
“Beyoğlu’nun, zamanımızla geçen asır sonrasındaki birleşik özelliği ‘her türlü rezalete’ sahne olmasıdır. Beyoğlu adı verilen bu semti, bir fuhuş yatağı, kumarhanelerin beşiği, serserilerin barınağı olarak tanınmış ve ününü bu yolda yapmıştır.”
Necmi Onur, Ünlü Kabadayı Arap Abdo
Tanzimat sonrası-Cumhuriyet öncesi İstanbul; balozları, umumhaneleri, “oyunlu rezalethane” Avrupa Tiyatrosu, sokak fahişeleri, meyhaneleri, esrar tekkeleri, kantoları, horoz dövüşleri, onlarca kişinin tek mekânda yan yana uyuduğu bekâr yatakhaneleriyle karanlık yanı hiç de dar olmayan bir kentti. Kentin o boyutunun başkahramanları, şüphe yok ki kabadayılar ile yosmalardır. Örneğin çoğu Tophane ile Karaköy arasındaki balozları eski fahişeler işletiyor; kabadayılar, kapatma yapacakları yosmaları umumhanelerde ve balozlarda buluyor; balozların haracını kabadayılar yiyordu. Aslında mekân ile kabadayı birbirini besliyordu. Şehrin diğer bölümü kendisini oradan o kadar ayrı tutmak istemiştir ki, Darüşşafaka öğrencilerinin Karaköy ve Galata’ya çıkmaları yasaktı.
Meşhur Avrupa Tiyatrosundan bir sahne
Kabadayılığın, Yeniçerilere kadar giden geçmişi ve tulumbacılarla doğrudan bağı var. Vaka-i Hayriye öncesinde İstanbul sokakları Yeniçeri despotluğu altındaydı. Nahid Sırrı Örik Kibar Fahişe Zeynep adlı hikâyesinde, Yeniçerin musallat olduğu kadınların başına gelenleri şöyle anlatır: “Yaşlı kadınların anlattıklarına göre, çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanan bir kaç saniyelik bir mücadeleden sonra kışlaya doğru sürüklenirdi yollarına çıkan kadın; sonrasındaki günler, hatta bazen haftalar sürecek bir fahişelik hayatı başlardı.”
Necmi Onur da, Ünlü Kabadayı Arap Abdo adlı romanında Yeniçeriler ile kabadayılar arasındaki sürekliliği vurgular: “Aksaray kabadayılarıyla meşhurdur. Yeniçerilere ait ‘Yeni odalar’ın Aksaray’da kurulması, burayı adeta kabadayılık tohumlarını ekmiş ve böylece tohumlar, zamanı gelince meyvelerini vererek ‘Aksaray kabadayıları’nı doğurmuştu.” Gölge oyununda kabadayılığı temsil eden karakterin de Yeniçerilerden esinlendiği düşünülüyor.
19. yüzyılın ikinci yarısında Galata, modernleşme ile geleneğin tortusunu harmanlayarak büyük bir batakhane yaratmıştı. O günlerde Karaköy ile Cadde-i Kebir aslında büyük güçlerin sefaretleri ile Zarifi ve Camondo gibi dönemin önde gelen Galata Bankerlerinin de yaşam alanıdır. Bu bölge İstanbul’da sokakları ilk ışıklandırılan bölgesidir; ilk belediye 6. Daire adıyla burada çalışmaya başlamıştır; ilk metro burada hizmet verdi; ilk apartmanlar buralarda inşa edildi. Mekteb-i Sultani, Saint Benoit vs. gibi dönemin en önemli eğitim kurumları buradaydı. Çağdaş kültür burada uç veriyor, ilerici fikirleri yayan yayınlar buradan dağıtılıyordu. Meşrutiyetçi gençlerin buluşma yeri olan Tasvîr-i Efkâr Matbaası da Beyoğlu’ndaydı, çağdaş Türk tiyatrosunun temellerinde önemli yeri olan Naum Tiyatrosu da… Rezalethanelerin, kabadayıların ve yosmaların, biraz da Karaköy Limanı’nın ve denizcilerin de itelemesiyle sefaretler ile Galata bankerlerinin çeperine yerleştiğini söyleyebiliriz. O dönemde kentin bu bölümü bir yandan çağdaş kültürün kendini gösterdiği yerdir, bir yandan da koynunda “her türlü rezaleti” besler.
Şu soru hâlâ tartışılıyor: Kabadayılık kültürü kentin bir tür güvenlik sistemi ve zenginliği miydi yoksa ilkelliği mi? Ben şu cevabı veriyorum: Üretimi yağmalayan sınıfların iktidar alanlarını genişletmesiyle popüler kültürde kabadayılığın zenginlik ve güvenlik olarak sunulması arasında bir bağ olmalı.
Reşad Ekrem Koçu’nun 1970’de 83 bölüm olarak Tercüman gazetesinde tefrika edilen Galata Canavarı Bıçakçı Petri adlı polisiye romanının bu yıl Mayıs ayında kitap olarak yayınlanması, İstanbul’un o karanlık tarafını okuyucunun önüne tekrar serdi. Yazar, tefrikanın başında bu romanı en önemli eseri olarak gördüğünü yazmış. 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da efsaneye dönüşen seri katil Bıçakçı Petri, kabadayılık anlatısının önemli unsurunu oluşturur.
