çerçevede, Avrupa siyasetinde daha fazla söz sahibi olmaya çalışır. Buna karşılık, Rusya karşıtı yönetimlerin bulunduğu Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya gibi ülkeler, kendilerinin İkinci Dünya Savaşından sonra Nazi Alman işgalinden çıkıp “onun kadar kötü olan” komünist Rus işgaline girdiklerini söyler ve böylelikle, Ruslar’a minnettar olmadıkları gibi, Ruslar’dan alacaklı olduklarını ifade ederler.

Avrupa’nın kaderini belirleyen anlaşma

Doğu Avrupa ülkelerinin SSCB’ye tepkisi, yaklaşık 45 yıl süren komünist dönemden ibaret değildir. 1939 yılında Nazi Almanya’sı Dışişleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop ile Sovyet Dışişleri Komiseri Vyaçeslav Molotov arasında imzalanan ve tarihe Molotov-Ribbentrop Paktı olarak geçen anlaşma, Avrupa’yı bu iki devlet arasında nüfuz alanlarına ayırmış, dolayısıyla da, sözünü ettiğimiz bu ülkelerin kaderini belirlemiştir. Sözünü ettiğimiz bu anlaşma, Almanya’nın Polonya’ya saldırmaya hazırlandığı dönemde imzalandı. Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasında böyle bir anlaşmanın imzalanması, ilk başta, şaşırtıcı gelebilir. O nedenle, bu noktada, o döneme kısaca bakmakta fayda var:

