İran-israil Savaşı: Uluslararası Hukuk Bağlamında Bir Değerlendirme

Kadir Karataş
Bakırçay Üniversitesi Hukuk Fakültesi

1. Giriş

İsrail ile İran arasındaki uzun yıllar süren gerilim ve çıkan savaş, Ortadoğu’nun tarihsel köklerine kadar dayanmış olup günümüzde hala gündemde yer edinmektedir. Bu makale, çıkan savaş ve yaşanan yüksek gerilimi tarihi kökleriyle birlikte açıklığa kavuşturup yapılan eylemleri uluslararası hukuk, insan hakları, kuvvet kullanma yasağı ve meşru müdafaa normları çerçevesinde kapsamlı bir şekilde ele almayı hedeflemektedir. Savaşın devam eden izleniminin bu normlara uygunluğu değerlendirilecek ve uluslararası sistem üzerinde etkileri analiz edilecektir.

1.1. Çatışmanın Tarihsel Arka Planı ve Evrimi
İsrail ve İran arasındaki bu uzun süreli gerilim, 1979 yılındaki İran İslam Devrimi ile değişen derin tarihi olaylara dayanmaktadır. Yaşanan devrim öncesine bakıldığında İran, İsrail’i tanıyan ilk müslüman devletlerden biri olmuştur ve bunun ötesinde 1953 darbesi sonrası askeri ve ekonomik işbirlikleri geliştirmiştir. Ancak, 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte artık İran İsrail’in meşruiyetini tanımamış, aksine İsrail’i “Siyonist rejim” olarak değerlendirerek tüm diplomatik ve ticari bağlarını kesmiştir. 

Devrim sonrasında hadiseler doğrudan bir savaşın aksine gizli operasyonlar ve vekâlet savaşları yoluyla hız kazanmıştır. İran, Lübnan bölgesinde Hizbullah’ı (1982) ve Gazze’de Hamas’ı destekleyerek İsrail’e karşı duruşunu güçlendirmiştir. İsrail tarafına bakıldığında ise durumlar pek farklı değildir. Özellikle Suriye topraklarında İran etkisini kırmak adına hava saldırıları düzenlenmiş, İran’ın nükleer programına yönelik Stuxnet siber saldırısı (2010) ve nükleer bilimci Muhsin Fahrizade suikasti (2020) gibi eylemler yapılmıştır. Vekalet savaşlarının bu denli yoğun kullanımı uluslararası hukuk bağlamında önemli belirsizlikler doğurmuştur, zira devletlerin sorumlu tutulabilmesi için “etkin kontrol” gibi yüksek bir eşik aranmaktadır.

Bu gerilim, özellikle Nisan 2024'ten itibaren doğrudan askeri çatışmalara dönüşmüştür. İsrail'in 1 Nisan 2024'te Şam'daki İran Konsolosluğu'na düzenlediği hava saldırısı, İran tarafından egemenlik ihlali olarak değerlendirilmiş ve doğrudan misilleme tehdidini beraberinde getirmiştir. Yaşananlara karşılık olarak 13 Nisan 2024 tarihinde İran ilk kez kendi topraklarından İsrail’e füze ve insansız hava aracı göndermiştir. Bu doğrudan saldırı, çatışmada uzun süredir devam eden "kırmızı çizginin" aşıldığını göstermektedir. İran, bu saldırıları kendisinin başlatmadığını ancak meşru müdafaa hakkını kullanarak bu çatışmayı sonlandıracağını belirtmiştir ve siyaset gündeminde İran’ın bu söylemleri büyük yankı uyandırmıştır. Sonraki gelişmeler arasında, Hamas'ın siyasi lideri İsmail Haniyeh'in İran'da suikast sonucu öldürülmesi (Temmuz 2024) ve İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini hedef alan geniş çaplı bir operasyonu (Haziran 2025) yer almaktadır. Haziran 2025 itibarıyla çatışmaların yedinci gününde olduğu, karşılıklı füze saldırılarının devam ettiği bildirilmektedir. Bu doğrudan çatışma evresine geçiş, çatışmanın hukuki boyutunu belirsiz ve vekalet savaşları alanından çıkararak, devletlerarası silahlı çatışmanın temel hukuki ilkelerinin doğrudan ve açıkça uygulanabilir hale geldiği bir duruma taşımıştır. Ancak bahsedildiği üzere bu hukuki normlara ne denli uyulduğu siyaset dünyasında tartışma konusu olmuştur.