Koçu, Petri’nin hikâyesini Ayamavra (Lefkada) adasında başlatıyor. Petri, çocuk denilebilecek yaştayken meyhanede “deniz adamı ayyaşlara hem sakilik hem hanendelik hem de köçeklik” yapar. Petri’nin geçmişi hakkında birbirinden farklı hikâyeler var; fakat hepsi pedofili ve eşcinsel zorbalığa maruz kalmakta ortaklaşır ve küçük fahişelerle maceralar yaşayan Petri’nin vakalarında eşcinsellik önemli yer tutar. Galata’nın o zamanki en meşhur ve kıyıcı seri katili Bıçakçı Petri, eşcinselliğin zorba biçiminin meyvesidir; katil karekteri o ilişkiden beslenir. İstanbul zaptiyesini peşinden koşturan katil henüz 20’li yaşlarının ortalarında, arkasında 14 cinayet bırakarak ölür.
İstanbul Ansiklopedisi’nin kabadayılarla ilgili maddelerinden, kabadayılığın içinde eşcinselliğin despot biçimini de barındırdığını öğreniyoruz. Necmi Onur Ünlü Kabadayı Arap Abdo romanında İstanbul meyhaneleri için şu bilgiyi veriyor: “Meyhanelerin bazıları ise işi daha ileri götürerek, üst katlarında zorbalar, ünlü kabadayılar için döşeli dayalı tabir edilen cinsten bir oda bulundururlar ve buralarda ‘hususi içki sofraları’ kurarlardı. Hatta böyle birçok odaya ‘köçekler, oğlanlar’ kapatılır ve kabadayılar, içkili alemlerini bir de şehvet azgınlığı ile süslü hale getirirlerdi.”
Avusturya sefareti kavaslarından Nikola ile Petri’nin fotoğrafı. Kavas Nikola’nın Petri’ye tutkuyla aşık olduğu, Galata meyhanelerinde Petri ile çektirdikleri bu fotoğrafı önüne koyup “Benim güzel putanam (fahişem)” diyerek içtiği, fotoğrafı da herkese gösterdiği anlatılır. Petri tarafından öldürülmüştür. Bu fotoğraf, Petri’nin bilinen tek fotoğrafıdır.
Eski İstanbul kabadayılarını anlatan yazınsal birikimin ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu belli değildir; kurgu ile gerçek birbirine karışır. Aslında anlatılar, mümkün olduğu ölçüde arşiv belgeleriyle teyide muhtaçtır. Kurguları, yazarların kabadayılık algıları yönlendirir. Reşad Ekrem Koçu’nun anlatısında eleştiri ve yergi hâkimdir. Eski İstanbul kabadayılarını en nesnel kanımca o anlatmış. Buna karşı, suçları gizlemeseler de, kabadayılığa övgüyle yaklaşan kaynaklar da var. Örneğin Necmi Onur’un Arap Abdo adlı romanında şu iddia yer alır: “Kabadayı demek semtinde veya yaşadığı her yerde ehli namusun üzerinde titreyen erkek demekti. Bir nevi koruyucu demekti.”
Refi’ Cevad’ın Eski İstanbul Kabadayıları Sayılı Fırtınalar’da genelde kabadayılığa olumlu baktığı bilinir. Kitap “İstanbul eski kabadayılığı bir nevi şehir şovalyeliğidir” cümlesiyle başlar. İlk sayfada şunu okuyoruz: “Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, âdetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayrılmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayak altına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar.” Oysa Mütareke Döneminde yazdığı makalelerde kabadayı sıfatını İttihatçılara yergi amacıyla kullanmıştır. Metin Ayışığı’nın, Refi’ Cevad Ulunay Bir İngiliz Muhibbinin Milli Mücadele Dönemi Yazıları adlı çalışmasında bu makaleler Latin harfleriyle yayımlandı. Refi’ Cevad, Mütareke Dönemdeki tavrı nedeniyle 150’likler listesine alındı.
Server Tanilli de Geçen Yüzyılda İstanbul'da Kabadayılar ve Külhanbeyleri adlı makalesinde kabadayılığa olumlu yaklaşır fakat zamanla kabadayılığın bozulduğunu söyler:
“Eski İstanbul hayatında kabadayılar da vardı. Her türlü kötülükten uzak duran, yiğit, iyi yürekli, yardımsever insanlardı. Bu nitelikleriyle, külhanbeylerinden ve diğer serseri güruhundan ayrılırlardı. Her mahallenin bir kabadayısı vardı. Kabadayılar, kendilerini mahallenin düzenini sürdürmekten sorumlu sayarlardı. Sakinlerinin sorunlarını çözmeye çalışırlardı; özellikle kızları ve kadınları ayaktakımının kaba davranışlarından korurlardı; erkek çocuklarının kötü alışkanlıklar edinmelerini önlemek için kahvelere, meyhanelere, kumarhanelere gitmelerini engellerlerdi.”
Hısmı, iş arkadaşı ve dostu Stavris’in İstanbul’daki hatıralarını nakleden Panos Çelebis, Kabadayı Stravris’in Hikâyeleri adlı kitabında kabadayılığı çoşkuyla övenlerdendir. Çelebis’in babası II. Abdulhamid’in başmimarıymış. Belki de ailesinin Sarayla mesaisi ile istibdatla organik bağı olan kabadayıları yüceltmesi arasında ilişki vardır.
