2024 ABD başkanlık seçimi, yakın Amerikan tarihinin en çalkantılı ve bölücü sonuçlarından birine ev sahipliği yaptı. Donald Trump, Kamala Harris’in 224 oyuna karşılık 270 seçim oyunu kazanarak, son yirmi yılda ikinci kez başkanlık görevine seçilen Cumhuriyetçi başkan oldu; birincisi 2001-2009 yılları arasında görevde olan George W. Bush’tu. Bu seçim sadece iç meselelerden ibaret değildi; dünya genelindeki sosyo-politik dinamikleri yansıtan ve etkileyen bir küresel barometre işlevi gördü.
Trump’ın zaferi, popülist söylemin kalıcı gücünün ve "Önce Amerika" gündeminin sürekli çekiciliğinin bir sembolüdür. Seçim sonucunu belirleyen kilit eyaletlerdeki zaferi, Amerikan seçmeninde önemli bir yeniden yapılanmayı ortaya koymaktadır. Daha önce ilerici politikalara eğilimli olan bu eyaletler, Trump’a kesin bir şekilde yönelerek, geniş çaplı tartışmalara ve politika tartışmalarına rağmen sadık kalan güçlü bir destek tabanını işaret etmektedir. Trump’ın platformu, özellikle enerji ve emlak sektörlerinde daha fazla de-regülasyon vaadi sunarak, uzun zamandır azalan hükümet denetiminden faydalanan kurumsal çıkarlarla yakın bir uyum içindedir. Bu süreklilik, piyasa dinamiklerini toplumsal refahın önüne koyan neoliberal politikaların pekiştirilmesini önererek, kamu yararından çok kurumsal kârlılığı tercih eden bir ekonomik statükoyu sürdürmektedir.
Seçim kampanyası, iki tarafın ideolojik duruşlarına sıkı sıkıya bağlı olduğu aşırı bir kutuplaşma ile karakterize edildi. Yoğun partizanlık, yalnızca farklı siyasi ideolojilerin bir yansıması değil, aynı zamanda daha derin toplumsal yarılmaların bir tezahürüydü. Trump’a yönelik başarısız suikast girişimleri, böyle bir kutuplaşmış ortamda artan gerilimlerin ve siyasi şiddet potansiyelinin çarpıcı hatırlatıcılarıdır. Bu olaylar, seçim sürecine olan kamu güvenini daha da erozyona uğratarak, Amerikan yönetimini destekleyen demokratik kurumların meşruiyeti üzerinde bir gölge oluşturmuştur.
Seçimin kaotik doğası, neoliberalizmin ve onun demokrasi üzerindeki etkisinin daha geniş teorik eleştirilerini de yansıtmaktadır. 1980'lerde öne çıkan neoliberalizm, siyasi öncelikleri yeniden tanımlayarak, seçimleri kurumsal çıkarların ve piyasa güçlerinin politika yapımında baskın olduğu ticarileşmiş gösterilere dönüştürmüştür. 2024 seçimi, kampanya finansmanı, medya manipülasyonu ve markalaşma stratejilerinin adayları kamu hizmetkârları yerine pazarlanabilir markalara dönüştürdüğü bu dönüşümün bir örneğidir. Donald Trump’ın kampanyası, markalaşma ve sosyal medya aracılığıyla doğrudan iletişim vurgusuyla, ekonomik çıkarların çoğu zaman demokratik idealleri gölgede bıraktığı piyasa odaklı bir seçim sürecine geçişi vurgulamaktadır.
Küresel ölçekte, Trump’ın zaferi, özellikle Çin ve daha geniş küresel ekonomi ile ilgili önemli sonuçlar taşımaktadır. Trump’ın yönetimi, agresif ticaret politikaları ve ABD ekonomisini Çin üretim ve teknoloji sektörlerinden ayırma çabalarıyla bilinen şahin bir tutum sergilemiştir. İkinci bir dönem, bu politikaların yoğunlaşmasına tanıklık edebilir ve bu da daha fazla ekonomik ayrışma ve artan ticaret gerilimlerine yol açabilir. Bu tür önlemler yalnızca ikili ilişkileri bozmakla kalmaz, aynı zamanda küresel tedarik zincirleri üzerinde zincirleme bir etki yaratarak, dünya genelindeki pazarları istikrarsızlaştırabilir. Çok uluslu şirketler, ticaret savaşları ve tarifelerin öngörülemez bir iş ortamı yarattığı bir küresel ekonomide giderek daha fazla parçalanmışlıkla başa çıkmak zorunda kalabilir.