2. Uluslararası Hukukun Temel İlkeleri ve Çatışmaya Uygulanması
İsrail-İran çatışması uluslararası hukukun temel şartlarının karmaşık bir biçimde uygulandığı ve yorumlandığı son zamanlardaki dikkat çeken vakalardandır. Bu şartlar devletlerarası ilişkilerde kuvvet kullanımını sınırlamayı ve devletleri sorunları daha diplomatik yollarla çözmeye itmektedir.

2.1. Kuvvet Kullanma Yasağı (BM Şartı Madde 2.4)
Uluslararası hukukun temelini oluşturan ve en önemli ilkelerden biri, Birleşmiş Milletler (BM) Şartı'nın 2. maddesinin 4. fıkrasında yer alan kuvvet kullanma yasağıdır. Bu maddeye göre, BM üyeleri "uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka Devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilmeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar".20 Bu ilke, Uluslararası Adalet Divanı'nın (UAD) birçok kararı ve Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun görüşlerine göre günümüzde "jus cogens" (emredici hukuk kuralı) niteliğindedir; yani mutlak ve evrensel olup, hiçbir koşul altında ihlal edilemez.

Ancak kuvvet kullanma yasağına iki temel istisna getirilmiştir: BM Şartı'nın 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa hakkı ve BM Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliğin korunması amacıyla Şart'ın VII. Bölümü kapsamında aldığı kararlar uyarınca kuvvet kullanılması.

2.2. Meşru Müdafaa Hakkı (BM Şartı Madde 51)
BM Şartı'nın 51. maddesi, "Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez" hükmünü içermektedir. Meşru müdafaa hakkının doğması için temel şart unsuru, hükmün lafzına bakıldığında anlaşıldığı gibi silahlı mevcut bir saldırı olmasıdır.

Meşru müdafaa hakkının kullanımında "gereklilik" ve "orantılılık" ilkeleri esastır. Gereklilik, mevcut silahlı saldırının kuvvet kullanmak dışında bir yolla bertaraf edilmesinin mümkün olmaması anlamına gelirken, orantılılık, kullanılan kuvvetin uğranılan saldırıyla dengeli olmasını gerektirir. Ayrıca, meşru müdafaa eyleminin "zamanlı" olması, yani saldırının hemen ardından veya uygun bir gecikmeyle gerçekleştirilmesi gerektiği de vurgulanmaktadır.

Ancak, "önleyici meşru müdafaa" (anticipatory self-defense) veya "önleyici saldırı" (pre-emptive strike) doktrini, uluslararası hukukta hararetli tartışmalara yol açan bir konudur. Geleneksel görüş, 51. maddenin yalnızca "silahlı saldırı hedefi olması halinde" meşru müdafaaya izin verdiğini savunurken, uluslararası hukuk uzmanları, "önleyici meşru müdafaa" kavramının çağdaş uluslararası hukukta hiçbir temeli olmadığını ve hukuka aykırı kuvvet kullanımını meşrulaştırmak amacıyla uydurulduğunu belirtmektedir. Önleyici meşru müdafaayı biraz açmak gerekirse devletlerin herhangi bir saldırı altında kalmadan, saldırı altında kalacağını “hissederek” karşı taraftan önce kuvvet kullanımında bulunması olarak açıklanabilir. Bahsedildiği üzere ne denli meşru olduğu hukuk dünyasında bir tartışma konusudur.

2.3. Devlet Egemenliği ve Toprak Bütünlüğü İlkesi
Devlet egemenliği ilkesi, o devletin kendi toprak sınırları içinde meşru, bağımsız bir otoriteye sahip olduğunu ve diğer devletlerden üstün olmadığını gösteren bir temel ilkedir. BM Şartı'nın 2. maddesinin 1. fıkrası, örgütün tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulduğunu belirtmektedir. Bu ilke, bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına yönelik her türlü tehdit veya kuvvet kullanımının yasaklanmasının temelini oluşturur.