Çelebis’in maceralarını anlattığı Stavris, kabadayı olarak sınıflandırılamaz. Olsa olsa babayiğit bir taş ustası olabilir. Ahmet Rasim’in Eski Palavracı Kabadayılar başlıklı makalesindeki tespitidir; “bir ‘babayiğit’ kimse ile bir ‘kabadayı’ arasında ahlâk, cesaret, ruhen, zahiren edep ve haysiyet nazarından dağlar kadar fark var”. Ama beni Stavris’den çok Çelebis’in kabadayılık takdimi ilgilendiriyor.
Çelebis’e göre “o vakitler kabadayılık insancıklar tarafından milliyet ayrımı yapılmaksızın onları koruduğuna inanılan -ve aslen de öyle olan- bir adalet kuru gibiydi.” Bu tanım, Onikiler olarak bilinen devrin meşhur çetesini ve onun elebaşı Arap Abdullah’ı ve diğer kabadayıları tarif etmiyor. Aynı dönemde İmparatorlukta halk desteği almış kanun dışı adamlar vardır; örneğin Reji İdaresinin sömürüsünden kaçınmanın yolu olarak tütün kaçakçılığını örgütleyen Ayıngacılar bu sınıftandır. Ayıngacılar üzerine halk, türküler yazmıştır. Ama kabadayı ile ayıngacının işlevi bambaşkadır. Kabadayı köklerini artık var olmayan geçmişe salarak çürür ve 19. yüzyılın doğal bir uzvudur; diğeri ise o yüzyıla üretici isyanının bir biçimi.
Çelebis, bu hikâyeleri Stavris’ten dinlemişti; hem de kabadayıların “19. yüzyılın Yeni Babil’ine namıdiğer İstanbul’a nevi şahsına münhasır rengini ve karakterini vermekte olduklarından hiç şüphe duymadan”. Çelebis’e göre o günler, “hem bir refah dönemi, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun müteşekkil olduğu milletlerin aralarında kanlı mücadelelerle dolu bir dönemdi.” “‘Barışçıl’ müdahaleler yapabilmek, yaptırımlarını dayatabilmek ülke ve insanlarının kanını emebilmek” için “‘En Hıristiyan’ından Büyük Güçlerin” yarattığı “mücadelelerdi bunlar”.
Ahmet Rasim de Fuhş-i Atik adlı kitabında Fuhş-ı Cedid’i anlatırken Batıyı işaret eder ve Batı” noktasında Çelebis ile hemfikirdir:
“Öyle zannedilebilir ki eskiden Afrika’nın kuzey sahilleriyle Suriye’ye, Doğu Roma İmparatorluğu ülkesine batıdan coşup gelen bu pis hava, yine bu iklimde anaforlar çevirmektedir. Evet Batı, aracılığına güvendiği medeniyetiyle bir kere daha Doğu’nun hayâsını gidermeye el attı.”
Ahmet Rasim kadının saklı bir güzellik olması gerektiğini, Fuhş-ı Cedidin nedenleri arasında “kadın yanında erkeklik ile eşit olduğu yolunda yapılmış olan zararlı, mantıksız cahilce akıl yürütmeler” de olduğuna düşünüyordu. Muhafazakâr bir eleştiridir, onun fuhuş eleştirisi.
Çelebis İstanbul’un tortusunun her parçasını sevmiş gibidir. Bu sevgiyle Hacı Minas’ın esrar tekkesi de mest edici huzur ve herkesin hoşlukla karşılandığı sıcak ve sakin sığınak olur. Onun anlatımında esrar servis edilen bu batakhaneler bile neredeyse özlemle anılır hale gelir. Çelebis’in sunumunda geçmişin muhafaza edilememesine yönelik kırgınlık ile kabadayılık yüceltmesi iç içe geçer ve buna Batı yergisi eşlik eder. Onu ilginç kılan tam da budur.
19. yüzyıl İstanbul’unda kabadayılık denildiğinde ilk akla gelen, belki de en çok onlar kitaplarda yer bulduğu için, Onikiler adlı çete ve onun reisi Arap Abdullah’tır. Dönemin tanıklarının anlattığına göre balozların en seçkini Alafranga ile genelevlerin en meşhuru Acem’in haracını onlar yiyordu. Ahmet Rasim şu bilgiyi veriyor: “(Galata) içlerinde topal Reşid Bey’i, Arap Abdullah ile Tıflıbozzâde Kahraman Bey’i tanıdığım ve Enderunlu Mehmet ile Dağıstanlı kunduracı Hayrullah Dragon Ahmet gibi yalnız isimlerini işittiğim ‘Onikiler’ diye meşhur kabadayı ocağı topluluğunun raconu, yani hükmü altında bulunurdu.”
Kahramanlaştırılan Kabadayı: Arap Abdullah
“Onikiler, Onikiler deyip duruyoruz. Bir zamanlar bu Onikiler kelimesi, diller kekeliye kekeliye, yürekler gümbürdüye gümbürdüye, avuçlar terleye terleye ağızdan ağıza fısıldaşılırmış.”
Sermet Muhtar Alus, Onikiler
Kabadayılığın idealleştirilmesi ve yüceltilmesi Arap Abdullah anlatılarında doruğa ulaşmıştır, denilebilir. Hakkında yazılanlarda çoğu zaman kurgu, gerçeği baskılar.
Aslında Arap değil, Süleymaniyeli Kürt olduğu söylenir. Aksaray kabadayılarındandır. Onikiler adlı çetenin lideridir.