İflas eden İngiliz Siyaseti

Nazi diktatörü Adolf Hitler, 1930’lu yılların başında Almanya’da iktidara gelip kısa sürede tek adam yönetimini kurmasından birkaç yıl sonra, 1930’ların ikinci yarısında, çevre ülkelerden toprak talep etmeye başlar. Bu dönemde, Nazi Almanya’sının karşısına çıkacağı düşünülebilecek olan İngiltere’yle Fransa, Hitler’i durdurmak bir yana, Hitler’e ne istediyse verir. Zira, o dönemki İngiliz ve Fransız yönetici zümresi açısından (İngiltere’de Başbakan Neville Chamberlain ve Fransa’da Başbakan Eduard Daladier) başlıca tehdit, Nazi Almanya’sı değil, komünizm ve Sovyetler Birliği’dir. Bu doğrultuda, İngiltere ve Fransa’nın yöneticileri, Sovyetler Birliği’ni Hitler’e yıktırtmayı tasarlar. Hitler’e Avrupa’nın orta bölgelerinde istediği bazı toprakları verince Hitler’in tatmin olacağını ve bunun ardından kolaylıkla Sovyetler Birliği’ne saldırtılabileceğini düşünürler. Hitler’e istediğini verip Sovyetler’in üzerine saldırtma politikasına da, “yatıştırma politikası”, denir. O nedenle Hitler, 1938’de nüfusunun büyük çoğunluğu Almanlarla aynı soydan gelen Avusturya’yı kaşla göz arasında ele geçirdiğinde, İngiltere’yle Fransa buna ses çıkarmaz. Yine aynı yıl, yani 1938 yılında Nazi Almanya’sı, Çekoslovakya’da Alman azınlığın yaşadığı Südet bölgesine göz diker. İngiltere’yle Fransa, Nazi Almanya’sını durduracakları yerde gidip Çekoslovak Cumhurbaşkanı Hacha’yı sıkıştırırlar ve Çekoslovakya’nın Almanya’ya Südet bölgesini vermemesi halinde, Çekoslovakya’yı Almanya’ya karşı korumayacaklarını söylerler. Çekoslovak yönetimi mecbur kalır ve Sidet bölgesini Almanya’ya teslim eder. Hem bu bölgenin devrini hem de Almanya’nın toprak taleplerini görüşmek üzere, 1938’de, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya liderlerinin katılımıyla, Almanya’nın Münih kentinde, meşhur Münih Konferansı düzenlenir. Burada Hitler, Südet bölgesini alırsa Orta Avrupa’da başka hiçbir yere göz dikmeyeceği izlenimi verir. Buna inanan İngiliz Başbakanı Chamberlain, Londra’ya döndüğünde Hitler’le imzalanan anlaşma metnini havalaanında gazetecilere sallayarak gösterir ve üç kez, “size barış getirdim”, diye bağırır. (Bu görüntüler, günümüzde belgesellerde gafletin simgesi olarak gösterilir.) Ancak Münih Anlaşması’ndan ve Almanların Südet bölgesini ele geçirmesinden kısa süre sonra, 1939 Mart’ında, Naziler, bu sefer Çekoslovakya’nın kalan kısmını da ele geçiriverir. Bu gelişme, İngiltere ve Fransa’ya, “yatıştırma politikası”nın fayda etmediğini, Hitler’in kendisine verilen tavizlerle yetinmeyip sürekli daha fazlasını isteyeceğini gösterir. Böylelikle, geç de olsa, Hitler’i ancak güçbirliğinin durduracağını anlamışlardır. Bu nedenle Hitler, 1939’un ilkbaharında, Çekoslovakya’nın tamamını ele geçirdikten bir süre sonra, bu sefer de Polonya’dan toprak talep edince, İngiltere ve Fransa, Polonya’nın kendilerinin müttefiki olduğunu bildirerek, Polonya’nın kendisini tehdit altında hissettiğini söylemesi halinde onu silahlı olarak koruyacaklarını ilan ederler. Yani bu bildiriye göre, İngiltere’yle Fransa’nın savaşa girmesi için Almanya’nın Polonya’ya geniş çaplı saldırıya girişmesine gerek yoktur; Polonya’nın “biz, kendimizi Alman tehdidi altında hissediyoruz”, demesi yeterlidir. O zamana kadar Naziler’i komünizmin panzehiri olarak görüp onlara her istediğini veren İngiltere’yle Fransa, bir anda tavırlarını yüz seksen derece döndürmüş ve o zamana kadar diplomatik alanda örneği görülmemiş bir hamle yaparak Polonya’ya böyle bir açık çek vermiştir. (Ne var ki, bu açık çekin aslında karşılıksız çek olduğu bir süre sonra ortaya çıkacak ve 1939’un Eylül ayında Almanlar bütün güçleriyle Polonya’ya yüklenip ülkenin dört bir tarafını bombalarken, Batı Cephesi’nde Fransızlar Maginot, Almanlarsa Siegfried müstahkem mevkilerinden birbirlerini gözetlemekle yetinecek, bu esnada olan Polonya’ya olacaktı. Batı Cephesi’nde savaş ancak dokuz ay sonra, 1940 ilkbaharında Almanların saldırıya geçmesiyle başlayacaktı.) İngiltere’yle Fransa’nın Polonya’ya açık çek veren bu bildirisiyle Hitler, işin şakaya gelir tarafının kalmadığını, savaş rüzgârlarının esmeye başladığını görmüştü. İngiltere ve Fransa’yla beliren savaş tehdidi karşısında Polonya’yı sorunsuzca ele geçirmek ve ardından sırtını sağlam yere dayamak isteyen Hitler, hiç kimsenin beklemediği bir şeyi yaparak, Sovyetler Birliği’nin lideri Stalin’le anlaşmaya varır. Molotov-Ribbentrop Paktı, böyle ortaya çıkar. Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop, o günlerde sürekli Belin’le Moskova arasında gidip gelir ve sonunda, ideolojik açıdan birbirine taban tabana zıt iki devlet arasında bir saldırmazlık ve paylaşım anlaşmasının imzalanmasını sağlar.

Sorunlu bir miras

Anlaşmanın açık maddeleri, iki devlet arasında birbirine saldırmama taahhüdüne dair maddeler içerirken, anlaşmanın gizli maddeleri, Doğu Avrupa’yı iki devlet arasında paylaştırır. Buna göre, Sovyet yetkilileri, Naziler’in Varşova’ya girmesine ses çıkarmayacak, buna karşılık Polonya’nın doğu bölgeleri (bugünkü Ukrayna’nın Lviv, Lutsk ve Rivne gibi batıdaki şehirleri ile, bugünkü Belarus’un Brest ve Grodno şehirleri) Sovyetler Birliği bünyesindeki Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne verilecek; 1918’de Rusya’dan ayrılıp bağımsızlıklarını kazanmış olan üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya ve Litvanya) Sovyet nüfuz alanına bırakılacak, Romanya, 1918’de Rusya’daki devrim şartlarından yararlanarak ele geçirdiği Besarabya bölgesini (bugünkü Moldova toprakları) Sovyetler Birliği’ne teslim edecektir.