İsrail'in Şam'daki İran Konsolosluğu'na düzenlediği hava saldırısı, İran tarafından doğrudan egemenlik ihlali olarak değerlendirilmiştir. Benzer şekilde, İsrail'in Suriye ve Irak topraklarındaki hava saldırıları, bu ülkelerin egemenliğinin açık ihlali olarak kınanmıştır. Uluslararası hukukta, bir devletin başka bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı silahlı kuvvet kullanması "saldırı suçu" olarak tanımlanmaktadır.

2.4. Uluslararası İnsancıl Hukuk (UİH) ve Cenevre Sözleşmeleri
Uluslararası İnsancıl Hukuk (UİH), silahlı çatışma ve savaş hallerinde aşırı şiddetin önlenmesini ve savaş kurbanlarının korunmasını amaçlayan bir hukuk dalıdır. UİH'nin temelini 1949 tarihli dört Cenevre Sözleşmesi ve 1977 tarihli iki Ek Protokol oluşturmaktadır. Bu sözleşmeler ve protokoller, dünya çapında 196'dan fazla ülke tarafından onaylanmış olup, uluslararası hukukun en çok kodifiye edilmiş alanlarından birini teşkil etmektedir.
UİH'nin ana ilkeleri arasında "ayrım gözetme," "orantılılık" ve "askeri gereklilik" bulunmaktadır:

Ayrım Gözetme İlkesi: Savaşan tarafların siviller ile savaşçıları ve sivil hedefler ile askeri hedefleri ayırt etmesini gerektirir. Sivillere ve sivil nitelikli mallara yönelik ayrım gözetmeksizin yapılan saldırılar kesinlikle yasaktır. Sivillerin toplu olarak bulunduğu yerlerde askeri hedefler olsa bile ayırımsız saldırıda bulunmak yasaktır. Gerekirse asker-sivil karışık olan bir topluluğa karşı silah bile doğrultmak savaş suçu sayılabilir. Ayrıca sivil halkı kalkan olarak kullanmak da yasaktır.

Orantılılık İlkesi: Askeri bir hedefe ulaşmak için beklenen askeri avantaj ile sivillerin uğrayacağı kayıp veya hasar arasında bir denge olmasını şart koşar; aşırı sivil kayıplara yol açacak saldırılar orantısız kabul edilir. Askeri eylemlerin çevresel zararlarını da dikkate almayı gerektirir.
Askeri Gereklilik İlkesi: Askeri hedeflere ulaşmak için yalnızca gerekli ve orantılı kuvvet kullanımına izin verir. Bu ilke, savaşan tarafların "savaş araç ve metotlarının seçiminde sınırsız bir hakka" sahip olamayacaklarını vurgular.

Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokollerin Uygulanabilirliği:
1949 Cenevre Sözleşmeleri ve 1977 tarihli Ek Protokoller, silahlı çatışmalarda sivillerin ve sivil malların korunmasını ayrıntılı bir biçimde düzenlemiştir. Özellikle 1977 tarihli I. Ek Protokol'ün 48-58. maddeleri sivillerin korunmasına ilişkindir. Ayrıca, 1949 Cenevre Sivillerin Korunması Sözleşmesi'nde de işgal altındaki ülkede kamu ve özel kişilere ait tüm taşınır ve taşınmaz malların, askeri gereklilik dışında yok edilmesi yasaklanmaktadır. 1977 tarihli I. Ek Protokol'ün 52. maddesi de sivil nitelikli malları koruma altına almıştır. Ek Protokol'ün 85. maddesi 3. fıkrası (b) bendi ise aşırıya kaçan sivil kayıpların varlığı halinde ciddi bir ihlalden (grave breach) bahsetmekte ve dolayısıyla suçluların cezalandırılmasını öngörmektedir. 

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerine yönelik saldırıları, uluslararası insancıl hukukun ihlali olarak değerlendirilmiştir. Özellikle nükleer tesislere yapılan saldırıların, 1949 Cenevre Sözleşmeleri'nin Birinci Ek Protokolü'ne ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) kararlarına aykırı olduğu belirtilmiştir. BM Konut Hakkı Özel Raportörü Balakrishnan Rajagopal, İsrail ve ABD'nin İran'daki nükleer tesisleri hedef alan saldırılarının uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurgulamıştır, zira nükleer veya radyolojik kirlenmenin insan ve çevre üzerindeki sonuçları çok ciddi olabilir.

