Kahve, 15. yüzyılda bilinçli bir şekilde kullanımı başlayan ve 16. yüzyıldan itibaren dünyanın çeşitli yerlerine açılarak dünyaya mal olma yolunda adımlarının atıldığı bir içecek olarak tanımlanabilir. Bir rivayete göre 9. yüzyılda Etiyopyalı bir çobanın güttüğü keçiler tarafından keşfedildiği, kahve bitkisinin yapraklarını yiyen keçilerin daha enerjik olduğunu ve çobanın da tadına bakarak aynı durumun kendisinde de görmesi üzerine konunun keşişlere kadar gelmesiyle keşif süreci doğmuştur. Kahvenin uyku açması ve enerji vermesi keşfedildikten sonra yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Sadece Etiyopya’da değil, tüm Arabistan coğrafyası kahve ile tanışmış olur.
Osmanlı Devleti’nin kahveyle tanışması 16. yüzyılın ortalarına rastlar. Devletin merkezi İstanbul’un kahve ile tanışması 1550’li yıllara tarihlenir. Dönemin tarihçilerinden Âli Mustafa Efendi’ye göre Arap coğrafyasında uzun zamandır bilinen kahvehaneler İstanbul’da 1553’te ortaya çıktı. 17. yüzyılın tarihçilerinden Peçuylu İbrahim, ilk kahvehaneleri Halepli Hakem adlı bir tüccarla Şamlı Şems adında bir kişinin Tahtakale’de 1554/55’te açtıklarını yazar.[1] Bununla birlikte Gelibolulu Mustafa Ali 1553 tarihini söylerken, Peçevi 1554 tarihi üzerinde durur.[2]
Tahtakale İstanbul’un ticaret merkezidir. Bugün tam olarak bu özelliğe sahip olmasa bile toptan malların alımı için hala merkez görevi görmektedir. Osmanlı Devleti’nde bu özelliğe sahip olması sebebiyle kahvenin ilk olarak Tahtakale bölgesine gelmesi ve ilk kahvehanelerin bu bölgede kurulması da doğal bir durumdur. Zaman içerisinde kahvehanelerin yaygınlaşması, ahali için bir araya gelinebilecek yeni bir yerin varlığını da yaratmış olur. Kaldı ki Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’daki kahvehanelerin sayısının elliye çıkması bunun bir kanıtıdır. 1792’de düzenlenen defterlere göre bu sayı 1631’e, 1821’de ise 2076’ya ulaşmıştı.[3]
*Fotoğraf: Tahtakale'de bir dükkan. 1900'lü yıllar.
Osmanlı Devleti’nde kahvehanelerden önce insanların gündelik yaşamları çarşı, pazar, hamam, meyhane, cami gibi yerlerden oluşuyordu. Ancak bu yerler çeşitli sosyal kısıtlamalardan ötürü bugün anladığımız gibi bir sosyalliği getirmiyordu. Kahvehaneler ile birlikte bu durum değişmeye başladı ve bu sebeple daha çok ilgi görmeye başladı. Özellikle camilerin çevresinde ya da altlarında açılmış olan kahvehaneler, namaz saatleri dışında da erkeklerin bir araya gelebilecekleri bir yer olma özelliğine sahip olmuştu. Bu bir araya gelişler mahalle kahvehaneleri, askerlerin kullandığı yeniçeri kahvehaneleri / tulumbacı kahvehaneleri, esnaf kahvehaneleri gibi çeşitli grupların adlarıyla tanımlanacak kahvehaneleri doğurmuştur.[4]
Kahvehanelerin her ne kadar Habermasçı anlamda ‘’kamusal alan’’ tanımına uymadığını görsek bile, kamuoyunun ortaya çıkmasının ilk nüvelerinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Habermas ‘’Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar’’ adlı eserinde kamusal alanı özel şahısların, kendilerini ilgilendiren ortak bir mesele etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışmanın neticesinde o mesele hakkında ortak kanaati, kamuoyunu oluşturdukları araç, süreç ve mekânların tanımlandığı hayat alanı olarak tanımlar.[5] Bu tanım çerçevesinde basının varlığı da önemli bir yer teşkil ederken 16. yüzyılda Osmanlı’da basının ve Avrupa’daki burjuva koşullarının olmaması Habermas’ın kamusal alanı tanımına oturtamadığımızı söyleyebiliriz. Bununla birlikte Osmanlı’nın kendine has koşulları çerçevesinde bir kamusal alanın doğduğunu, yeni bir sosyalleşme ortamının ortaya çıktığını ifade edelim.