Bu anlaşma, dünyada soğuk duş etkisi yaratır. Zira, bir tarafta, komünizm kelimesini bile duyduğu zaman sinir krizleri geçiren Adolf Hitler’in Nazi Almanya’sı ile, diğer tarafta, o dönemde dünyadaki tek sosyalist ülke olan Sovyetler Birliği bir araya gelip bir saldırmazlık ve paylaşım anlaşması yapmıştır. Bu anlaşma, Batılı ülkelerin Nazi Almanya’sını Sovyetler’i çökertmek için bir araç olarak kullanma siyasetinin tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını gösteriyordu. Sovyetler Birliği, bu anlaşma sayesinde sınırlarını batıya kaydırmış oluyor ve Rusya’nın 1917 Devrimine kadar Avrupa’da sahip olduğu toprakların büyük kısmını (Polonya’nın başkenti Varşova ve Finlandiya hariç) ele geçirirken, tarihte Çarlık Rusya’sının hiçbir zaman yönetimine geçmeyen (1914-15’teki kısa işgali saymazsak) Galiçya bölgesini de (bugünkü Ukrayna’nın Lviv- Ternopol ve İvano-Frankovsk illeri) Sovyet topraklarına katmış oluyordu. Bundan çok daha önemlisiyse, İngiltere’nin Almanya’yı Sovyetler’e karşı araç olarak kullanma girişimine karşılık, Sovyet yönetimi, kapitalist dünyayı ikiye bölmeyi ve başarmış ve Hitler’in Sovyetler Birliği’ne yapacağı saldırıyı iki yıla yakın süre geciktirerek hazırlanma imkânı bulmuştu.

Ancak, böyle bir anlaşmanın SSCB için bir de bedeli vardır: Naziler’le, hem de onların Polonya’ya saldırmasından hemen önce böyle bir anlaşma yapmak, Sovyet yönetiminin dünyadaki prestijine ağır bir darbe indirir. Her şey bir yana, dünyadaki sol harekete bu ittifakı açıklamak hiç kolay olmaz. (Sovyet Lideri Stalin, 23 Ağustos 1939’da Moskova’da Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un katılımıyla Nazi-Sovyet Paktı imzalandığında, “kadehimi, Alman halkının beğenisini kazanmış olan Hitler’in şerefine kaldırıyorum”, der ki İkinci Dünya Savaşının başlamasında Sovyetler Birliği’nin suçunun olduğunu savunan çevreler, Stalin’in bu tavrını bugün de gündeme getirir. Anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra da, Sovyet basınında, Nazi Almanya’sına yönelik eleştiriler bıçak gibi kesilir.) O günlerde en zor durumda kalanlar da Batılı ülkelerdeki Sovyet diplomatlarıdır. Sovyet yönetimi, Nazi Almanya’sıyla müzakereleri büyük bir gizlilik içinde yürüttüğü için İngiltere ve ABD’de bulunan Sovyet diplomatları, Naziler’le anlaşma yapıldığını ya basından ya da üçüncü kişilerden öğrenir ve bu durumu bulundukları ülkelerin kamuoyuna nasıl açıklayacaklarını şaşırırlar. (SSCB’nin 1936’ya kadar Dışişleri Komiseri olan ve sonra Washington Büyükeçisi olarak tayin edilen Yahudi kökenli Litvinov, anlaşmanın imzalandığını öğrendiğinde, birkaç gün, ortalıktan kaybolur.)

