Bu yazı, Teori'nin Eylül sayısının Tarihimizden Belgeler bölümünde yayımlanmıştır. Belgenin aslını bu yazının sonunda yayımlıyoruz.
Cumhuriyet’i “tam bağımsızlık” ilkesiyle kuran Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından arasız devrim sürecinde dönüşüm yaşadı. Bu dönüşüm İkinci Dünya Savaşı’nın ardından daha da belirginleşti. Sovyetler Birliği’yle ilişkilerin kötüye gitmesi, savaş ekonomisinin maliyeyi olumsuz etkilemesi ve 1945’ten sonraki kadroların Batı’yla daha yakın ilişkiler kurması Türkiye’yi Atlantik cephesine yakınlaştırdı. CHP, “tam bağımsızlık” ilkesinden vazgeçti. Bu da Türkiye’de devrimlerden dönüşü başlattı.
Hasan Saka, bahsettiğimiz bu dönemin öne çıkan kadrolarından oldu. 1947’de Başbakanlığa atanan Hasan Saka, tam da Batı’nın istediği gibi bir kadroydu. Batı, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını elinden alarak devletçilik politikasından uzaklaşmasını, yabancı sermayenin Türkiye’ye girmesini istiyordu. Saka bu politikayı uygulayacak bir siyasetçiydi. Öyle de oldu. Saka’nın başbakanlığı Batı’yı memnun etti. Bu memnuniyet Batı basınına da yansıdı.
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivlerinde yer alan 14 Ocak 1948 tarihli belgede Türkiye Cumhuriyeti Londra Büyükelçiliği Basın Ateşesi Nuri Eren’in, 3 Ocak 1948’de The Economist dergisinde yayınlanan “Dolar işareti altındaki Türkiye” başlıklı makaleyi Başbakanlığa sunduğu görülüyor. The Ecomomist’in makalesine göre, Saka’nın “garplaşmış” bir diplomat olduğu, CHP’nin yorgun ve bitkin olduğu, Türkiye’de serbest girişimciliğin uygulanmasında bir engelin artık bulunmadığı belirtiliyor. Yine makalede, ABD-İngiltere işbirliğiyle Türkiye’deki devletçi politikalardan uzaklaşılarak liberal ekonominin uygulanabileceği de aktarılıyor.
Türkiye’nin Batı güdümüne girişi açısından önem arz eden bu belgeyi okurlarımıza sunuyoruz:
“Umum Müdürlük Yüksek Katına
3 Ocak 1948 tarihli Economist dergisinde memleketimiz hakkında yayınlanan yazıyı yüksek bilgilerini ilişik olarak arzediyorum. Tetkikinden de müsteban olacağı üzere bu yazı 25 Kasım tarihli Economist dergisinde yayınlanan yazının tamamıyla zıttı bir hava aksettirmektedir. Bu kere öğrendiğime göre 25 Kasım tarihli yazı memleketimize muvakkat olarak ekonomist muhabiri olarak gelen Miss Elizabeth Monrue tarafından kaleme alınmıştır. Ateşeliklerine o tarihte Türkiye muhabirinin yazısı olduğu ifade edildiğinde muvakkat muhabirleri Monroe kasd olunmuştur. Şimdiki bu yazının mahalli muhabirleri Profesör Arndt isminde bir Polonyalının olduğu anlaşılmaktadır. Mumaileyhin Economist’te bundan evvel de aynı havayı aksettiren yazıları neşredilmiştir. Bu zatın Bayan Monroe’nin ‘Economist’ mahfillerinde memleketimiz hakkındaki müspet intibalarını ihlal eğlenmekle müessir olmaya çalıştığı görülmektedir. Keyfiyeti ehemmiyetle bilgilerine arzediyorum. Saygılarımla.
Londra Basın Ataşesi
(Nuri Eren)
3.1.1948 Tarihli ‘ECONOMIST’ MECMUASINDAN DOLAR İŞARETİ ALTINDAKİ TÜRKİYE
Yazan: Ankara’da bir muhabir
Doğu ile Batı arasındaki bu ‘no-lan’s land’ın siyasi iklimi batıdan gelen tatlı dolar yağmurlarının ve tasvip esintilerinin tesiriyle gittikçe mülayimleşmektedir. Yaşlanmakta olan CHP pek aşikar bir yorgunluk ve bitkinlik eseri göstermeden demokratların hücumlarına bir müddet mukavemet etti. Lakin geçen Eylül ayında, ihtiyar, asabi ve inatçı Başbakan Recep Peker arka sıraların isyanı ve cumhurbaşkanının parti siyasetlerinde şahsen bitaraf kalacağını bildirmesi neticesinde ani olarak devriliverdi. Kısa süren müzakerelerden sonra, daha mutedil bir CHP Kabinesi Sabık Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın Başkanlığında iş başına geldi ve Dışişleri Bakanlığı’na da garpleşmiş bir eski diplomat tayin edildi.