Romanında Necmi Onur “Arap Abdullah’ın dünyası idi bu... Mertlik dünyası...” yazar. İstanbul Ansiklopedisi’nde ise Arap Abdullah maddesinde şöyle bir portre çizilir: “Mertlik, yiğitlik, arkadaşlık gibi kelimeler sadece dudaklarında dolaşırdı; palavracı, kendi, çıkarından başka hiçbir şeye kıymet vermezdi. Kurnazlığı ve girginliği ile sarayda arka peyda etmiş, bilhassa Abdulhamid’in itimadını kazanmış kimselerden Kilercibaşı Osman Beye çatmış, İstanbul cihetindeki koltukları, Galata ve Beyoğlu umumhanelerini balozlarını, meyhanelerini adeta haraca bağlamıştı. Onikiler diye anılan avenesiyle işi gücü oğlan ve kadın dalaveresi peşinde koşmak, bu uğurda ev basıp cam taşlamak vurmak vuruşmak, avlarından hâmilerini faydalandırmak olmuştur.”
İstanbul Ansiklopedisi ile Onur’un anlatımı birbirini yanlışlar. İkincisi kurgusunda Arap Abdullah’ın toplumla kurduğu ilişkiyi Tedori’nin ona bakışları üzerinden şöyle tarif eder: “Bakışlarında, minnet duygusunun o garip dalgalanışı vardı gecenin loşluğunda bile.”
Remzi Jöntürk’ün yönettiği 1974 yapımı Arap Abdo adlı filmi Arap Abdullah’ın idealleştirilmesini en ileri noktaya taşır; bu kabadayı koruyucu, dürüst ve mert olarak sunulur; Arap Abdullah cezaevindeyken İstanbul’da güvenlik de kalmamıştır adalet de! Film, Necmi Onur’un romanıyla aynı yosma kapatma kavgasını anlatır.
Jöntürk’ün 1974 yapımı filminde anlatılan Arap Abdullah ile Ömer Vargı’nın yönettiği Kabadayı adlı filmde Şener Şen tarafından canlandırılan eski kabadayı Ali Osman karakteri aslında birbirine yakındır. Ali Osman’ın üstündeki suçlar ayıklandığında geriye fukara dostu, babayiğit bir adam kalır. İki yönetmen birbirinden çok da uzak olmayan kabadayıları kurgulamışlar. Her ikisi de kabadayılık hayatına tövbe eder ama her ikisi de sonunda kurşunla ölür.
İstanbul Ansiklopedisi'nde Arap Abdullah için “en büyük vak’ası kabadayılıkta kendisinden kat kat üstün Çerkes Mehmedi Direklerarasında vurup öldürmesidir” deniliyor. Necmi Onur da romanını bir kadın uğruna yaşanan bu vaka ile bitirir. Aynı vakayı Refi’ Cevad Eski İstanbul Kabadayıları Sayılı Fırtınalar kitabının ilk bölümüne yerleştirmiştir. Sayılı Fırtınalar’da Arap Abdullah’ın hapishane maceralarını ve yargı sürecini de okuyoruz.
Münir Süleyman Çapanoğlu Esrarengiz İstanbul başlığıyla derlenen yazılarında şöyle bir bilgi veriyor: “Mahmut Şevket Paşa vakasında, Polis Müdürü Azmi Bey, iyiyi, kötüyü, usluyu, edepsizi, ayırmadan İstanbul’da ne kadar serseri, külhanbeyi, omuzdaş, kabadayı adı söylenen varsa bir gece hepsini toplamış, Bahri Cedid vapuruna doldurmuş, İsmail Hakkı Paşa’larla, Refik Halit’lerle, Pehlivan Kadri’lerle, Ferit Bey’lerle, Refi’ Cevad’larla... birlikte Sinop’a sürmüştür.” Mahmut Şevket Paşa suikasti sürgünlerini taşıyan vapurdakilerden biri Refi’ Cevad’dır; Sürgün Hatıraları’nda Arap Abdullah’ın da vapurda olduğunu anlatıyor.
Sürgün Hatıraları’nda anlatılan Sinop sürgünü Abdullah Paşa/Arap Abdullah sürekli anlattığı hikâyelerle ve yaptıklarıyla sürgünleri bazen güldüren ama çoğu zaman bıktıran, korkulan ve saygı duyulan değil ama anlattıklarıyla “çok muhataplarının midesini bulandıran”, çevresine rahatsızlık veren, insanların yaka silktiği, yalan yanlış bilgilerle zaman zaman ortalığı karıştıran bir karakterdir. Refi’ Cevad Sinop Hatıraları'nda onun için “Arap Abdullah’ın kahrı hakikaten çekilmez bir dertti” diyor. Bir de dedikoduculuğu vardır Arap Abdullah’ın: “Abdullah Paşa son derece dedikoducu idi. Dedikoduculuğu o derece fena konular üzerinde yapardı ki, aleyhinde söyledikleri adamlar, ne olursa olsun çirkefe taş atmamak için kendisi ile hoş geçinmek mecburiyetinde kalırdı.”