Bu anlaşma, 1941’in Haziran’ında Naziler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla bozulur. Hitler’in, en fazla dört ay süreceğini zannettiği Rusya Seferi, Naziler’in sonunu getirir. Naziler Moskova’yı alamaz ve üstüne üstlük 1945’te Berlin Sovyet kuvvetlerinin eline geçer. Bu anlaşmada imzası olan (ve anlaşmaya ismini veren) iki kişiden biri olan Ribbentrop, savaş suçlusu olarak yargılanır ve darağacını boylar. Cezaevindeyken yazdığı, “Londra’yla Moskova Arasında” adlı hatırattan başka geriye bir şey bırakmaz. Anlaşmanın diğer imzacısı olan Molotov ise makamını korur ve ülke içinde etkisini daha da arttırır. Almanya, savaşta her şeyini kaybederken, Molotov-Ribbentrop Paktı’yla 1939’da SSCB’ye bırakılan bölgeler, savaştan sonra da SSCB’de kalır. Günümüzde Moldova diye bağımsız bir devlet varsa, bu, işte bu anlaşmanın sonucudur. (Rumen milliyetçileri, günümüzde de, Moldova’nın tekrar Romanya’ya katılmasını savunur. Moldova’da da bazı çevreler buna destek verir.) Ukrayna’nın en milliyetçi ve en Sovyet karşıtı bölgelerinin bugün Polonya değil de Ukrayna sınırları içinde olması da, yine bu anlaşmanın sonucudur. (Sovyet kuvvetlerinin Batı Ukrayna’yı alması Ukrayna’da milliyetçi, Rus karşıtı kesimin oranını arttırdığı için, Ukrayna’daki Rus yanlısı çevreler, Stalin’in o bölgeleri Polonya’dan almasını büyük bir hata olarak görür.)

Molotov-Ribbentrop Paktı’nın mirası ve genel olarak Sovyet mirası, Doğu Avrupa’nın gündeminden eksik olmaz. SSCB’nin bu anlaşmaya dayanarak 1940’ta ele geçirdiği üç Baltık ülkesi, zaman zaman, Rusya yönetiminden tazminat talebinde bulunur. Rus siyasetçiler ise, bu ülkelerin bazı topraklarının Rusya’dan alınıp kendilerine verildiğine değinerek (Sovyet kuvvetleri buraları ele geçirince, Estonya, Letonya ve Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulur. Dolayısıyla buralar, şeklen ayrı cumhuriyet olan fakat gerçekte doğrudan Moskova’dan yönetilen birimler haline getirilir. O esnada, Sovyetler Birliği’ni oluşturan idari birimlerin en büyüğü olan Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden bu yeni federe cumhuriyetlere, bir miktar toprak verilir), “eğer bu ülkeler Sovyetler’den kalma her şeyi reddediyorlarsa, aldıkları toprakları da iade etsinler” der. Görüldüğü üzere Stalin, bu coğrafyaya, hiç de kolay çözüme kavuşturulamayacak bir miras bırakmıştır.

İkinci Dünya Savaşı konusu, Rusya’nın sadece Doğu Avrupa ülkeleriyle değil, Batı’yla ilişkilerini de etkilemektedir. Bu çerçevede, geçtiğimiz yılın Eylül ayında (İkinci Dünya Savaşının başlamasının 70. Yıl dönümünde) Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği yasa tasarısında Sovyetler Birliği’ni (sözünü ettiğimiz Molotov-Ribbentrop Anlaşması’ndan ötürü), İkinci Dünya Savaşının başlamasında Nazi Almanya’sıyla eşit derecede sorumlu tuttuğunu ve bunun, Rusya ile AB ilişkilerini olumsuz etkilediğini hatırlamakta yarar var. Günümüzün Rusya yönetimi, İkinci Dünya Savaşının İngiltere ve Fransa’nın Naziler’e yönelik yatıştırma politikasından ötürü çıktığını savunurken, Rusya karşıtı çevreler, savaşın Molotov-Ribbentrop Paktı’ndan ötürü çıktığını, Almanya’nın, Sovyetler Birliği ile anlaşmış olmanın verdiği özgüvenle Polonya’ya saldırdığını söyler.

Şimdi de, Nazi Almanya’sının kayıtsız şartsız teslim oluşunun, yani, Ruslar’ın tabiriyle Büyük Zafer’in yıldönümü olan 9 Mayıs Bayramı yaklaşıyor. Zaferin bu yıl 75. yıl dönümü ve görünen o ki, bu yılki kutlamalar da yine epey hararetli siyasi tartışmaların gölgesinde geçecek.

Uzun lafın kısası, Karadeniz’in kuzeyinde dönen siyasi tartışmaları, çatışmaları anlamak, İkinci Dünya Savaşını öğrenmekten geçiyor.