Osmanlı’daki kahvehaneler sohbetin bol olduğu mekânlardı. Sohbet edilirken çeşitli kahveler ve nargileler içilirdi. Sosyal olarak ayrım gözetmeyen bu kahvehanelere herkes gelebilirdi. Sohbetlerin yanı sıra çeşitli oyunların oynandığını da biliyoruz. Tavla, satranç, dama en çok oynanan oyunlardandır. Bununla birlikte Karagöz-Hacivat gibi perde ve meddahlık gibi orta oyunların temsiller vermesi, kahvehanelerin müdavimlerinin artmasına sebep oluyordu. Özellikle Karagöz’ün siyasi hayata yaptığı nükteli eleştiriler, devletin politikalarına dair yapılan eleştirileri çeşitlendiriyordu. Bu sebeple Karagöz’ün kaderi kahvehaneler ile paralel gitmiş, birçok zaman yasaklanmasına sebep olmuştur.[6]
*İstanbul'da bir kıraathane. 1900'lü yılların başı.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin her alandaki değişimi kahvehaneleri de etkilemiştir. Özellikle eğitim alanındaki değişimle, gazete ve dergilerin ortaya çıkışı ile birlikte yeni bir entelektüel kesim doğmaya başlamıştır. Zaten bolca sohbetin yapıldığı kahvehaneler zamanla gazete ve dergilerin okunduğu, okuma bilmeyenlerin okuma bilenlerden dinlediği yerler haline geldi. Yani ‘’kıraathane’’ oldu. Darülfünun’un kurulması ile birlikte bu kıraathaneler Beyazıt ve Direklerarası çevresinde daha fazla rağbet görmeye başlamıştır. Bununla birlikte Beyoğlu da sıklıkla ziyaret edilen kıraathanelere ev sahipliği yapıyordu.
Beyazıt bölgesinde en popüler olan kahvehanelere Safarim, Küllük, Marmara, Meserret ve İkbal kıraathaneleri örnek gösterilebilir. Darülfünun’un yakınlarında olması sebebiyle dönemin öğretmenlerinin sıklıkla vakit geçirdiği, öğrencilerin hocalarını bulup sohbetler edebildiği bir yer halini almıştı. Hatta öyle ki dönemin birçok yazar ve şairi de bu kahvehaneleri kullanır, buluşmalarını burada yapar ve okuyucularıyla burada tanışırdı.
*Fotoğraf: Meserret Kıraathanesi
Tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmeyen Küllük Kıraathanesi herhalde içlerinde en bilinen kıraathanedir. Okula ve Sahaflar Çarşısı’na yakın olması sebebiyle birçok kişinin uğrak noktasıdır. 1955’e kadar açık kalan Küllük, bu tarihte yapılan yol çalışmaları sebebiyle yok olmuştur.[7] Reşat Nuri Güntekin, Yahya Kemal, Agah Sırrı Levend, Ali Canip Yöntem, Mesut Cemil, Abdulbaki Gölpınarlı, Faruk Nafiz, Halit Fahri, Mehmet Behçet Yazar, Şükufe Nihal, Orhan Şaik, Mithat Cemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Mükremin Halil başta olmak üzere Edebiyat Fakültesi’nin birçok hocası Küllük’ün müdavimleridir.[8]
19. yüzyıldan itibaren daha ziyade ‘’ecnebilerin’’ yaşadığı yer olan Pera yani Beyoğlu, Lebon, Markiz, Baylan gibi pastanelere ev sahipliği yapmıştır. Sadece Beyoğlu çevresinin sakinleri değil, Beyazıt ve Üsküdar çevresi de buluşmalarını Beyoğlu pastanelerinde yapardı. Beyoğlu’ndaki mekanların bir özelliği de, pasajların içlerinde var olmasıdır. Özellikle İstiklal Caddesi’nin mimarisi pasaj ve hanların ekseriyetiyle kaplı olduğundan kıraathaneler binaların giriş katında yerlerini alırdı. Kanun-i Esasi Kıraathanesi de bunlardan biriydi. Bugün Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan Kanun-i Esasi Kıraathanesi, 1908 Devrimi sonrası İttihatçıların uğrak noktası olmuştu. Çevresinde Bristol, Pera Palas gibi otellerin bulunmasından ötürü de yabancı müşteriler bakımından da şanslıydı. 1890-1969 yılları arasında, kıraathanenin tam karşısında bulunan Tepebaşı Tiyatrosu sayesinde de ünü iyice yayılmıştı.[9] Mehmed Kemal anılarında buradan ‘’Kahve uzunca bir koridor gibiydi. Pencerenin önüne kahvenin eskileri ve gediklileri otururdu. Kahvenin ortasında uzunca yer tavlacılara ayrılmıştı. (...) Sağlı sollu duvar dibinde oturanlar ise randevu verenlerdi. Buralar aynı zamanda nargilecilerindi.’’ diye bahseder.