3. Çatışmadaki Hukuki İhlal İddiaları ve Değerlendirme
İran-İsrail çatışması tarafların eylemleri sonucunda dünya kamuoyunda ses getirecek nitelikle insan hakları ihlali tartışmalarına yol açmıştır.

3.1. İsrail'in Eylemleri ve Hukuki Değerlendirmesi
İsrail’in İran’a yönelik eylemleri uluslararası hukukta kuvvet kullanma yasağının ve devletlerin birbirinin toprak bütünlüğüne saygı ilkesinin ihlali olarak değerlendirilmektedir. Türkiye Barolar Birliği ve diğer uluslararası hukuk uzmanları, İsrail'in İran'a karşı düzenlediği hava saldırılarının "açık bir şekilde uluslararası hukuku ihlal etmenin yanında bölgesel ve küresel ölçekte daha büyük istikrarsızlıkların yaşanmasına da sebep olacak bir nitelik taşıdığını" belirtmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, İsrail'in saldırılarını uluslararası hukuku açıkça ihlal eden "provokasyon" olarak kınamış ve bölgesel istikrarsızlığa yol açtığını vurgulamıştır.

Özellikle İran'ın nükleer tesislerine yönelik siber saldırılar ve hava saldırıları, uluslararası hukuka aykırı bulunmuştur. İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik suikastlar da uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirilmiştir. Eski CIA Direktörü John Brennan, Muhsin Fahrizade'nin öldürülmesini "uluslararası hukuka aykırı ağır bir suç" olarak nitelendirmiş, Lübnan da cinayet ve suikastların uluslararası hukukta kabul edilemez suçlar olduğunu belirtmiştir.

İsrail'in Suriye ve Irak gibi üçüncü ülkelerdeki İran hedeflerine yönelik hava saldırıları da uluslararası hukukun açık ihlali olarak görülmektedir. Orta Doğu uzmanları, İsrail'in bu eylemlerini Filistin ve Lübnan'da sürdürdüğü ihlallerin bir uzantısı olarak değerlendirmiştir.

İsrail, bu eylemlerini genellikle İran'ın nükleer programının oluşturduğu "varoluşsal tehdit" ve vekil gruplar aracılığıyla yürüttüğü saldırılar nedeniyle meşru müdafaa hakkı kapsamında yaptığını savunmaktadır. Ancak, uluslararası hukuk uzmanları, meşru müdafaa hakkının uluslararası hukukla sınırlı olduğunu ve "önleyici meşru müdafaa" argümanının, İran'ın nükleer silah geliştirmeye yönelik güvenilir bir kanıt bulunmadığı göz önüne alındığında geçersiz olduğunu belirtmektedir. Hukukçu Milanovic, "Elbette İsrail'in kendini savunma hakkı var ama bu hak uluslararası hukukla sınırlıdır" diyerek, amacın kuvvet kullanmaya başvurmayı en aza indirmek olduğunu ve "haydut devlet" olarak nitelendirilen aktörlerin istismar edebileceği yasal boşluklar yaratılmaması gerektiğini vurgulamıştır.48 Ayrıca, Batılı ülkelerin İsrail'in kendini savunma hakkını desteklerken, uluslararası hukukun bazı maddelerinin (örn. nükleer tesislerin hedef alınmasını yasaklayan Cenevre Sözleşmesi Ek Protokolü Madde 56) ihlal edildiği iddialarına sessiz kalması, uluslararası hukukun çifte standartlarla karşı karşıya olduğu algısını güçlendirmektedir.

3.2. İran'ın Eylemleri ve Hukuki Değerlendirmesi
İran'ın eylemleri de uluslararası hukuk açısından eleştirilere ve ihlal iddialarına konu olmuştur. İran'ın Hizbullah, Hamas ve Husiler gibi vekil gruplara verdiği destek, bu grupların İsrail'e yönelik saldırılarında devlet sorumluluğu sorununu gündeme getirmektedir. Uluslararası hukukta, devlet dışı aktörlerin eylemlerinden bir devletin sorumlu tutulabilmesi için, o devletin bu aktörler üzerinde "etkin kontrol" sahibi olduğunun kanıtlanması gerekmektedir.