Tarihe ışık tutan günlükler

İşte, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Londra Büyükelçisi olarak görev yapmış olan İvan Mayski’nin geçtiğimiz yıl Türkçeye çevrilip yayımlanan günlükleri, hem İkinci Dünya Savaşına giden dönemi hem o dönemin Sovyet bürokrasisini hem de siyasi çevrelerinden aydın çevrelerine kadar dönemin İngiltere’sini anlamamızı sağlayan, önemli bir eser. Günlüklerin yazarı İvan Mayski, bir Rus Yahudisi. Gençlik yıllarında, solcu görüşleri nedeniyle St. Petersburg Üniversitesinden atılan ve Sibirya’ya sürülen Mayski, buradan Avrupa’ya kaçar ve uzun yıllar İngiltere’de bir siyasi sürgün olarak yaşar. 1917 Ekim Devriminden sonra Rusya’ya dönen Mayski, ilk başlarda Sovyet Bolşevik yönetimine muhalif sol gruplar içinde yer alsa da, 1921’de Rusya Komünist Partisi’ne (Bolşevik) katılır ve Dışişleri Bakanlığı’na (o zamanki adıyla, Dışişleri Halk Komiserliği’ne) girip diplomat olur. 1932 yılında da Londra’ya büyükelçi olarak tayin edilir. Yani, bir zamanlar siyasi sürgün olarak yaşadığı ülkede artık büyükelçi olarak görev yapmaktadır. Temsil ettiği ülkeyse, görev yaptığı ülkenin (İngiltere) o zamanlar dünyada başlıca düşman olarak gördüğü Sovyetler Birliği’dir. Bu zorlu görevini, bir büyükelçi açısından rekor sayılabilecek bir süreyle, 1943 yılına kadar, yani 11 yıl devam ettirir ve bütün bu 11 yılı, neredeyse gün be gün defterine kaydeder. Yaptığı iş, son derece tehlikelidir, çünkü Stalin, emrindeki memurların günlük tutmalarına hiç sıcak bakmaz. Ne var ki Mayski, Stalin’in 1953’te ölümünden kısa bir süre öncesinde tutuklanacağı zamana kadar günlüklerini muhafaza eder. İngiliz casusluğu suçlamasıyla tutuklandığında günlüklerine de el konur. Bu günlükler, araştırmacılardan da gizli tutulur. Ancak, 1990’lı yıllarda, yani Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından kısa bir süre sonra, Moskova’da Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde araştırma yapan İsrailli tarihçi Gabriel Gorodotski bu günlükleri keşfeder.

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan ve tarafımdan Türkçeye çevrilen bu eserde Tarihçi Gorodotski, Mayski’nin ciltler dolusu günlüğünden ister istemez bazı seçmeler, ayıklamalar yapmak zorunda kalmış. Diğer taraftan, kitapta, Sovyet uzmanı Gorodotski’nin uzun yorumları, değerlendirmeleri yer alıyor. Büyükelçi Mayski’nin, bazı tarihler arasında neden günlüklerine tek kelime kayıt düşmediğini, bazı günler yazdığı notlarda aslında ne demek istediğini, o dönemin arka planıyla birlikte çok kapsamlı bir şekilde okuyucuya sunuyor.

