Her ne kadar liberal iktisatçılar, ekonomi olarak adlandırılan düşünsel-bilimsel sahayı evrensel olduğu iddia edilen yasalar çerçevesinde ele alsa da, bu bilimsel sistematik, akademi dışından birçok kereler tehdit edilmiştir. Bunun en iyi bilinen örneği Marx’ın on dokuzuncu yüzyılda ortaya koyduğu artı değer teorisi ve bununla ilişkili olarak konuyu genel olarak paradan artı-değere doğru kaydırmış olmasıdır. Bir başka deyişle, saf niceliksel ilişkiler biçiminde ele alınan bilimsel sahanın altında, siyasi bir kategori ve tahakküm ilişkisi keşfetmiş olmasıdır.
Bu keşif, Marx’ı, zenginliğin özünü para yaratan despotik makineyle ilişkili bir etkinlik olarak belirleyen Merkantalistlerden, ya da onu tarım ya da arsa mülkiyetine bağlayan fizyokratlardan ayırmaz sadece. Ama dahası zenginliğin soyut ve evrensel özünü üretim araçlarının özel mülkiyetinde keşfeden Adam Smith’den de ayırır. Zenginliği yaratan soyut evrensel öz, kendinde bir amaç olarak üretim ya da üretim için üretim olarak ele alındığında, sermayenin bu üretim etkinliği üzerinde hem tahakküm kurduğu hem de sermaye düzeninin bu üretim etkinliğinin tarihsel gelişimi neticesinde yıkılacağı iddia edilir. Dolayısıyla, ekonomik kategorilerin altında, bir yandan ekonomi-politiği mümkün kılan, ama diğer yandan niceliksel bir terim olmayan ve bu sebeple sistemi tehdit eden devrimci bir öz bulunmaktadır.
Ancak ekonomiyi salt ekonomi olmaktan alıkoyan başka bir durum daha vardır ve keşfedilmesi için yirminci yüzyılın, yani emperyalist çağın gelmesi beklenecektir. Lenin’in tespit ettiği gibi, kapitalizm sadece sınıf savaşının üzerinde yükseliyor değildir, ama onun en yüksek aşaması olan emperyalizm, şimdi dünya savaşına neden olmaktadır. Oportünizmin çeşitli şekilleri ise bu tespiti yapamamış ya da eksik yapmış olmanın bir sonucudur. Örneğin Kautsky’nin hatası, salt sınıf savaşı kategorisinde takılı kalmış olması, ama emperyalizm ve dünya savaşı gibi büyük bir saldırganlıkta tarafını yanlış seçmesi, sınıf savaşını geliştireceğine dair yanlış bir önyargıyla, emperyalizmi ikincil önemde ve zorunlu bir hareket olarak kavramış olmasına bağlıdır. Oldukça basitleştirerek söyleyecek olursak, elimizde iki farklı bakış açısı var; birincisi Lenin’de olduğu gibi ekonomide ve ekonomik gelişimin altında sadece sınıf savaşını değil ama aynı zamanda dünya savaşını gören yaklaşım ve buna karşın Kautsky’de ekonominin altında salt sınıf savaşını görmek isteyen yaklaşım. Buna karşılık iki farklı devrimci formül, hatta söz konusu artık dünya savaşı olduğuna göre, iki farklı jeo-politik bakış açısı var. Bunlardan ilki, Lenin’in Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme Hakkı’nda ortaya koyduğu gibi, bir yandan Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge uluslarının emperyalizm karşısında bağımsızlığı, bir başka deyişle tam demokrasinin geliştirilmesi,[1] diğer yandan Doğu’nun büyük ulusal devletlerini yıkıcı özellikler taşıyan federasyon ve yerinden yönetim fikirlerine karşı olmasıydı.[2] Kautsky ise, bilindiği üzere emperyalizmi, sömürgeleştirmeyi ve ilhakları savunmuştur.
Tersinden bakacak olursak, sermaye sistemi sadece burjuvazinin proletarya üzerine kurduğu tahakküm değildir, aynı zamanda emperyalizmin Doğu ulusları üzerindeki tahakkümü anlamına gelir. Ekonomi biliminin niceliksel sahası tarafından gizlenen şey, kapitalizmin aynı zamanda emperyalist bir jeo-strateji, dünya savaşı olduğudur.
O halde şöyle bir soru gündeme gelebilir. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları ya da karşı bir jeo-politik yaklaşım, ekonomik tedbirleri de peşi sıra gerektirir mi? Emperyalist jeo-strateji, ekonominin sakladığı boyutlardan biri ise, kurtuluş savaşlarının bir boyutunu da karşı bir ekonomik model teşkil eder mi? Daha açık söylemek gerekirse, ekonomik alana yapılacak müdahaleler sadece örneğin yoksullukla mücadelenin bir parçası olarak değil ama jeo-politik bir yaklaşımın yansıması da olabilir mi?
