Kent yaşamının kriz noktasında mıyız?

Emrah Zorba

Bilgin Ebu Hanife ve Derviş Bektaş, Bağdat’a doğru yolculuk yapmaktadır. Derviş Bektaş, kendisini devenin salınımına bırakmış bir halde şarkılar söyleyerek ilerlerken, kervansaraya vardıklarında yatıp uyuyakalır. Ebu Hanife ise o gün edindiği izlenimlerin uçup gitmesini istemez ve gecenin bir bölümünü bunları kaleme almakla geçirir. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanan Bektaş, şarkısını akşam bıraktığı yerden sürdürmeye başlar. Ebu Hanife de uyanır, müthiş bir baş ağrısından yakınır ve ardında bir ad bırakma çabasının ona büyük eziyetlere mal olduğunu söyler Derviş Bektaş’a.

“Dostum” der bunun üzerine Bektaş, “buradan gelip geçmiş tüm yolcuların kervansarayın duvarlarına kazıdığı şu adlara bir bak. Zaman bu adların hepsini neredeyse silmiş, başka yolcular da, artık okunmaz hale gelmiş adların üzerine kendi adlarını kazımışlar. Bazıları yerlerini uzun süre onurla korumuş, ne var ki, kötü şaka yapmaktan hoşlanan kişiler bu adların başına sövgü dolu sıfatlar eklemişler. Gel gör ki, adını bir yerlere kazıma geleneği sürüp gitmekte; hatta ben bile bir defasında, çok rahat uyku çektiğim bir meydanın bir yerine Bektaş adını kazıdım, ama ey bilginler bilgini Ebu Hanife, burada yalnız bir gece kalacak olan kendini bilmez bir yolcunun, bu tek geceyi adını mermere ya da granite kazımakla geçirmeye kalkmasına ne buyurursun?”[1]

İçinde yaşadığı dünyaya dair yerleşme, kentleşme ve koruma sorunları üzerinde görüş belirtmek, var olduğu ortamlarda açıklama yapmak, tartışma yürütmek ve belki de en önemlisi soru sormak sorumluluğu her zaman insanla birlikte oldu. Günümüze kadar kentlerin planlanması ve estetiği; halk sağlığının geliştirilmesi, çevre ve yaşam kalitesinin artırılması ve kamusallığın geliştirilmesi konularından bağımsız ele alındı. Bu ilkelerden yoksunluk, kent planlaması konusundaki bütün tercihlerin tümüyle rant çerçevesinde belirlenmesine yol açtı. Kent estetiği, kentin de tanımı olan ortak yaşam kültüründen, yani kamusallık yaratma kaygısından uzak bir biçimde şekillendi. Bu doğrultuda doğal çevre ile organik bir bütünlük arayışı temel alınmadan ve hiçbir çevresel değere saygı göstermeden, estetikten yoksun olarak inşa edilen çılgın projeler; alışveriş merkezleri, alt-üst geçitler, otoyollar ve caddeler kent kimliğine ve belleğine dair neredeyse her şeyi yok etti. Bir bakıma kenti tüketti. İnşa edilen kentler, “kamusal bir değer üretiyor mu?” sorusuna cevap veremedi. Marx, bu durumu metayı tanımlayarak başladığı Kapital’in ilk sayfalarında, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki ayrıma işaret ederek şöyle saptar: “En sonu, hiçbir nesne, yararlı bir şey değilse, değere sahip olamaz. Eğer o şey yararsız ise, onda bulunan emek de yararsızdır; bu emek, emek sayılmaz ve bu yüzden değer yaratmaz.”[2] Burada asıl önemli olan, yararın merkezine neyi oturtacağımız, kimin için gözeteceğimizdir.

Kentin kullanım değerleri, kamusal bir alan yaratmanın ötesinde, hızla değişim değerlerine dönüştürüldü. Sermayenin devreye girmesi, kentin kamusal değer yaratma olanaklarını, kullanım değerlerini hedef aldı. Bu durum kapitalizmin doğasıyla ters düşmüyordu. Kamusal mekânlar yine Marx’ın tanımıyla “büyük arazili mülk”lere dönüştürüldü. İnsanların evlere kapandığı salgın koşullarında maymunların sokağa inmesinden dünyanın büyük sermaye merkezlerinden olan Paris sokaklarında ren geyiklerinin gezintiye çıkmasına ve yunus sürülerinin Galata Köprüsüne kadar geldiği ânlara tanıklık ettik. Yıllardır, İstanbul’dan Uludağ’ın göründüğü yönünde ileri sürülen şehir efsanesinin aslında bir gerçek olduğunu gördük. Bu durum, “doğanın kendine gelmesi” diye tabir edildi. Örnekler çok fazla. Elimizdeki bulgular, geldiğimiz noktada soru sormak sorumluluğunun bir zorunluluk olduğunu gözler önüne seriyor. O halde sormak ve cevap aramak zorundayız: kent yaşamının kriz noktasında mıyız?

Virüsün başkenti neresi?