Sürgün olduğu ülkede büyükelçi oldu

Büyükelçi olarak tayin olduğu İngiltere’yi önceden tanıma imkânı bulmuş ve bir miktar çevre edinmiş olan Mayski, İngiltere’ye büyükelçi olarak varışının ardından çevresini geliştirmeye devam eder ve Sovyetler Birliği’nin, İngiltere’de neredeyse her kötülüğün sebebi olarak gösterildiği yıllarda umulmayacak genişlikte bir ilişkiler ağı kurar. Kendisinden önceki Sovyet diplomatlarından farklı olarak ilişkilerini İngiliz İşçi Partisi çevreleriyle sınırlı tutmaz; Muhafazakâr Parti çevresinden de ahbaplar edinir. Kimi muhafazakârlar, Sovyet lideri Stalin’in bütün dünyaya komünizmi yayma idealinin olmadığını anlayınca, Troçki gibi dünya devrimini savunan birinin karşısında, tek ülkede sosyalizmi savunan Stalin’i “kötünün iyisi” olarak görmeye başlar. İlginçtir, Mayski’nin bu dönemde en yakın ahbaplarından biri, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında İngiltere Başbakanı olan, Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya süren ve bir taraftan Anadolu’da Kuvayi Milliyeci hareketi, diğer tarafta ise Rusya’daki Sovyet yönetimini boğmaya çalışan Lloyd George’dur. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin yıkılıp yeniden Çarlık Rusya’sının kurulması için çaba göstermiş olan Lloyd George, Stalin yönetiminin dünyaya devrim yayma amacında olmadığını görünce Sovyet yönetimine tutumunu değiştirmeye başlamış ve Almanya’da Hitler’in yükselişi karşısında, Sovyetler Birliği’ni önemli bir denge unsuru ve potansiyel müttefik olarak görmeye başlamıştır. Aktif siyasi yaşamı sona eren Lloyd George’un dışında, sağ cenahtan Mayski’nin en önemli bir ahbabı da, 1940’ta başbakanlığa gelecek olan Winston Churchill’dir. İngiliz İmparatorluğu’nun – sömürgeleriyle birlikte– varlığını korumasını savunan ve Almanya’nın büyük devlet olma arzusunu da bu nedenle İngiltere açısından tehdit olarak gören Churchill, Nazi rejiminin de İngiltere açısından orta vadede bir tehdit oluşturacağını pek çok kişiden daha erken farkeder. Sosyalizme hiçbir sempati beslemeyen Churchill, diğer taraftan Mayski ile görüşmelerinde açıkça ortaya koyduğu üzere, dış politikadaki tercihlerine, duygusallığı ve kişisel semati ve antipati duygularını kesinlikle karıştırmaz ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri, diğer muhafazakâr İngiliz politikacılarına özgü komünizm karşıtlığı perspektifinden değil, İngiliz İmparatorluğu’nun öncelikleri ve ihtiyaçları açısından, yani, reel politika açısından değerlendirir. Bu çerçevede Churchill, İkinci Dünya Savaşının kritik günlerinde, Sovyet makamlarının Katin Ormanı’nda Polonyalı savaş esirlerini kurşuna dizdiği ile ilgili iddiaları örtbas etmeyi tercih edecektir. Fakat Churchill, Mayski ile görüşmesinde, “ben şu anda Nazi Almanya’sını Britanya açısından tehdit olarak görüyorum. Yarın, Sovyetler Birliği’nin tehdit olduğunu düşünürsem, aynı güçle ona karşı da mücadele ederim.” der ve İkinci Dünya Savaşının hemen ardından, bu sözünü uygulamaya koyar.

Nazi sempatizanı muhafazakârlar

Mayski, görev yaptığı dönemde, komünizm karşıtlığı saplantısı nedeniyle Naziler’e sempatiyle bakan muhafazakâr çevrelerle sürekli karşı karşıya gelir. Bu dönemde, İngiliz Parlamentosu’nun üst kanadı olan Lordlar Kamarası’nda bir oturumu takip eder ve lordların Hitler’in “Kavgam” adlı kitabının İngilizceye çevrilip çoğaltılması gerektiği şeklindeki konuşmalarını dinler. Lordlar Kamarası’nın çağdışılığına tanıklık eder.

Mayski’nin günlükleri, sadece kendi tanık olduğu olayları değil, emin kaynaklardan duyduğu bilgileri, olayları aktarması açısından da önemli bir kaynaktır. Örneğin, Nazi Almanya’sı Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la İngiltere’nin Berlin Büyükelçisi arasında geçtiğini öğrendiği bir diyalog, Naziler’in diplomasi anlayışı açısından çarpıcı bir tablo sunar: Naziler’in Çekoslovakya’nın Südet bölgesini talep etitği günlerde, İngiltere’nin Berlin Büyükelçisi, Ribbentrop’u ziyaret eder ve ona, Almanya’nın Çekoslovakya’ya saldırması halinde İngiltere’nin buna seyirci kalmayacağını söyler. Bunun üzerine Ribbentrop, öfkeyle, “bizi tehdit mi ediyorsunuz! Almanya destek vermese, İngiltere çoktan dağılmıştı. Bizim sayemizde ayaktasınız.” diye bağırır. Bunun üzerine, öfkelenme sırası büyükelçiye gelir ve büyükelçi, yumruğunu masaya vurarak, “ülkem hakkında böyle konuşmanıza izin veremem”, der ve şapkasını alıp gitmeye hazırlanırken Ribbentrop, arkasından ona, “söylesenize! İngiltere’yi Yahudiler yönetiyor, değil mi?” deyip bir de kahkaha atar. İngiliz Büyükelçi ise, ona dönüp, “benim ülkemi centilmenler yönetiyor” diye iğnelemede bulunur. Ne var ki dönem, İngilizlerin yatıştırma siyaseti altında Almanlar’a her istediklerini verme dönemidir. O nedenle Başbakan Chamberlain, Berlin’e, kendi büyükelçilerinin İngiltere’nin tutumunu yansıtmadığını bildirir ve Ribbentrop’la görüşüp havayı yumuşatmak üzere bir heyet gönderilmesi talimatını verir.