Buna verilecek yanıtlar elbette genel olarak yirminci yüzyılın konusu, ancak çok daha öncesinde de, ekonomiye yapılan müdahaleler ile ulusal kurtuluş savaşlarını bir arada ele almayı gerektiren atılımlar görmek mümkün. Örneğin Fransız Devriminde, işgalci Avrupa güçlerine karşı “güdümlü iktisat, cumhuriyet ordularını hem beslemek, hem de donatmak imkânını vermiştir. Bu iktisat sistemi olmasaydı, zaferin kazanılması tasavvur edilemezdi. Şehirlerdeki halk sınıflarının günlük ekmeği yine bu iktisat sayesinde sağlanmıştı.”[3]
Türk Devrimine geldiğimizde ise, devrimin teorisyenleri bu konu hakkında daha ayrıntılı bir tasavvura sahipti. Çünkü iktisadi modelin aynı zamanda bir jeo-strateji boyutu olduğu zaten açığa çıkmış oluyordu. Örneğin ulusal tehlikelere dikkat çeken Yusuf Akçura, Düyunu Umumiye sistemi hakkında şöyle yazar: “iktisadi bağımsızlığımızı ve dolayısıyla siyasi bağımsızlığımızı büsbütün yaraladı.”[4] Seçilen ekonomik model ile emperyalizmin ilişkisi burada doğrudan kurulmuştur. Atatürk ise 1922’de şöyle seslenecektir: “işte bu zihniyetin hâkimiyeti şahane ve şamilesidir ki, neticede Osmanlı ordusunu ve milletini iğneden ipliğe kadar, naldan mıha kadar her türlü ihtiyaçlarını teminden cahil ve aciz bıraktı. İhtiyaçlarının temini için milleti yabancılara haracgüzar kıldı.”[5] Mahmut Esat Bozkurt, “bize her yönden uyan ekonomik politika, devletçilik, devlet sosyalistliği idi”[6] derken, dikkat çektiği şey sadece ferdin fert tarafından sömürülmesinin önüne geçecek tedbirler değildir, aynı zamanda Tanzimat’la beraber gelen “laisser faire, laisser passer” ilkesinin imparatorluğun düşüş ve dağılmasına sebep olduğunu belirtmektedir.[7] Şevket Süreyya Aydemir, ekonomideki devletçiliği şu sözlerle anlatır: “millî kurtuluş hareketinin iç meselelerine gelince? İstiklalin kazanılması, millî kurtuluş hareketinin yalnız bir safhasıdır. Asıl dava, memleketin siyaseten özgür olduğu kadar, iktisaden kalkınmasıdır… Bunun için, memleketin gelişmesinde tekniğin ve sermayenin hâkim bir kısmını, devletin elinde tutarak başıboş yabancı uşağı bir kapitalizmin ayrılmaz neticesi olan sınıflaşmadan memleketi korumaktır.”[8]
Tüm bu örneklerden görüleceği üzere, yirminci yüzyıla gelindiğinde, ekonomik modelleri jeo-politikadan ayrı tutmayan bir kavrayışın hâkim olması gerekliliği açığa çıkar. Çünkü emperyalist çağ, ekonominin arkasındaki saklı anlamları ifşa eden millî devrimlerin de çağı olmuştur. Kurtuluşçu bir jeo-politik yaklaşım, sadece savaş cephelerini ve ittifak ilişkilerini değil, bu sebeple liberal borçlanma ekonomisine karşı alınacak kamucu tedbirleri de kapsar.
Nasıl ki her demokratik devrim, antiemperyalist öncünün millî sınıf ve zümrelerin tümünü birleştirerek emperyalizme karşı büyük bir güç toplamasını gerektirmişse, iç cephedeki bu örgütlenme faaliyetinin ekonomik modelde karşılığı da olmalıdır. Bunun sebebi hem toplumun geniş kesimlerini devrimci bir hedef doğrultusunda birleştirmek, hem de uluslararası finans kapitale açık ekonominin, dışarıdan gelecek yaptırım tehditleri ile bağımsızlık savaşını tehlikeye atmasının önüne geçmektir. Yani seçilecek ekonomik model, tutarlı bir jeo-politik tercihin yansımasıdır. Dikkat edilecek olursa, burada henüz sosyalist bir aşamadan değil, genel olarak demokratik devrim çerçevesinde geliştirilecek kamulaştırmalardan, yerli tarımsal ve sınai üretimin teşvik edilmesinden, faiz ve borç sarmalı yerine halka dayanan, üretici güçlerin gelişimini gözeten üretim ekonomisinden söz ediyoruz.
