Korona günlerinde düşünürlerin korkunç Batıcılığı

Emrah Maraşo
Bilim ve Ütopya GYY

“Bu kriz zamanında, iki önemli seçimle karşı karşıyayız. Birincisi totaliter gözetim ile vatandaşın güçlendirilmesi arasında, ikincisi ise milliyetçi/ulusalcı izolasyon ile küresel dayanışma arasındadır.

(…)

“Koronavirüs salgınına karşı yaptıkları savaşta birçok hükümet, yeni gözetleme araçlarını çoktan konuşlandırdı. En dikkat çeken durum Çin.

(…)

“2030'da, her vatandaşın günde 24 saat biyometrik bir bilezik takması gerektiğinde Kuzey Kore'yi düşünün. Büyük Lider tarafından yapılan bir konuşmayı dinlerseniz ve bilezik öfke dolu belirtileri alırsa, bu dünyayla işiniz bitmiştir.”[1]

Yuval Harari

***

“Bu yüzden, sapkın bir kısır döngü halinde, [kendi yarattıkları güvenlik arzusunu tatmin etmek için şimdi duruma müdahale eden] hükümetlerin dayattığı özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar yine aynı hükümetler tarafından yaratılmış olan güvenlik arzusu namına kabul ediliyor.”[2]

Giorgio Agamben

“Neredeyse 30 yıl önce doktorlar kalp nakli yaptırmam gerektiğine karar verdiler. Giorgio bana onları dinlememem gerektiğini söyleyen bir iki kişiden biriydi. Şayet onu dinlemiş olsaydım, muhtemelen çok geçmeden ölecektim.”[3]

Jean Luc-Nancy

***

“Eski bir hükümdarlık devrindeymişiz gibi hissediyoruz. Acil duruma karar veren kişi bir hükümdar… Sınırları kapatan kişi bir hükümdar… Ama bu, hiçbir faydası olmayan içi boş bir hükümdarlık gösterisi… Deli gibi sınırları kapatmaktansa Euro bölgesi içinde yoğun işbirliği yapmak çok daha faydalı olurdu.”

Byung Chul Han

“Koreli yazara göre, daha otoriter bir kültürel gelenek ve zihniyete sahip Tayvan, Japonya ya da Singapur gibi ülkelerin vatandaşları devlete çok daha fazla güveniyor, daha itaatkâr ve ortaklaşacılar; hepsinden önemlisi de dijital gözetlemeye ve kendilerini salgından korumak için büyük veri kullanımının yararına inanıyorlar.”[4]

***

“Asya’da başarı yalnız Çin’in değil, onunla hiçbir yakınlığı olmayan Taivan’da, Hong Kong’da ve Güney Kore’de de elde edilmişti. Bu ülkelerin Çin’le yakınlığı olmasa da “otoriter” olmakta hepsi ortaktı.

(…)

“Ama Trump’ın saçma sapan davranışlarını Amerikan demokrasisiyle özdeşlemek doğru değil. Epey “dolaylı” denecek bir ilişki var iki konunun arasında.

Ayrıca Trump dünyada yalnız da değil. Yani, “demokratik dünya” yalnız virüse karşı değil, popülizme karşı da “geçirimli”. Şu anda “otoriteryanizm”e karşı başarısız çıkan da  demokrasiden çok bu popülizm.

(…) 

“Toplum, yukarıda sözü geçen Asya toplumlarında olduğu gibi bireyi ezen bir varlık olmamalı. Sözgelişi Çin gibi bir ülke, böyle bir olayda kendini geri kalan dünyanın parmak salladığı ülke konumunda bulunca, sadece Çin’in itibarının korunmasını düşünüyor. Bunun için şu kadar bin kişinin adam yerine konmaması umurunda değil. Nasıl olsa nüfus bol.  Bunları rahatlıkla gözden çıkarabiliriz. O tip toplumlarda mantık böyle çalışıyor.”[5]

Murat Belge

***

“Sonuncusu belki de en önemlisi, devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, daha otoriter ve baskıcı bir devlet aygıtının kalıcılaştırılması için fırsat kabul edilmemelidir.”[6]