Mayski’nin günlükleri, o zamanki İngiliz aydın çevrelerinin kafa yapısı hakkında da çarpıcı tablolar sergiler. Mesela, bir gün Mayski, sosyalist aydınlar olan Webb çiftini ziyarete gittiğinde, Beatrice Webb ona, Churchill’in gerçek bir İngiliz sayılamayacağını, çünkü atalarının bir kısmının zenci olduğunu söyler. Bu görüşmeden sonra Mayski, günlüğüne, “İngiltere’nin ilerici çevreleri bile ne kadar züppe” notunu düşer.

Büyükelçinin hayatta kalma mücadelesi

Mayski, büyükelçilik döneminde, Nazi Almanya’sına karşı İngiltere’yle Sovyetler Birliği’nin ittifakını kurmak için çalışır ve bu çabaları sırasında, bir büyükelçinin görev alanının epey dışına çıkar: İngiliz yetkililerle yaptığı görüşmelerde kendi kişisel görüşlerini Sovyetler Birliği’nin resmî görüşü gibi sunarken, Moskova’ya gönderdiği raporlarda da kendi görüşlerini İngiliz yetkililerin ağzından yazarak, Sovyet makamları nezdinde, İngiliz siyasetçilerin belli şartlarda Moskova’yla anlaşma yapmaya hazır oldukları izlenimini oluşturmaya çalışır. Mayski’nin bu girişimlerinin tek nedeni, idealizmi değildir. 1934 yılından itibaren Sovyet lideri Stalin, “büyük terör” olarak tarihe geçen tasfiyelere başlamış ve hem orduda hem de sivil bürokraside binlerce kişi hayatlarından olmuştur. Bürokrasideki bu büyük tasfiyeden Dışişleri Halk Komiserliği de nasibini almış ve yurtdışındaki Sovyet büyükelçilerinin ve Londra’daki Sovyet Büyükelçiliği çalışanlarının pek çoğu Moskova’ya çağrılıp orada kayıplara karışmıştır. Bunun dışında, dönem, Stalin’in Yahudi kökenli bürokratlara karşı olumsuz tavrının arttığı bir dönemdir ve Mayski de, her ne kadar ortaya çıkarmasa da, Yahudi’dir. Bu şartlar altında, üstlendiği görevlerde başarılar sergileyip göz önünde olmak ve Nazi Almanya’sına karşı bir İngiliz-Sovyet İttifakı kurabilmek, Mayski açısından, her şeyden önce hayatta kalma meselesidir. O dönemde günlüklerdeki bazı notların satır aralarında, hem bulunduğu ülkede devletinin çıkarlarını temsil etmeye hem de kendi ülkesindeki tasfiye politikasından sağ çıkmaya çalışan bir memurun kaygısını hissetmekteyiz.

Mayski, yukarıda değindiğimiz Molotov-Ribbentrop Paktı’nı İngiliz gazetecilerden öğrenir ve o dönem, belki de meslek hayatının en zor dönemi olur. Londra’da herkes kendisinden kaçar ve bir yıldan daha fazla bir zaman boyunca kendisini izolasyon altında hisseder. Bu hava, Nazi Almanya’sının 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla birden değişecek ve “dost ve müttefik” Sovyetler Birliği’nin büyükelçisi olarak Mayski’nin yıldızı yeniden parlayacaktır.

Mayski’nin günlüklerini incelemek, birkaç dönemi birden yakından tanımamızı sağlayacaktır.

Not: Bu makale Teori dergisinin Nisan 2020 tarihli 363. sayısında yayımlanmıştır. 

Tarih