Günümüze gelecek olursak. Türkiye’nin Atlantik jeo-stratejisine (örneğin Büyük Ortadoğu Projesi ve İkinci İsrail’e) askerî ve siyasi olarak direnirken, iktisadi olarak Atlantik modelinin içinde kalmaya devam etmesi mümkün müdür? Veya Türkiye Cumhuriyeti’nin jeo-politiği Atlantik’ten ayrışırken, iktisadın hâlâ daha tam bağımlı olması, bağımsızlığın önünde engel teşkil etmez mi? Türkiye bir yandan ABD’nin bölgedeki silahlı vekilleri üzerine askerî olarak giderken, diğer taraftan ekonomik yaptırım tehditleri altında ve buna bağlı olarak örneğin yoksulluğun derinleştiği şartlarda bu savaşı ne kadar sürdürebilecektir? Bu sorular analitik bir yorumun konusu değil, daha çok devrimci bir konum alışın bakış açısından yanıtlanmalıdır. Çünkü eğer analitik bir bakış açısında takılı kalır ve olanları izlemekle yetinirsek, o zaman hiç olmayacak bir devrim üzerine yorumlar yapmakla ve durmaksızın başkalarını suçlamakla yetiniriz. Ama aksine devrimci bir konumdan hareket edersek, halkın geniş kesimlerini emperyalizme karşı birleştirmek ve bu mücadelenin bir parçası olarak üretim ekonomisinin tesisi yönünde siyasi girişimlerde bulunarak yol alırız.
Buradaki temel sorun, günümüzde Türk toplumunun ve onun çeşitli kanatlardan siyasi temsilcilerinin, hem birbirlerinden keskin şekilde ayrışmış olması hem de neredeyse tümündeki jeo-politik kararsızlıklardır. Örneğin iktidardaki güç beka sorununu doğru tespit etmekte, siyasi bağımsızlık vurgusu yapmakta ama emperyalist jeo-stratejinin uzantısı olan neoliberal ekonomik modelden vazgeçmemektedir. Muhalefetin önemli bir kısmı ise haklı olarak toplumdaki yoksulluktan ve gelir adaletsizliğinden söz etmekte, ama sorunların başında emperyalizmi görmek istememekte, hatta bu konuda zaman zaman onaylayıcı bir tutum almaktadır. O halde geniş iktidar ve muhalefet kesimleri arasındaki dengenin, bu haliyle sorunlara çözüm üretmesi mümkün görünmüyor. Gerçek çözüm, bu verili dengeyi bozarak yeni bir güç dengesi kurmakla, millî sınıfları, geniş halk yığınlarını emperyalizm karşısında birleştiren devrimci bir iktidar ve üretim ekonomisi yönünde siyasi adımlar atmakla mümkün olacaktır. Tutarlı bir jeo-politik yaklaşım, analitik bir konumdan durumları izleyerek değil, devrimcilerin sorumluluk alarak ve öncülük konumunu yüklenmesiyle ortaya koyulacaktır.
Şu kanaate varabiliriz, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı sadece emperyalist güçlerin güdümündeki terör örgütlerinin üzerine gidilmesiyle değil, ama aynı zamanda uluslararası finans kapitalin etkinliğinin sınırlandırılmasıyla elde edilebilir. Bu iki görev tek bir jeo-politik yaklaşımın farklı yansımalarıdır ve biri yokken diğeri eksik kalacaktır. Bu iki görevi birleştiren iktidar ise halkın geniş kesimlerine dayanması, millî sınıfların ve zümrelerin geniş bir ittifakını kurabilmesi koşuluyla başarılı olacaktır.
[1] Lenin, Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme Hakkı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s: 115. “Demokrasi için savaşımın proletaryayı sosyalist devrimden uzaklaştırmaya ya da onu gölgede bırakmaya, silikleştirmeye vb. yol açabileceğini sanmak çok büyük bir yanılgı olurdu.”
[2] Age, s: 44. “Marksistler, hiçbir durumda ne federatif ilkeyi, ne de yerinden yönetimi savunacaklardır. Merkezi bir büyük devlet, ortaçağsal bölünmüşlükten tüm dünyanın gelecekteki sosyalist birliğine götüren çok büyük bir tarihsel ilerleme oluşturur ve sosyalizme doğru da kapitalizme sıkı sıkıya bağlı böyle bir devletten geçen yoldan başka bir yol yoktur, başka bir yol da olamaz.”
[3] Soboul, Fransız İnkılabı Tarihi, Cem Yayınevi, s: 433.
[4] Yusuf Akçura, Türk Devriminin Programı, Kaynak Yayınları, s: 163.
[5] Atatürk, Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, s: 187.
[6] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, s: 230.
[7] Bkz. Age, s: 229.
[8] Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, s: 377.