Arap Abdullah’ın hangi söylediğinin doğru hangisinin uydurma olduğunu ayırmak da zordur. Sinop’ta bir gün hakime denk gelir. “İstanbul’da ihtilal olmuş. O Enver, o Talat gebermiş efendim. Kabine baştan düzülmüş” der. Hakim, bunu doğru zanneder. Mutasarrıfla beraber İstanbul’a telgraf çekerek işin aslını öğrenmek isterler. Herkesi dehşet alır. Bilgiyi teyit edemeyince Arap Abdullah’ı getirttirip nereden duyduğunu sorarlar. Arap Abdullah, “kimseden işitmiş değilim, dün gece böyle bir rüya görmüşüm” cevabını verir.
Sermet Muhtar Alus da Onikiler adıyla bir roman yazmıştır. Alus bu romana “büyük halk romanı” diyor. Romanda Arap Abdullah, Madam Şeşbeşyan adlı bir kadının peşine düşer. Ahlaksızca yapılan kadın kovalamacası, kabadayı edebiyatının en çok tercih edilen hikâyesidir.
Kabadayıların Eşi: Yosmalar
“‘Galata demek, meyhane demektir’ denilirdi; Galata ağır kokulu bir süngerdi, sıkınca şakır şakır fuhuş akıyordu, 1874’de.”
Reşad Ekrem Koçu, Galata Canavarı Bıçakçı Petri
Bıçakçı Petri’nin büyük aşkı, umumhaneci Kaloferiya’nın kızı, dönemin meşhur kantocusu Peruz Hanımdır. Reşad Ekrem Koçu’nun anlattığına göre Petri, bakire kızı daha 13 yaşındayken bir zümrüt taş karşılığı annesinden bir geceliğine satın almıştı.
Peruz Hanım Avrupa Tiyatrosunda sahneye çıkarak meşhur olur. Güzelliği İstanbul’un köylerine kadar adının ulaşmasını sağlar. Bıçakçı Petri’nin vakalarından biri zaptiye kayıtlarına Avrupa Tiyatrosu Cinayeti adıyla geçmiştir. İstanbul Ansiklopedisi’nde Avrupa Tiyatrosu için “Galata’nın oyunlu rezalethanelerinden” deniliyor. Ahmet Rasim burası için “fuhuşiatik” sıfatını kullanmış.
Kabadayı hem eşcinsel despotluğu yaşar hem de hikâyelerinin merkezinde fahişeler vardır. Kabadayılığın yarattığı sosyal ilişkiler, fuhuş dünyasından söz etmeden anlatılamaz. Fuhş-ı Cedid, Galata’yı 19. yüzyılın içine yerleştirir.
İstanbullu eski yosmaların en ünlülerinden biri Rânâ’dır. Refi’ Cevad Ulunay Eski İstanbul Yosmaları’nda onun hikâyesini uzun uzun anlatmış. O geçerken kayıkçıların Hele Ol Dilber-i Rânâ Arada Bir Çakıyor adlı şarkıyı söylediklerinden bahseder. İstanbul, Rânâ’yı unuttu ama Mustafa Nuri Efendi’nin bu bestesi hala seslendirilmektedir ve TRT’nin kaydı, video paylaşım sitelerinden dinlenebilir.
Refi’ Cevad’ın anlattığı şekliyle Rânâ’nın fuhuş dünyasına giriş hikâyesi, özgünlüğü olmayan bir hikâye. Yine de Paşa sınıfına kadar ulaşan sevdalıları olduğu için onun hikâyesi önemli. Reşid Halid Gönç’den dinleyelim:
“Geçen asrın sonlarında İstanbul’un kibâr nazenin kadınlarından; İstanbul’un yüksek aile erkeklerini senelerce kasıp kavurmuş bir yosması. Tutkunlarının başında ‘Mısırlı’ diye anılan ve Zeyneb Kâmil Hastahânesinin kurucusu Kamil Paşa gelir, hanıma mükelef bir konak tutmuş, devrin en lüks eşyası ile döşetip dayatmış, emrine bir konak arabası tahsis etmişti...”
Rânâ ömrünü sefalet içinde tamamlamış ama 19. yüzyılın sonra çeyreğinde İstanbul’a “kibar” yosma olarak damgasını da vurmuş. Refi’ Cevad da onu, Kamil Paşa’dan hiç bahsetmeden ve fahişe olduğunu gözümüze sokarak “kibar” ve konak yaşantısına uyum sağlamış kişiliğiyle anlatır.
Fransız sosyetesi 19. yüzyılda, özellikle İkinci İmparatorluk ve Belle-époque dönemlerinde, demimondaine yani kibar fahişeler rüzgârı yaşadı. Kavram A. Dumas’ın (fils) 1855’de yazdığı, Türkçeye Kibar Yosmalar adıyla çevrilen Le Demi-Monde adlı oyunundan geliyor. Neredeyse tüm Fransız edebiyatçıları hem Demimonde salonların konuğu olmuş hem de kibar fahişeleri roman karakterine dönüştürmüştür; Emile Zola’nın Nana’sı, Proust’un Odette’i... Ama en başta A. Dumas’ın (fils) Kamelyalı Kadın’daki Violetta Valéry’si var; Violetta, Dumas’ın aşk yaşadığı kibar fahişe Marguerite Gautier’nin romandaki adıdır. Violetta, Verdi’nin La Traviata operasının da başkahramanı oldu. Opera tarihinin en meşhur ve hüzünlü aryalarından birini Violetta’dan dinliyoruz; Adio, del Passato...