Nisan 2024'te İran'ın kendi topraklarından İsrail'e doğrudan füze ve drone saldırıları düzenlemesi, İsrail ve bazı Batılı ülkeler tarafından uluslararası hukukun ihlali olarak nitelendirilmiştir. Ancak İran, bu saldırıları İsrail'in Şam'daki konsolosluk saldırısına karşı BM Şartı'nın 51. maddesi kapsamında meşru müdafaa hakkını kullanarak gerçekleştirdiğini savunmuştur. İran, saldırının "yasal, orantılı ve kararlı" olduğunu belirtmiş ve bu çatışmayı kendilerinin başlatmadığını ancak meşru müdafaa hakkını kullanarak bitireceklerini ifade etmiştir.

3.3. Siber Savaşın Hukuki Boyutu ve Vekâlet Savaşlarının Sorumluluğu
Siber saldırılar, İsrail-İran çatışmasında önemli bir boyut kazanmıştır. Stuxnet gibi saldırılar, fiziksel altyapıya zarar verme potansiyeli taşımakta ve bu durum, geleneksel silahlı saldırı tanımının siber alana genişletilip genişletilemeyeceği sorusunu gündeme getirmektedir. Uluslararası hukukta, siber saldırıların "silahlı saldırı" olarak kabul edilmesi halinde meşru müdafaa hakkının doğabileceği konusu hukuk camiasında tartışma konusudur; ancak çoğu siber saldırı bu eşiğe ulaşmamaktadır. Siber saldırıların devlete atfedilmesi, genellikle saldırganın kimliğinin gizlenmesi nedeniyle zorlu bir süreçtir. Bir devletin kendi toprakları üzerindeki siber altyapıyı kontrol etme hakkı egemenlikten kaynaklansa da , siber saldırılar "müdahale yasağı" kuralını ihlal edebilir.

Vekalet savaşları, devletlerin desteklediği misil veya diğer türlü gruplar aracılığıyla birbirlerine vermiş oldukları zararı ifade eder.12 Bu tür çatışmalar, devletlerin hukuki sorumluluklarının belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Uluslararası hukuk, vekâlet savaşlarına ilişkin net bir tavır sergilememektedir.

4. Uluslararası Kurumların Rolü ve Çatışmanın Sonuçları
İsrail-İran çatışması, uluslararası kurumların bölgesel barış ve güvenliği sağlama kapasitelerini test eden önemli bir örnektir. Bu kurumlar, çatışmanın hukuki ve siyasi boyutlarını ele alarak gerilimi düşürme çabalarında bulunmuşlardır.

4.1. Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD)
Birleşmiş Milletler, İsrail-İran gerilimi karşısında taraflara diplomasi yolunu seçme fırsatı sunmuştur.51 BM Genel Sekreteri, "Artık bu tırmanış yeter. Durma zamanı. Barış ve diplomasi galip gelmeli" ifadeleriyle acil diplomasi çağrısını yinelemiştir.

BM Güvenlik Konseyi durumu görüşmek için birçok acil toplantı düzenlemiştir. İran, İsrail’in saldırısını “uluslararası hukukun ve BM Sözleşmesinin korkunç ve ağır bir şekilde ihlal edilmesi” olarak değerlendirmiş ve Güvenlik Konseyi’ne karşı görevini yapma çağrılarında bulunmuştur. Uluslararası Adalet Divanı (UAD), devletler arasındaki hukuki anlaşmazlıkları çözen ana yargı organıdır. İsrail-İran çatışmasındaki eylemlerin bir gün UAD'ye taşınma potansiyeli bulunmaktadır.48 Divan, daha önce Gazze'deki soykırım davasında İsrail aleyhine tedbir kararları almış, İsrail'in Refah'taki askeri saldırılarını durdurmasına hükmetmiş ve insani yardımların engelsiz ulaştırılmasını talep etmiştir.57 Ancak, UAD'nin kararlarının uygulanması genellikle devletlerin siyasi iradesine bağlıdır. İsrail'in Gazze ile ilgili UAD kararlarına karşı tutumu, uluslararası hukuka kendini üstün gören bir yaklaşım olarak eleştirilmiştir.