Haricen, bu kabine değişikliği, Atatürk’ün zamanındaki mutad devri ‘nöbet değiştirmelerden’ pek farklı değildi. Demokrat Parti’nin taleplerine hiçbir açık tavizde bulunulmadı. Lakin gazetelerin kapatılması ve tevkiflerle eskisi kadar kolayca bastırılamayan umumi tenkitlerin bir CHP kabinesinin mevkiini sarsabilmiş ve bu partinin resmi başkanı İsmet İnönü’nün danışıklı dövüşü ile onu devirebilmiş olması yeter derecede sansasyonel bir hadiseydi. İktidar partisinin memleketten beklediği müzaheretten ve Cumhurbaşkanı üzerindeki nüfuzundan artık emin olmadığı aşikardı. Bu öyle bir gerçektir ki 1946’da yapılan ve CHP’ye yüzde 85’lik bir ekseriyet sağlayan ihtilaflı seçim neticeleri üzerine garip bir ışık saçmaktadır.
Yeni Hükümetin, Büyük Millet Meclisi’nin 13 Ekim’de yapılan bir olağanüstü toplantısında ilan edilen programı, demokratik bir hükümet şekline tevcih edilen platonik sitayişlerden veya iç ve dış siyasette ‘orta yol’ prensibine sadık kalınacağının yeniden teyidinden ziyade Amerikan sermayesine ihtiyatlı bir kur yapmış olması bakımından dikkate şayandır. Devletçilik ile hususi teşebbüs arasında sarih bir hudut çizmek niyetinden bahseden Başbakan -ki bu, iktisadi liberalizm için dolambaçlı lakin mühim bir taviz teşkil eder- bazı bayındırlık planlarına temas etti. Sulama, elektriklendirme, madenlerin makineleştirilmesi, Shose, demiryolu ve limanların inşası, zirai ihtihsali ve sınai verimin artırılması mevzularını ele aldı. Sözlerine, yabancı sermaye ile yabancı “mütehassısları “davet etmekle nihayet verdi.
ANGLO-AMERİKAN İŞBİRLİĞİ
Bu hareketin tam manasıyla takdir edebilmek için Cumhuriyetçi Türkiye tarafından tatbik edilen koyu iktisadi milliyetçiliği ve 1920 ve 1930 senelerinde Türkiye’deki yabancı şirketlerin başına gelen hazin akıbeti hatırlamak lazımdır. Bu şirketlerin karları tehdit edildi, “donduruldu”, vergilerle yok edildi ve bundan başka tespit edilmiş sermayeleri itibari bir tazminat karşılığında millileştirildi. Lakin yabancı sermayenin hatra getirdiği kontroller ve garantiler Türklerin milli gururunu ne kadar rencide ederse etsin, nefret edilen maziinin ‘kapitülasyonlar’ını ne kadar andırırsa andırsın, yabancı sermaye olmadıkça milli sanayileşme projelerinde bir terakki kaydedilemeyeceği çok zaman geçmeden anlaşıldı. Amerikan kredisine yol açan siyasi vaziyet milli iktisat badiresinden vakarla çıkıp uzaklaşmak fırsatını sunuyor gibiydi. Emperyalist niyetler atfedilmeyen ve ‘laissez faire’ prensibine müptela olan yegane devletle daha sıkı münasebetlerin tesisi sermaye ithaline ve daha serbest bir ticarete dayanan bir rejime avdeti daha mukni kılabilirdi. 1947 senesinde bunu bir Kemalist dahi itibarînı halel gelmeden yapabilirdi. Lakin Amerikan yardımı, icra sahasına girerken, mahiyetçe çok ince bir değişikliğe uğramaktadır ve bu değişikliğin daha yakından tahlil edilmesi faydalı olur.