Bilim insanları tarafından, büyük kentlerdeki sıkışıklık endeksinin koronavirüsün yayılma hızıyla doğru orantılı olduğu tespit ediliyor. Örneğin İstanbul, New York, Paris ve Londra gibi başkentlerde ortalama bir kişi, çevresinde diğer yerlere göre üç kat daha fazla insanla yaşıyor. Kapitalizmin en kısa sürede para kazanma ilkesi üzerine kurulu kentlerdeki çarpık yapılaşma ile yaratılan tahribat, endüstriyel tarım uygulamaları ve hayvancılık ile birleşince New York, Londra gibi sermaye merkezlerinin birincil hastalık noktaları haline gelmesi kaçınılmaz oldu. Covid-19’un yapay olmadığı veya laboratuvar ortamında üretilmediğine dair araştırmaların netlik kazanmasını da göz önünde bulundurursak virüs, doğanın bir parçası. Binlerce yıl önce And Dağları eteklerinde yaşayan ve kentlerini, kerpiç ve topraktan inşa eden İnkalarda da salgın hastalık, virüs vardı. İnkaları, bugün neo-liberallerin, “gökdelenlerin hepsini yıkıp dutluk yapalım, İnkalar gibi kerpiçten evler inşa edip içinde yaşayalım” dediği, becerikli elleriyle inşa ettikleri evler bile koruyamadı. Kralları ve nüfusunun yarısı salgın hastalıktan dolayı öldü. Gerçek şu ki sistem doğal olan, doğasal bir krize çözüm bulamadığı gibi krizi derinleştiriyor. Tüm bunlar emperyalist- kapitalist sistemin “gözümüzü kör eden bir söylenceden” ibaret olmadığını gösteriyor.

Hiç şüphesiz insan ve doğa, tarih boyunca etkileşim içerisinde oldu. Bu ilişkinin yönü, çeşitli tarihsel dönemlerde üretim biçimleri tarafından belirlendi. Marx, 1844 El Yazmaları’nda, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi şöyle tarif eder:

“İnsan doğaya bağlı olarak yaşar. İnsan ölmemek için doğayla iyi ve sürekli bir diyalog içinde olmalıdır. İnsanın fiziksel ve beyinsel yaşamının doğaya bağlı olduğunu söylemek aslında doğanın kendisine bağlı olduğunu söylemek demektir. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır.”[3]

İnkaların yaşadığı 11. yüzyılda insan ve doğa arasındaki ilişkiyi kapitalist üretim biçimi belirlemiyordu. Ancak günümüzde kapitalizm koşulları altında doğa ile insan arasındaki tüm ilişki, parasal ilişkiye dönüştü. Çevre ve doğa ilişkisini karşıtlık temelinde ele alarak organik bir bütünlük kurulmadan devasa şirketler tarafından inşa edilen yığınlar, kamusallıkların özel mülkiyete terkedilmesi, endüstriyel tarım ve hayvancılık uygulamaları doğayı hedef aldı ve hızla tahrip etti. Temelinde özel mülkiyet, bireysel çıkar hırsı bulunan emperyalist- kapitalist üretim biçimi, hedef tahtasına en sonunda insanı oturttu. Kent tükenirken, insan da tükeniyor.

Kenti yıkmalı mıyız?

Yeryüzünü gelecek kuşaklar için korumak gibi bir zorunluluğumuz olduğuna göre durup düşünmemiz gerekiyor. İçinde yaşadığımız kentlerin geleceğini doğa, toplum ve kent ikilemleri ile birlikte düşünerek, “Nasıl bir toplum, nasıl bir gelecek ve kentler?” sorusuna cevap aramak zorunluluğumuz bulunuyor. Prof. Dr. Çağatay Keskinok, bu soruya şöyle yanıt veriyor:

“Problemimiz ikilemleri aşmak ve bütünleşmeleri sağlamak olmalıdır. Diğer yandan, kentlerin geleceğinin, kentlerin kendi başına gelişmeleri ile sınırlaması önemli bir sorundur. Bu, küreselleşme kılıfına bürünmüş sermayenin küre üzerinde sorunsuz ve sınırsız hareketini ve talanını güvence altına almaya çalışan emperyalist stratejinin ideolojisinden başka bir şey değildir. O nedenle kentlerimizin geleceği ‘nasıl bir Türkiye?’ sorusu ile birlikte ele alınmalıdır.”[4]

Küreselleşmenin temel tezi, “Dünya Kentleri”ndeki gelişmenin, ulusal devletlerin sınırları içinde kalkınmasının itici gücü olacağıydı. Oysa çılgın projelerle yükselen “Dünya kentleri”nin, az gelişmiş ülkelerin sınırları içerisindeki kamusal alanlarda ciddi yıkımları da beraberinde getirdiğini görüyoruz. Küresel/emperyalist sistemle uyum sağlayan ve bir bütünleşme içerisine giren ülkelerdeki bölgesel eşitsizliğin had safhada olduğunu gözlemliyoruz. “Dünya Kenti” kavramı emperyalist küreselleşmeci ideolojiyi temsil ederken, emperyalizm çağında ulus devletler, az gelişmiş ülkeler için kalkınma, özgürleşme ve kendisini inşa etme yönünde bir odak noktasını, bir modeli temsil ediyor.

İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre, insanı birbirine bağlayan ve yaşamlarını parasal olmayan yönlerden zenginleştiren toplumsal bağların korunmasına ihtiyaç var. Bunun için gökdelenleri yerle bir edip, binlerce yıl önce yaşayan İnkalar gibi kerpiçten ve çamurdan yapılara sığınmamız gerekmiyor. Bu bağların korunması kamuculuk ile mümkün. Kentlerimizi elbette yıkmayacağız. Ancak insan, doğa ve kent arasındaki uyumu da her zaman arayacağız.

 

[1] Jan Potocki, Hafızın Yolculuğu, YKY, s. 9.

[2] Karl Marx, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, s. 55.

[3] Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Sol Yayınları, s. 145.

[4] H. Çağatay Keskinok, Şehircilik Yazıları, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, sf. 459.

İdeolojiler