*Fotoğraf: Markiz Pastanesi, günümüz.
Aslında Mehmed Kemal’in anılarında bahsettiği çeşitlilik, Osmanlı’daki kahvehanelerin özelliklerinin derlemesi gibidir. Kimi zaman sohbetin, kimi zaman oyun oynamanın kimi zaman da oynanan oyunların izlendiği yerler olmuştur. Hatta öyle ki, bürokratik zümrenin dışında politika konuşulan yegâne yer özelliği de taşımıştı. Birçok ayaklanmanın (özellikle yeniçeri ayaklanmalarının) kahvehane köşelerinde tartışılıp planlanmasından ötürü çeşitli dönemlerde kapatılmalarına sebep olmuştur. Ancak halk gözünde hiçbir zaman kötü gözle bakılmadı kahvehanelere. Bazı zamanlarda tek eğlence yeri olarak görüldü. İstanbul’da çıkan ilk Rusça gazete olan Stanbulskie Novosti’de yayımlanan bir haberde, ramazanda iftardan sonra erkeklerin sahura kadar vakit geçirdiği ve eğlendiği yerlerden biri olarak anlatılmaktaydı.[10]
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bu kültürel miras, 1960’lı yıllara kadar uzanmıştır. 400 yıldan fazla bir süre boyunca günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak ve kültürel faaliyetlerin her türlüsünün yapıldığı; aynı zamanda ilk kamusal-politik çevrenin oluşmasına katkı sağlayan kahvehaneler bugün aynı işlevini sürdürmemektedir. Sadece okey ve tavlanın oynandığı, halk arasında ‘’kahvehane ağzı’’ olarak anılan sohbetlerin yapıldığı (bu şekilde küçümsenen), kıraatın neredeyse hiç olmadığı bir yapıya dönüşmüştür.
[1] Yaşar, Ahmet, TDV İslam Ansiklopedisi, Kahvehane Maddesi
[2] Sökmen, Cem, Eski İstanbul Kahvehaneleri, Ötüken, İstanbul, 2011, sayfa 16
[3] Yaşar, Ahmet, a.g.m
[4] Tutal, Osman, Kırk Yıllık Hatırın İletişim Mekanı Olan Kahvehaneler, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014
[5] Habermas, J., Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, sayfa 107
[6] Sankır, Hasan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusallığın Oluşumu Sürecinde Kahvehanelerin Rolü Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2010 Güz
[7] Sökmen, a.g.e., sayfa 59
[8] Göney, Süha, Anılarda 50’li Yıllar ve Üniversite, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, C 3, S 12, 2006
[9] Çınar, Yiğit, Beyoğlu’nun Gururu: Kanun-i Esasi Kıraathanesi, https://www.teoridergisi.com/beyoglunun-gururu-kanun-i-esasi-kiraathanesi
[10] Perinçek Mehmet, Odabaşı Arda, Stanbulskie Novosti’de Jön Türk Devrimi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, sayfa 286