Başkan Truman’ın Mart ayında söylediği nutuk harpçıydı. 1939 senesinde ki talihsiz İngiliz garantilerinin hatıraları Mr. Truman’ı dinleyen Avrupalılardan çoğunun huzurunu kaçırmış olmalıdır. Türkiye’de birkaç kişi, 1946’da Azerbaycan buhranının en şiddetli anında Türk ordularının daha kısa iç hatlara çekildiğini çok daha canlı bir şekilde hatırladılar; esker kimseler tarafından bilinmemekle beraber, Rus-sinir harbinin asıl ‘zirve’sini teşkil etmiştir. Herkesin nazarında, Amerikan kredisi stratejik bir hareketti ve başlamasını takip eden 3-4 ay zarfında gerek Türkiye’de gerek sair memleketlerde hep bu yardımın askeri veçhesinden bahsediliyordu. Yardım hakkında neşredilen malumat harp teçhizatı ve stratejisinden -uçaksavar topları, seri ateşli silahlar, motörlü taşıt vasıtaları, ordunun motörleştirilmesi ve Boğazların tahkiminden- bahsediyordu. Sık sık birbiri ardı Türkiye’ye Amerikan Ordu ve donanma heyetleri gitti ve Türk Kurmay heyetleri -en sonuncusu Kurmay Başkanı General Salih Omurtak’ın Başkanlığındaki Heyet olmak üzere- Ankara ile Washington arasında gidip geldiler.
Bu çizdiğimiz tablodan, Türkiye’nin bütün eski müttefiklerini silip attığı ve sırf Birleşik Amerika’ya güvendiği manasını çıkarmak yanlış olur. Amerikan alıcıları Türkler hesabına teçhizat satın alırken ve Amerikan eğitmenleri bu teçhizatın nasıl kullanıldığını onlara öğretirken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin topyekün talim ve terbiyesinden mes’ul olan ordu, deniz ve hava Heyetleri uzun senelerden beri olduğu gibi gene İngilizdir. Bu yüzdendir ki Omurtak geçenlerde İngiltere’yi de ziyaret etmiştir. Anglo-Amerikan işbirliğinin birbirine sımsıkı geçme bir mahiyet arzetmesi hakkında Türkiye’dekinden daha iyi bir misal bulmak güç olur.
Askeri ilk yardım üzerinde bu kadar ısrar edilmesi, şimal istikametinde askeri jestler yapmak hususunda o tarihte duyulan tabi arzu ile izah edilmiştir. Lakin Amerikan grupları Türk limanlarına çıktıkça, Türk demiryollarında ve şoselerinde seyahat ettikçe, Türk çiftliklerini, madenlerini ve fabrikalarını gözden geçir geçirdikçe, göndermek tasavvurunda oldukları malzeme ile limanların başa çıkamayacağını, modern bir ordunun yayılma ve tertiplenmesi için evvel emirde yol şebekesinin yeni baştan inşa edilmesi gerektiğini, vücuda getirilecek müessir ve verimli harp mekanizmasını besleyecek takatte bir sanayi mevcut olmadığını öğrendiler. Görünüşe göre, Sovyet tehdidi tedricen Türklerin zihinlerinden silinmeye başladı ve düşüncelerinin merkez sikleti top ve kamyondan liman ve şoseye intikal etti. Amerikan Heyetleri Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlıklarını ziyaret ettiler ve onlara, müteaddit ve büyük bayındırlık projelerinden biri olan yeni beş senelik sanayileşme planı sayesinde şoselerdeki trafiğin senede tahminen 500.000 ton artacağını söylendi. Halbuki Bayındırlık Bakanlığı’nın en son yol inşaat planının gösterdiği gibi, Türkiye yol şebekesini yüz sene evvelki Avrupa seviyesine vasatisine çıkarmak için gereken cem’an 12.500 millik şosenin inşası ve tamiri tesbit edilmiş, senelik sarfiyat miktarı olan 40.000.000 Türk lira hesabıyla kağıt üzerinde dahi 15 sene sürecektir. Amerikalılar, izabe fırınları olmayan maden cevheri sahalarını, kok fırınları olmayan yeni hava tazikli eritme fırınlarını, kuyuları olmayan müstakbel petrol sahalarını teftiş ettiler. Edindikleri intiba şuydu: Türkiye, gelişmemiş; maharetsizce gayretler sarfeden; iktisadi potansiyel ve kağıt planlama bakımından zengin; lakin sermayeden, usta işçiden, mühendislikten ve bilhassa iktisadi sağduyu ve teşkilatlandırmadan mahrum bir memlekettir.
YENİDEN İNŞA MI YOKSA YENİDEN SİLAHLANMA MI?