Rânâ’nın Kamil Paşa’yla yaşadıkları, Odette’in Fransız aristokrasisindeki yükselişini hatırlatır; akıbeti ise Nana’nın çürüyen çöküşünü. Yosmalarla demimondaine arasındaki benzerlikler, Türkiye’nin 19. yüzyılda küresel süreçlerin kendi özelinde tekrarını yaşadığının marjinal kanıtlarındandır.
Fahişeler 19. yüzyıl Türk romanının da konusuydu; Namık Kemal de Ahmet Mithat Efendi de fahişeleri romanlarına yerleşirmiştir; ilki fahişelere sert yergilerini yazmış, ikincisi fahişelerin mağduriyetlerini (Ahmet Mithat Efendi’nin ikinci eşi eski bir fahişedir ve fahişelik olgusunu konu edindiği Henüz On Yedi Yaşında adlı romanını yazdıktan 5 yıl sonra bu evliliği yapmıştır). Galata o derece ağır kokulu bir sünger olmasaydı, fahişe tartışması yine de bu kadar geniş yer bulabilir miydi acaba o dönem edebiyatımızda!
Kabadayılığın Siyasası
“... bu kabadayıların bazıları, eski zamanlarda yeniçeri ağasının veya İstanbul Kadısının yanında giden falakacılar gibi kimselerdi.”
Ahmet Rasim, Eski Palavracı Kabadayılar
Necmi Onur, Arap Abdo romanında “Arap Abdo bu... Ne sarayı dinler, ne de Sarayın kodamanını” diyor. Oysa İstanbul Ansiklopedisi Arap Abdullah için şu bilgi veriyor: “Kilercibaşı Osman Beyin delaletiyle mirimiranlık pâyesi verilmiş, bu kaldırım kabadayısı bir Arap Abdullah Paşa olmuştur.” Aslında Onur da “Arap Abdullahı, o devrin Kilercibaşı Osman koruyor ve hatta topladığı haraçlardan nasibedar oluyordu” diyor. Anlatılanlar doğruysa, 19. yüzyıl, kabadayıların Saraylılarla iş ortalıkları kurduğu ve Paşa ünvanı aldıkları çağdır.
Onikilerin, Kilercibaşı Osman Bey tarafından desteklendiklerini biliyoruz. Bazı kaynaklar Seryaver Halil Paşa tarafından da himaye edildiğini anlatır. Münir Süleyman Çapanoğlu Esrarengiz İstanbul’da Seryaver Halil Paşa’nın “İstanbul’un tanınmış kabadayılarından” olduğunu söylüyor: “Sultan Abdülaziz döneminin tanınmış kabadayı paşalarındandır. Onikiler denilen kabadayı grubunun ilk fahri başkanı olarak nitelendirilen... Seryaver Halil Paşa’nın Kabataş’taki konağı devrin mühim kabadayılarının toplanma yerlerindendir.”
Sermet Muhtar Alus’un Onikiler romanında şu bilgi yer alır: “Onikiler, Yıldız’a sırtını dayamış olanlar arasında kalburun üstüne gelenlerden çekinip korkarlar, fakat Halil Paşa’dan tir tir titrerlerdi. Paşanın bunların üstünde büyük nüfusu vardı. Baş racon ustaları oydu. Bir raconsuzluk duydu mu öfkesine medet Allah!”
Anlatılanlara göre Halil Paşa, 1867’de Sultan Abdulaziz ile birlikte Paris Uluslararası Sergisi’ne giden heyetin içindedir. Bir Osmanlı padişahı, ilk ve son defa olarak savaş nedeni dışında ülke topraklarını bu gezi vesilesiyle terk etmiştir. Heyette yer alması Halil Paşa’nın ne kadar üst düzey olduğunu gösterir.
Paris Uluslararası Sergisi’nde Avrupa devletleri sanayi ürünlerindeki başarılarını yarıştırıyorlardı. Osmanlı heyeti Paris’te yumruk gücünü ölçen bir boks makinesine denk gelmiş. Sultan “bir de sen dene Halil” demiş. Sermet Muhtar’ın anlattığına göre Halil Paşa makineyi parçalayacak kadar sert vurmuş yumruğu. Böylece herkesi şaşkına çeviren bir kabagüç gösterisi yapmış Paris’te.
İstibdat Döneminde kabadayılık ile siyasetin kesişme noktasının en üstündeki isim hiç şüphesiz II. Abdülhamid’in serhafiyesi (baş hafiyesi) Fehim Paşa’ydı. Ahmet Rasim, “Devri Hamidî’de en kuvvetli takım, Fehim Paşa çetesiydi” diyor. Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nde, II. Abdülhamid’in sütkardeşi, esvapçıbaşı İsmet Bey’in oğlu olduğunu yazar. Şehzadelerle birlikte büyüyor ve Harbiye’de Zâdegan (aristokrasi) sınıfında okuyor. Paşa olduğunda henüz 25 yaşındaydı. Sultan’ın Hafiye teşkilatının başına geçiyor.
Fehim Paşa kabadayı hamisiydi; bugün artık kullanılmayan konağı da kabadayıların çekim merkezi. Refi’ Cevad Sayılı Fırtınalar’da “Fehim Paşanın konağı, İstanbul’un nam vermiş kabadayılarının sık sık devam ettikleri bir içtima yeri gibi idi” diyor ve şu bilgiyi veriyor: “Fehim Paşanın konağında ne siyasetten, ne edebiyattan bahsedilirdi. Bütün mevzuu kavgalar, dövüşlerden ibaretti. Arada sarayın antipatisini çeken şahsiyetler olursa, Paşa bunları kendi zaviyesinden te’dil ederdi.” Kitapta Abdülhamid’in arzularına uygun olarak Fehim Paşa takımının te’dil ettiği Paşa hikâyesi de anlatılıyor.