4.2. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), İran'ın nükleer programını denetlemekle görevli ana uluslararası kuruluştur. UAEA raporları, İran'ın nükleer faaliyetlerini hızlandırdığını ve yüzde 60 saflıkta önemli miktarda uranyuma sahip olduğunu belirtmiştir. Ancak, UAEA Başkanı Grossi, İran'ın nükleer silah yapma gayretinde olduğuna dair hiçbir raporları olmadığını defalarca tekrarlamıştır. Bu durum, İsrail'in İran'ın nükleer silah edinme eşiğinde olduğu yönündeki iddialarına rağmen, uluslararası denetim organının bu konuda kesin bir kanıt sunmadığını göstermektedir. Nükleer tesislere yönelik saldırılar, UAEA'nın güvenilirliğini ve küresel nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini riske atmaktadır.

4.3. Çatışmanın Bölgesel ve Küresel Etkileri
İsrail'in İran'a yönelik hava saldırıları ve İran'ın misillemeleri, bölgesel ve küresel ölçekte daha büyük istikrarsızlıkların yaşanmasına neden olabilecek niteliktedir. Özellikle Suriye kendi ulusal basınında İsrail saldırılarını açıkça kınamıştır. Filistinli liderler, İsrail'in İran'la savaşı Filistin'deki suçlarını örtbas etmek için kullandığını iddia etmektedir.

Çatışmalarda her iki tarafın da "kendini savunma" bahanesine sığınması ve uluslararası hukukun temel ilkelerinin farklı yorumlanması, bu hukukun inandırıcılığını zedelemektedir. Özellikle Batılı ülkelerin, bir yandan İsrail'in kendini savunma hakkını desteklerken, uluslararası hukukun bazı maddelerinin ihlal edildiği iddialarına göz yumması, uluslararası hukukun çifte standart uyguladığı hissini güçlendiriyor. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük umutlarla kurulan çok taraflı düzenin ve uluslararası hukukun gücünün yavaş yavaş aşınmasına yol açabilir niteliktedir.
İsrail'in İran'a yönelik saldırılarıyla başlayan çatışmaların ardından, bölge ülkeleri arasında yeni bir silahlanma yarışının başlayabileceği öngörülmektedir. Uzmanlar, bu savaşın ülkelerin kendilerini savunmak için daha iyi ve daha fazla silah sistemine ihtiyaç duydukları dersini çıkarabileceklerini belirtmektedir.

4.4. İsrail Siyonizmi Geriliyor mu?
İsrail'in İran'a yönelik "önleyici" saldırıları ve çeşitli ülkelerdeki operasyonları, uluslararası hukuk tarafından genellikle sert bir şekilde eleştirilmektedir. Bu eylemler, İsrail'in bölgedeki konumunu ve uzun süredir uyguladığı caydırıcılık stratejisinin etkinliğini sorgulatıyor. İsrail, İran'ın nükleer programını "varoluşsal bir tehdit" olarak tanımlasa da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve ABD istihbarat raporları, İran'ın nükleer silah geliştirdiğine dair güvenilir bir kanıt bulunmadığını gösteriyor. Bu durum, bence İsrail'in bu tür müdahalelerinin meşruiyetini önemli ölçüde zayıflatmaktadır.

İran'ın Şam'daki konsolosluk saldırısına kendi topraklarından doğrudan misilleme yapması, İsrail'in bölgesel caydırıcılık algısında belirgin bir kırılma noktası oluşturmuştur. Bu hamle, İran'ın İsrail'in "kuşatma" stratejisine karşı sadece asimetrik ve hibrit araçlarla yanıt vermenin ötesine geçmiştir; doğrudan askeri kapasitesini sergileme cesaretini göstererek, İsrail'in bölgesel üstünlüğünün sorgulanmasına yol açmıştır. Belirtmek gerekir ki, uluslararası toplumun İsrail'in eylemlerine yönelik artan eleştirileri ve o yerleşmiş "çifte standart" algısı, İsrail'in uluslararası alandaki meşruiyetini ve siyasi desteğini aşındırma potansiyeli taşımaktadır.

Bu durum, İsrail'in bölgesel politikaları ve "Siyonist rejim" olarak tanımlanmasının geleceği üzerine olan tartışmaları iyice alevlendirmiştir. Çatışmanın bu yeni evresi, İsrail'in bölgesel güç dengesindeki konumunu yeniden değerlendirmesine ve uzun vadeli stratejilerini gözden geçirmesine yol açabilecek bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Özellikle, İsrail'in uluslararası hukuku ihlal eden eylemlerinin artması ve bu eylemlere karşı uluslararası tepkilerin belirgin şekilde güçlenmesi, Siyonist ideolojinin bölgesel ve küresel kabul edilebilirliği üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, "İsrail Siyonizmi Geriliyor mu?" sorusu, artık sadece siyasi bir söylem olmaktan çıkmış, uluslararası hukukun ve jeopolitik gerçeklerin dayattığı önemli bir sorgulama olarak öne çıkmaktadır.