Sosyal Bilimciler Bildirisi

***

Bir yazıya bu kadar uzun alıntılarla başlamanın sakıncalarının farkındayım. Okumayı bırakmak, alıntıları atlamak, sıkılmak… Fakat bazen derdinizi anlatabilmek için ortaya çıkan tabloyu çıplak haliyle görmeye, göstermeye ve parçaları bütünleştirmeye ihtiyaç vardır. Kuşkusuz alıntı yaptığımız kişi ve kişiler topluluğu yeni tip koronavirüs COVID-19’un yaratacağı siyasal ve toplumsal sonuçların tümünde ortaklaşmıyorlar. Hatta aralarında bazı konularda ciddi farklar olduğu da iddia edilebilir ve doğrudur da… Fakat alt alta yazdığımız alıntılarda tartışmaya yer bırakmayacak bir mutabakat söz konusu.

Yaşam mı ölüm mü?

Dikkatinizi çekmiştir. Jean Luc-Nancy, arkadaşı Giorgio Agamben’in salgını en iyi tabirle hafife alan (ve daha sonraki bir yazısında da fikrini değiştirmeyip derinleştirdiği), salgını hükümetlerin güvenlik rejimlerini güçlendirmek için yararlandığı bir hayalete dönüştürdüklerini iddia eden, komploculuk için de son derece verimli yaklaşımını basit bir örnekle çürütüyor: ‘Eğer 30 yıl önce arkadaşımı dinlemiş olsaydım şu anda ölüydüm’.

Kriz anlarındaki seçimler son derece sadedir ve laf kalabalığına yer bırakmaz. Ya kafanızın içindeki idealist tasarımlara saplanıp hayata veda edersiniz ya da hayatı sürdürmek için bilimin sesine kulak verirsiniz. Bilim, yeni ortaçağın hurafelerine -ki bunlar hangi görünümde ortaya çıkarsa çıksın- itibar etmez. Nesnel gerçekliği, olguları, pratikte sınanmayı ve insanlığın tecrübelerini esas alır. Gerçekliğin düşünce ve dil tarafından değil, düşüncenin ve dilin gerçeklik tarafından belirlendiğini söyler. Çok mu indirgemeci ve kaba oldu? Yoksa aralarındaki karşılıklı ilişkiyi gözden mi kaçırıyoruz? Sanmıyoruz fakat bütün bunların pahasına özellikle bugünlerde sade ve açıklayıcı yanıtlara ihtiyacımız var. Özellikle postmodernizmin düşünce dünyasında yarattığı bulanıklığın dünya çapındaki salgınla ağır darbeler aldığı bir ortamda çok daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü insanlar en önce yaşamak için güvenli bir ortamın tesis edilmesini isterler.

Sınıflı toplumun doğuşu bir yanıyla eşitsiz ilişkilerin kurumsallaşması ve çeşitlenmesine neden olmuştur ama aynı zamanda hukuku, yasaları değişmez bir şekilde hayatımıza sokmuştur. Devlet bu nedenle insanlık tarihinde devrimci bir rol oynar. Bugün varlığımızı devam ettirmenin güvencesi ve güvenliği, tarihsel anlamda devletin çocuğu olan bilimin ellerindeyse, insanlar “güvenlik arzusunu tatmin edecek hükümetler”e ve bilime karşı bir eyleme girişmezler. Aksine o hükümetlerin kendi güvenliklerini sağlaması, bilime daha fazla kaynak ayırması, bunun için gerekirse köklü değişiklikler yapması talebinde bulunurlar veya bu talebi kendileri hayata geçirmek için örgütlenirler.

Özgürlük bugün, doğrudan doğruya var oluş sorunuyla eşittir ve bu sorun bireysel değil toplumsaldır. İnsanlık sorunudur. Salgın koşulları nedeniyle fiziken birbirimize karşı mesafeli oluşumuz, toplumsal çıkarlarımızın birbiriyle mesafeli olduğu anlamına gelmemektedir. Tam tersine belirttiğimiz anlamda büyük ve yaygın bir yakınlık ve mesafesizlik söz konusu. Bu da kamucu ve halkçı bir siyasal program etrafında örgütlenme zeminini ve olanaklarını olağanüstü şekilde güçlendirmektedir.

Totaliter/otoriter gözetim eleştirisi halk sağlığının neresinde?    