İstanbul Ansiklopedisi’nden öğrendiğimize göre Fehim Paşa, çeteleriyle İstanbul’u haraca kesmiş, halkın nefretine uğramıştı; zendost (kadın düşkünü) idi. Fehim Paşa takımı “ırz ve namus tecâvüzlerinde pervâsız hezele gruhu olup mazlum kahramanları güzel delikanlılar ve kızlar ve güzel genç kadınlar olan pekçok vak’a anlatılmıştır”.
Kabadayılar ve silahşörler, İstibdat Dönemi paşaları arasındaki güç mücadelelerinin araçlarıdır. Sayılı Fırtınalar’da Refi’ Cevad hem bu mücadelelerin hikâyelerini anlatır hem de şu bilgiyi veriyor: “O zamanki idarede nüfuslu adamlar, mahiyetleriyle muhtelif gruplara ayrılmışlardı. Bunlardan kalburüstü olanlar, Üsküdar Muhâfızı Ali Şâmil Paşa idi. Onun mahiyetinde Kürtler vardı. Arnavut silahşörlerin kumandanı Tahir Paşa da silahşörleriyle ayrı bir koldu. Fehim Paşa, hepsinden üstündü, mahiyetini İstanbulun eli ayağı tutar acarlarından teşkil etmişti.”
Fehim Paşa halkı o derece kendinden nefret ettirmiştir ki, 1908’de halk tarafından linç edilerek öldürüldü.
Aristokrasi sınıfından mezun Fehim Paşa’nın bahçesinde silah atılan, himayesine girenlerin kabadayılıkta sınıf atladığı konağını Turgut Özakman, Fehim Paşa Konağı adlı oyununda halka dağıttırmıştır; halk en sonunda konağı basar. 1908’de Fehmi Paşa’nın konağında sanatçının kabadayılara üstün geldiğini Özakman sahnede gösterir ama perde kapanmadan da Anlatıcı’nın şu sözleri duyulur: “Bana gelince İttihat ve Terakki Derneği içinde yerim sağlam. Keyfim beyde yok. İstanbul’u haraca kesiyorum...”
Devr-i İstibdatta kabadayılar ile iktidar konaklarının ilişkisi doğrudan bir ilişkidir. Kabadayılık davranış biçiminin muhalefetteki etkisi kendisini başka şekilde gösterir; İstibdada karşıtı İttihatçı fedai kültürünü besler. İttihatçılar kabadayıların bir bölümünü örgütlemeyi de başarmıştır. Örneğin Münir Süleyman Çapanoğlu Esrarengiz İstanbul’da İstinyeli Deli Suphi’den söz eder ve “II. Abdülhamid devrinin sonları ile Meşrutiyet devrinde yaşayan kabadayıların en azılılarındandı” der. Çapanoğlu’nun iddiasına göre Kara Kemal’in eski dostu olduğu için Meşrutiyet yıllarında İttihat ve Terakki’ye katıldı ve Cemiyetin bazı şiddet gerektiren işlerini talimatla halletti.
Cemiyet zaman zaman dışındaki kabadayılarla da iş yapmıştır. İddia odur ki Kara Kemal, Cemiyet’in muhalifi Fedakaran-ı Millet Cemiyeti’nin merkezini kabadayılara taşlatmıştı. Esrarengiz İstanbul’da bu olay uzun uzun anlatılır. Fikir Doktor Nazım’dan çıkmış, Kara Kemal eliyle uygulanmıştı. Cemiyetin Süleymaniye’deki merkezine baskın görevi Rum kabadayılarından Kafalo, Kürt Memo, Kürt Hüseyin gibi bir kaç adama verilir. Merkezde bulunanlar halkın da yardımıyla baskıncıları kovalarlar. Meşrutiyeti kazanç için kullanmak isteyen fırsatçıların, Volkan ve Serbesti çevresindekilerin toplanma yeri olan Fedakaran-ı Millet Cemiyeti 31 Mart olayından sonra kapatılacaktır.
Kemal Tahir Kurt Kanunu’nda Kara Kemal’e şunu söyletmiştir: “Ne demek kabadayı? Kendini kendisiyle savunamadığından kabalığa sığınıyor demek... Kabalık... Türkçesi hayvanlık... Ancak insan dayanır zor yerde.” Kemal Tahir’in kabadayılık eleştirisi çok serttir. İzmir suikasti yargılamalarındaki sanık davranışlarını ittihatçı fedaileri eleştirmek için kullanır: “Her zaman olduğu gibi, gene kravatlılar dayanmış, elinden silahı, dilinden adam vurmayı düşürmeyen kabadayılar hiç utanmadan köpekleşmişti.”
“Ancak insan dayanır zor yerde” değişiyle, kabadayılığın zorba görüntüsü altındaki zayıflığını teşhir etmek istiyor Kemal Tahir, Kara Kemal’in ağzından.