5. Sonuç ve Öneriler
İsrail-İran çatışması, ideolojik farklılıklar, jeopolitik rekabet ve vekâlet savaşlarının karmaşık bir harmanı olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemde doğrudan askeri angajmanlara evrilmesiyle birlikte uluslararası hukukun temel ilkelerini gerçekten zorlamış durumda. Özellikle kuvvet kullanma yasağı, meşru müdafaa hakkı, devlet egemenliği ve uluslararası insancıl hukuk gibi normlar, her iki tarafın eylemlerinin hukuka uygunluğunu değerlendirmede merkezi bir rol oynuyor. Ancak "önleyici meşru müdafaa" doktrini, siber saldırıların atfedilmesi ve vekil grupların eylemlerinden devlet sorumluluğu gibi konulardaki hukuki belirsizlikler, bu çatışmanın hukuki analizini oldukça karmaşıklaştırıyor.

Uluslararası toplum, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) gibi kurumlar aracılığıyla gerilimi düşürme ve uluslararası hukuka uyumu sağlama çağrılarında bulunsa da, siyasi çıkarlar ve güç dengeleri bu çabaların etkinliğini ne yazık ki sınırlıyor. Çatışmanın tırmanması, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirebilir, uluslararası hukukun güvenilirliğini ciddi şekilde sorgulatabilir ve belki de yeni bir silahlanma yarışının fitilini ateşleyebilir.

Çatışmanın Tırmanmasını Önlemeye Yönelik Adımlar
Bu bağlamda, çatışmanın daha da büyümesini engellemek ve uluslararası hukukun üstünlüğünü korumak adına atılabilecek bazı önemli adımlar var:
Diplomatik Çözümler Önceliği: Taraflar arasında doğrudan veya dolaylı diplomatik kanalların bir an önce kurulup sürdürülmesi, gerilimi düşürmenin ve kalıcı barışçıl çözümler bulmanın yegane yolu. Uluslararası toplumun diyalog ve müzakereyi teşvik etmesi şarttır.
Uluslararası Hukuka Tam Uygunluk: Her iki tarafın da uluslararası hukukun temel ilkelerine, özellikle kuvvet kullanma yasağına, devlet egemenliğine ve uluslararası insancıl hukuka eksiksiz bir şekilde uyması gerekiyor. Nükleer tesislere yönelik saldırılar ve sivil kayıplara yol açan eylemlerin derhal durdurulması şarttır.
Şeffaflık ve Denetim: İran'ın nükleer programı konusunda UAEA ile tam şeffaflık ve işbirliği yapması, bölgesel endişeleri önemli ölçüde azaltacak ve yanlış hesaplamaların önüne geçecektir.

Uluslararası Kurumların Güçlendirilmesi: BMGK'nin siyasi engellerden arındırılıp daha etkin kararlar alabilmesi ve UAD gibi yargı organlarının kararlarının tüm devletler tarafından saygıyla karşılanması ve uygulanması için uluslararası iradenin güçlendirilmesi elzemdir...

Vekâlet Savaşları Sorumluluğu: Vekil grupların eylemlerinden kaynaklanan devlet sorumluluğu konusundaki hukuki boşlukların mutlaka giderilmesi ve bu tür çatışmaların uluslararası hukuka uygunluğunun daha net tanımlanması gerekiyor.

Bu çatışma, uluslararası hukukun sadece bir kurallar ve normlar bütünü olmadığını, aynı zamanda devletlerin eylemlerini meşrulaştırma ve uluslararası sistemdeki güç dengelerini etkileme aracı olarak da kullanılabileceğini açıkça gösteriyor. Dolayısıyla, uluslararası hukukun etkinliği ve güvenilirliği, ancak devletlerin bu ilkelere samimi bağlılığı ve uluslararası toplumun ortak çabalarıyla sağlanabilecektir.
 

Güncel
Etiketler
israil; iran; filistin; gazze