Bütün bu durum, birçok Amerikan albaylarının kalbinde gizli yatan ‘öncülük’ (pioneering) ve ‘serbest teşebbüsçülük’ (free-enterpriser) zuhur için büyük bir cazibe arz etse gerek. Türklerin safında da kuvvetli, nüfuz sahibi kimseler Amerikan yardımının büyük bir kısmının sadece askeri olmaktan çıkarak umumi iktisadi sahaya intikal etmesi için harekete geçmiş bulunmaktadır. 12 Temmuz tarihli Türkiye’ye yardım anlaşmasının kaleme alınmasında sağlanan elastikiyet o kadar büyüktür ki böyle bir intikale mani olacak hiçbir resmi engel yoktur. Bununla beraber, milletlerarası vaziyet ve bu vaziyete istinaden Türk askeri mah illerinin ileri sürdüğü talepler dolayısıyla halen kimse yeniden silahlanma faslından büyük meblağların yeniden inşa faslına aktarılmasını mütaala edememektedir. Tamamen askeri ihtiyaçlar dışında kalan münakalata halen tahsis edilen meblağın mecmu kredinin azami %5’i olduğu söylenebilir. Yukarıda bahse geçen ‘nüfuz sahibi kimseler’e verilecek cevap şudur: Sair Amerikan sermayesini cezbetmeleri lazımdır. Lakin hususi Amerikan sermayecisi ihtiyatlıdır. Kendi faaliyetleri için birleşik Amerika’ya çok daha yakın olan ve siyasi bir kazanın neticelerine daha az maruz bulunan bol sahalar vardır. Bundan başka, Cumhurbaşkanı İnönü’nün geçenlerde yabancı sermayecilere yaptığı muğlak hitaba rağmen, yabancı bir sermayeciyi Türkiye’ye para yatırmaya ikna edecek sebepler henüz yok gibidir. Evvela, Türkiye’de sağlayacağı karları ancak Türk malları şeklinde ihraç edebilir. Karlarını mahallen kullanması keyfiyeti de tahdidata tabiidir. Mesela, karlarını ‘Türk İktisadına faydalı’ bir işe yatırmak zorundadır. Türk hükümeti, şahsi teşebbüsü bastırmaya pek meyillidir. Bunun sebebi de şudur: fazla hususi teşebbüs, hükümetin kendi müesseselerinin -hepsi değilse de bazılarının- işletme tarzına hakim gayrı iktisadi esasları teşhir eder.
1947 senesi yazında, (Amerikan Yirminci Asır Tesisi-American Twentieth Century Fund) ülkenin kaynakları ve potansiyelleri hakkında hususi bir inceleme yapmıştır. (Bu tesis, tahsisatı, Birleşik Amerika’nın denizaşırı ticaretinin istikbali ile ilgilenen hayırseverler tarafından hususi surette sağlanmaktadır.) Prof. Thornburg ile Mr. Graham Spry tarafından Tesis namına hazırlanan rapor henüz neşredilmemiştir lakin Prof. Thornburg, Türkiye’den; Temmuz’da ayrılmadan önce, raporun ana kısımlarının bazılarını Türk gazetesi Vatan’a ifşa etmiştir. Bu mülakat esnasında Prof. Thornburg doğru olan birçok hususlar meyanında şu hakikati de açığa vurmaktadır: Hususi sermaye yatırıcılarının alenen teşvik edilmemesi neticesinde 800.000.000 liralık birikmiş Türk parası hazine bonolarında ve tasarruf hesaplarında atıl yatmaktadır. Prof. Thornburg, sözlerine şöyle nihayet vermiştir:
‘Aşikardır ki Türkiye’de hususi teşebbüs ruhu geliştirilmedikçe, memleketinizde hususi Amerikan teşebbüsü için yer yoktur. Evvela, kendi tabii kaynaklarınızı işletmelisiniz ve ancak ondan sonra yabancı sermaye bulabilirsiniz.’
Pek tabii olarak bazı Türkler, Prof. Thornburg’un hususi teşebbüs mevzusunda takındığı tavrı ‘zaten bir Amerikalıdan bundan başka ne beklenebilirdi ki’ diyerek omuz silkmektedirler. Lakin masraflara asla gözden geçirilmeksizin veya nadiren gözden geçirilerek yürütülen teşebbüsleri hakkındaki tenkidi, onlar tarafından nazarı dikkate alınmaya değer. Muhakkak ki Türkler kendi mali gelişme projeleri için mali yardım sağlamaya hahişgerdirler. Ve ihracat-ithalat Bankası veya Amerikan yardımının bir temdidi bu mali müzahareti sağlayabilir. Lakin bütün planlar, masrafları, verimi ve eb müsait karları hesaplayarak iş görmeye alışık insanlara makul görünecek bir şekilde yeni baştan tanzim ve koordine edilmek zorundadır."