Esir Şehrin İnsanları’ndaki bazı sahneler Kemal Koçer’in M.M. Örgütü’nün Gizli Eylemleri adıyla yayınlanan hatıralarından alınmıştı. Yıllar önce dostum Uğur Yıldırım Roman Kahramanları’ndaki makalesinde bunu gösterdi. Kemal Tahir Kurt Kanunu’nda Kara Kemal portresini nasıl çizdi; nereden okudu; kimden dinledi; yoksa sadece yazarın kurgusu muydu; merak ediyorum. Kemal Tahir’in anlattığı Kara Kemal adeta siyaset felsefecisi bilgedir; Çapanoğlu’nun anlattığı ise meyhanelerin müdavimi ve kabadayıların ahbabı.
Kemal Tahir’inki tamamen kurgu olsa bile, 1908’de Fedakaran-ı Millet Cemiyeti’ni kabadayılara taşlatan Kara Kemal’in, 1920’lerde Kurt Kanunu’nda söyletilen yargılara varması bana olanaksız gelmiyor. Demokratik Devrimin olgunlaşmasının, kabadayılık hakkındaki yargıları dönüştürmemesi mümkün değil.
Kabadayı ile mafyayı karşı karşıya getirmek, kabadayılığı savunurken kullanılan bir yöntemdir. Gökhan Gültekin Popüler Suç Filmlerinin İdeolojisi: Kabadayı Filmi Örneği başlıklı makalesinde dediği gibi “Ali Osman, eylemleri asla meşru görül(e)meyecek ‘mafya’ karakterinden ayrılarak, Türk toplumunun yeri geldiğinde desteklediği ve saygı duyduğu ‘kabadayı’ konumuna yerleştirilir”. Kabadayılık ile mafya arasında karşıtlık değil süreklilik olduğunu düşünüyorum. Mafya kabadayılığın bozulmuş değil burjuva toplumunda evrimleşmiş hali. Mafya, çok daha örgütlü ve kabadayılardan çok daha politik. Onikiler onunla yarışamaz. Mario Puzo, Carleone Ailesi üzerinden, bazı feodal ritüelleri sürdürseler de, mafyanın kapitalist işletme, eyleminin de “iş” olduğunu en estetik şekilde göstermiştir. Carleone Ailesi kurguydu ama Puzo romanı mahkeme kayıtlarını inceleyerek yazmıştı.
Mafya, millileştirilemeyecek bir sınıftır; sermayenin Nebi Tufandan kalma biçimi olan tefeci sermaye gibi o da milli ekonomiye saldırır ve üretimi yağmalayarak geçinir. Mafyanın emperyalist sınıflarla bu derece iyi ilişki kurabilmesi, milli ekonomiye saldıran doğasından kaynaklanır.
Eski İstanbul kabadayıları, Demokratik Devrim henüz ilk basamaklarındayken ve monarşi Demokratik Devrime hâlâ karşı koyabiliyorken toplumun çatlaklarında yaşam olanağı buldular. Demokratik Devrime direnen İstibdat, bu direnciyle paralel olarak toplum içinde geniş çatlaklar ve kamunun kontrol edemediği alanlar oluşturuyordu. O dönemin hapishanesi Mehterhane olarak bilinir ve Refi’ Cevad Sayılı Fırtınalar’da, hükümetin Kavanoz Mehmet adlı kabadayıyı karar aldığı halde neden başka hapishaneye sürgün edemediğini hikâyeleştirir. Kavanoz Mehmet sadece sıcak su ve bir kepçe kullandığı küçük bir ayaklanma tertip ederek hükümetin sürgün kararını uygulamasını engelleyebilmişti.
Server Tanilli’nin Geçen Yüzyılda İstanbul'da Kabadayılar ve Külhanbeyleri’ndeki iddiasına göre 19. yüzyılın sonuna doğru kabadayıların sayıları azalmaya başladı ve “1908 Genç Türk devriminin ardından da hemen hemen tamamıyla ortadan kayboldular”. Mehmet Berk Yaltırık de Eski İstanbul Kabadayısı Figürü ve Bir Şehrin Yaşadığı Değişimler başlıklı makalesinde şu bilgiyi veriyor:
“Kabadayılığın son bulması da Cumhuriyet dönemindeki değişimlerle alakalıdır. 1950’lere kadar sıkı kontrol nedeniyle çok görünmeyen kabadayılar, bu tarihten itibaren organize suçların etkinliklerinin artmasıyla yeniden popüler olmuşlardır. Ancak artık daha organize hareket eden ‘babalar’, ‘mafyalar’ söz konusu olmuştur.”
Bu bilgilere göre, İnönü’nün ifadesiyle “Cumhuriyet İhtilalinden Demokrasi Rejimine geçiş” süreci kabadayılığın mafyaya dönüşme süreciyle örtüşmektedir.
Demokratik Devrim (Cumhuriyet İhtilali), bu makalenin konusu açısından kabadayılık ve uzantılarından kurtulma meselesidir. Demokrasi sonuna kadar götürüldüğünde, zorbalığın bu örgütlü suç biçimi de ortadan kalkacaktır. Kabadayılar, mafyalar ve tabii fahişelik Adio, del Passato dediğinde, Demokratik Devrimde önemli mesafe alınmış olacak. Adio del Passato hüznüyle insanı büyüler ve sahneye trajediyi yansıtır. Unutulmamalıdır ki her devrim devrilenler için bir trajedidir. Kabadayılar ve mafya Demokratik Devrimlerin devirdiği sınıflardandır.