Ayrıca, Trump’ın uluslararası ittifaklar ve ticaret anlaşmaları konusundaki yaklaşımı, küresel ortaklıkları yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. Yönetiminin, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Paris İklim Anlaşması gibi çok taraflı kurumlar ve anlaşmalar konusundaki şüpheciliği, tek taraflılığa bir dönüşü işaret etmektedir. Bu kayma, iklim değişikliği, ekonomik eşitsizlik ve uluslararası güvenlik gibi kritik konularda küresel iş birliğini zayıflatabilir ve daha parçalanmış ve rekabetçi bir küresel manzara yaratabilir. ABD politikaları etrafında ekonomik stratejilerini inşa eden ülkeler, ittifaklarını ve ticaret ortaklıklarını yeniden değerlendirmek zorunda kalabilir, bu da güçlerin çeşitli ulusal ve bölgesel bloklar arasında dağıtıldığı daha çok kutuplu bir dünyayı teşvik edebilir.
Trump’ın zaferinin etkisi, ekonomik politikaların ötesine geçerek jeopolitik stratejileri ve uluslararası ilişkileri de etkilemektedir. Orta Doğu ve Güney Asya gibi bölgelerde, ABD dış politika kararları güç dinamiklerini ve ekonomik bağımlılıkları önemli ölçüde değiştirebilir. Trump’ın yönetimi, tarihsel olarak izolasyonist ve etken bir diplomasi yaklaşımını benimsemiş, Amerikan çıkarlarını çok taraflı iş birliğinin önüne koymuştur. Bu tutum, gelişmekte olan ülkelerin ABD politikaları tarafından ekonomik ve siyasi olarak kısıtlandığı neo-sömürge bağımlılıklarının pekişmesine yol açabilir. Trump yönetimindeki ticaret anlaşmaları ve askeri ittifaklar, Amerikan ekonomik çıkarlarını önceliklendirmeye devam ederek, ekonomik bağımlılık sistemlerini sürdürmekte ve daha az güçlü ülkelerin egemenliğini sınırlamaktadır.
Ayrıca, Trump’ın politikaları, küresel ekonomik eşitsizliği körüklemesi muhtemeldir. Yönetiminin, şirketler için de-regülasyon ve vergi indirimlerine odaklanması, hem yurtiçinde hem de yurtdışında artan ekonomik eşitsizliğe yol açabilir. Çok uluslu şirketler, avantajlı vergi politikaları ve azaltılmış düzenlemelerden faydalandıkça, servet yoğunlaşması artabilir ve sosyal ve ekonomik farklılıkları derinleştirebilir. Bu eğilim, ekonomik gücün birkaç kişinin elinde yoğunlaştığı ve eşit temsil ve fırsat ilkesini zayıflatan neo-Marksist kapitalizm eleştirileriyle örtüşmektedir.
Tüm bu zorluklara rağmen, seçim özgürlüğü için bir umut ışığı kalmaktadır. Seçim reformu, iklim adaleti ve sosyal eşitlik için mücadele eden sosyal hareketler, daha kapsayıcı ve temsilci bir demokratik süreç talebinin büyüdüğünü göstermektedir. Bu hareketler, kurumsal çıkarların egemenliğine meydan okuyarak, siyasi arenada vatandaş katılımının önceliğini yeniden tesis etmeyi amaçlamaktadır. Ancak, anlamlı bir değişim sağlamak, ekonomik eşitsizlikleri sürdüren ve demokratik katılımı sınırlayan kökleşmiş neoliberal yapıları parçalamak için kararlı bir çaba gerektirmektedir.
Donald Trump’ın 2024 ABD başkanlık seçimindeki zaferi, günümüz Amerikan politikasının derin bölünmelerini ve kaotik doğasını vurgulamaktadır. Seçim, neoliberalizmin demokratik kurumlar ve küresel güç dinamikleri üzerindeki derin etkisini yansıtan kritik bir kesit işlevi görmektedir. Trump’ın ikinci dönemi, piyasa odaklı politikaları pekiştirmek, Çin ile ekonomik gerilimleri artırmak ve uluslararası ittifakları yeniden şekillendirmek için bir fırsat sunmaktadır; bu durum, küresel ekonomiyi istikrarsızlaştırabilir. Seçim aynı zamanda, kurumsal çıkarların gerçek demokratik katılımın önüne geçtiği neoliberal demokrasinin sınırlamalarını da gözler önüne sermektedir; bu durum, kârın insanlardan önce geldiği bir sistemi sürdürmektedir. Dünya, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi manzarasında gezinirken, 2024 seçimi, ekonomik güç ile demokratik idealler arasındaki süregelen mücadeleyi belgeleyen bir tanık niteliğindedir ve birçok kişinin hem Amerikan demokrasisinin hem de etkilemeye çalıştığı küresel düzenin gelecekteki seyrini sorgulamasına neden olmaktadır.
Yazar Hakkında:
Qaiser Nawab, Pakistan Halk Partisi (PPP) ile bağlantılı bir gençlik politikacısıdır ve Pakistan Gençlik Parlamentosu eski Başkan Vekilidir. Dünyanın çeşitli ulusal seçimlerinde uluslararası seçim gözlemcisi olarak görev yapmıştır. Uluslararası ilişkiler, seçimler ve sürdürülebilir kalkınma konularında uzman olan Nawab, şu anda Sürdürülebilir Kalkınma için Kuşak ve Yol İnisiyatifi (BRISD) Başkanıdır.