Koronavirüse karşı Çin’in gösterdiği büyük başarı liberallerin ve onlardan etkilenen “Marksist”lerin totaliter/otoriter devlet eleştirisini veya devletlerin otoriter yönelimlerini bu vesileyle artıracakları endişesini üst perdeden dile getirmelerine vesile oldu. Buna tek kanıt olarak da Çin’in hastalığın yaygınlığını durdurmak için başarıyla kullandığı iletişim teknolojilerini gösterdiler. Tabi burada hedef alınan sadece Çin değil. Güney Kore, Singapur ve Tayvan gibi ülkeler de eleştiriden nasibini aldı. Hastalığı geriletme yönünde gösterdikleri başarılar bu milletlerin tarihsel “kusur”una bağlandı. O “kusur” Asya’daki devletlerin ezelden beri güçlü ve özne oldukları, halkın ise ikincil olduğu ve bu nedenle devletin her türlü yönlendirmesine ve bireyin özgürlüğünü istismar etmesine açık olduğu yönündeydi. Murat Belge’nin Çin’i kastederek dediği gibi Bunun için şu kadar bin kişinin adam yerine konmaması umurunda değil. Nasıl olsa nüfus bol.  Bunları rahatlıkla gözden çıkarabiliriz. O tip toplumlarda mantık böyle çalışıyor.” Sadece Belge değil, yazının başında alıntı yaptığımız bütün düşünür ve akademisyenler üstü örtülü veya açık olarak aynı şeyi savundular. (Yeri gelmişken belirtelim: Türkiye’deki “Marksist sol”la Birikim ekibi arasında kalın çizgiler yoktur ve liberal günahlarını Birikimciler cesurca savunduğu için onlardan hoşlanmamaktadırlar. Bir nevi kendi çirkinliğini aynada gördükten sonra oluşan öfke psikolojisi….)

Bu noktada düşünürlerimizin korkunç batıcılığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Batıcılık uğruna sadece Asyalıların değil kendi insanlarının da hayatını batı demokrasisine feda etmekten kaçınmıyorlar. Peki, o demokrasi bugün hakikaten insanların uğruna can vereceği bir pratik mi sergiliyor? Ya da geleceğe dair bir ideal, ütopya veya umut ışığı mı sunuyor? Kesinlikle hayır. Sunmadığı için AB yerden yere vuruluyor ve İtalya’da, Fransa’da bayrakları tek tek gönderden indiriliyor. Ama 27 yıl boyunca devrimci bir mücadeleyle, milyonlarca insanının kurtuluşu için şehit veren Çin halkı, Çin komünistleri tarafından adam yerine konmamakla suçlanabiliyor. Çin milleti devrim yapıyor, devrimci programını devlet olarak örgütlüyor ama yine de düşünürlerin gözünde bir türlü tarihin öznesi olamıyor. Çin Komünist Partisi, Mao Zedung çizgisi doğrultusunda sosyalizmde ısrar çizgisini pratikte ve teoride daha güçlü bir şekilde ifade ediyor ama yine de emperyalist-kapitalist sistem karşısındaki duruşu beğenilmiyor, küçümseniyor, görmezden geliniyor. Hem de bu, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından 30 yıl sonra sosyalizmin dünya ölçeğindeki itibarının, kapitalist-emperyalist ülkelerde bile saygınlığının ilk defa bu kadar yükseldiği bir dönemde yapılıyor. Neden? Cevabı açık: Çünkü Çin Batılı değil ve sosyalizm de bütün yüce idealler gibi batıya ait olmak zorunda! Doğu bir şekilde sosyalizmi denerse eline yüzüne bulaştırır! Zaten halkı da boyun eğmeye yatkın bir sürü değil mi?!
Çin, iletişim teknolojilerini hastalığa karşı bir örgütlenme aracı olarak kullandığı için otoriter ve totaliter oluveriyor. Toplumsal bir varlık olan insanını çaresiz bırakmadığı ve daha derinlemesine örgütlediği suçlanıyor. Tabi bu arada hiçbiri, Çin’in insanların hayatını kurtardığını inkâr etmiyor. Sağolsunlar, çok büyük bir nezaket!

Devlet ve örgütlenme düşmanlığı

COVID-19 krizi gösterdi ki devletin bugün ne kadar devlet olduğu, ne kadar kamucu ve halkçı olduğuyla ilgili. Bazı kapitalist devletler geçici olarak kamuculuğu kullanabilir fakat kriz sürdükçe ve sistemin yapısı değişmedikçe nereye kadar çözüm olabilir? Bu anlamda türümüzün en ileri örgütlenme biçimi olan devletin kamucu niteliğine karşı liberal bir savunma savaşı sürdürülmektedir. Bu savaşta hedefte devletin neden bu kadar örgütlü olduğu, neden teknolojiyi insan sağlığı için bir araç olarak kullandığı vardır. Bu yaklaşımın ciddiye alınacak tek yanı Çin nedeniyle ortaya koyduğu yeni antikomünizmdir. Antikomünizm her zaman liberalizmle ve devlet-sosyalizm düşmanlığıyla el ele yürüdü. Özellikle ülkemizde 12 Eylül darbesinden sonra “devlet fabrika yapar mı?”, “devlet işletmeci olur mu?” soruları nihayetinde “son sosyalist devleti yıktık” çığlıklarına varmıştı.

Koronavirüsün belirti göstermeden bile bulaştığı bir dönemde, hasta olan yurttaşlarını karantinaya almak ve virüsün yayılımını durdurmak için kullanılan teknolojileri, ‘otoriter/totaliter baskıcı devlet’i güçlendirme tehlikesine karşı mücadeleyi en önemli sosyal gündem haline getiren düşünürlerin kimin safında olduğu açık. Etiketler değil pratikte alınan konumlar her zaman öğreticidir. Burada olduğu gibi…

Çözümleri: İlke doğacılık ve devletsiz sosyalizm

Asya’da devlet büyük örgütlenmelerin ve kavimleri seferber etmenin adı oldu. Türk, İran, Rus ve Çin devletleri uygarlığa eşsiz katkılar yaptılar. Devlet elbette her tarihsel koşulda ilerici bir rol oynamadı ama Asya’nın devlet geleneği dev toplumsal tasarımlar, elbirliğiyle iş yapma, farklı halkların yan yana ve uyum içinde bir arada yaşama mirasını bizlere bıraktı. Bugün yaşanan krizde Çinliler, ABD halkı gibi çılgınca silahlanmak veya ABD hükümetinin yaptığı gibi 100 bin ceset torbası sipariş etmek yerine toplumsal bir dayanışma içine giriyorlarsa bunun anlamı devlet ve uygarlık birikimidir. O birikimin kendini göstereceği koşullar ise kamuculuk ve sosyalizmle mümkündür. Adına küresel dayanışma dedikleri uluslararası işbirliği de ancak böyle sağlanır. Küreselleşme şampiyonu emperyalist-kapitalist ülkelerin birbirinin gözünün yaşına bakmamasının bir anlamı var. O da gerçek uluslararası dayanışmanın millicilikten geçtiğidir. Millicilik, milli bencillik anlamına gelmiyor. Tam tersine insancıllığın biricik koşuludur. 

Bütün bu nedenlerle insanlık, düşünürlerimizin önerdiği gibi teknoloji düşmanı ilkel bir doğacılığa veya devletsiz bir sosyalizme değil; teknolojinin bütün olanaklarıyla insanlık için kullanıldığı, yabancılaşma ve her türlü eşitsizlikten arınmış, halka dayanan devletleri inşa eden ve onları güçlendiren bir yoldan gidecektir. Koronavirüsün çaktığı şimşek dünyayı aydınlattı ve liberalizmin bütün çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. Şimdi sadece çürümüş liberal ideolojik hegemonyayı teşhir etmenin değil; milli demokratik, kamucu, halkçı, bilimsel ve aydınlanmacı ideolojinin atağa geçmesinin tam zamanı!  

 

[1] https://evrimagaci.org/yuval-noah-harari-koronavirus-salgini-sonrasi-dunya-nasil-olacak-8385

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/14/dusunurlerin-covid-19la-imtihani/

[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/14/dusunurlerin-covid-19la-imtihani/

[4] https://www.a3haber.com/2020/03/24/koronavirus-sifreleri-batili-ulkeler-salgini-neden-kontrol-altina-alamiyor/

[5] https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9992/koronavirus-karsisinda-populistler

[6] https://www.birgun.net/haber/halkimiz-yasama-hakkini-koruyabilme-savasimi-icindedir-dediler-sosyal-bilimcilerden-tarihi-cagri-293682

İdeolojiler