Stalin'in mirası

Deniz Berktay

Geride bıraktığımız 2020 yılı, İkinci Dünya Savaşının bitişinin, yani, Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD’nin Nazi Almanya’sı ile Japonya’yı bozguna uğratışlarının 75. yıl dönümüydü.

Geçen yıl Rusya’da hem İkinci Dünya Savaşına Rusya yönetiminin ne kadar önem verdiğine tanık olduk hem de o dönemde Sovyetler Birliği’nin başında bulunan Stalin’in Rusya’da giderek daha geniş kitlelerin idolü haline gelmesine... Ancak, yazıda da değineceğimiz üzere, Stalin’e yönelik ilginin artması, Rusya’da sosyalizme dönüş arzularının artmasından kaynaklanmıyor: Stalin’e sempati duyanların büyük bölümü milliyetçi ve muhafazakâr eğilimli kişiler. Bu kişilerin önemli bir bölümü de Sovyet Devrimi’nin lideri olan Lenin’e tepki duyuyor. İşte, ilk bakışta tuhaf gelebilecek olan bu siyasi gelişmeleri, bu yazıda irdeleyeceğiz.

İkinci Dünya Savaşı, Avrupa Cephesi’nde, Nazi Almanya’sı adına Mareşal Wilhelm Von Keitel’ın Berlin’de Müttefik komutanlar huzurunda kayıtsız şartsız teslim anlaşmasını imzalamasıyla sona ermişti. Nazi komutanı, teslim anlaşmasını 8 Mayıs 1945’te imzalamıştı, fakat o an, Moskova saatine göre 9 Mayıs’a denk geliyordu. Bundan ötürüdür ki, o günden bu yana Orta ve Batı Avrupa ülkeleri, teslim anlaşmasının yıl dönümü olan Zafer Bayramı’nı 8 Mayıs’ta kutlarken Rusya ve diğer eski Sovyet ülkelerinin büyük bölümü, teslim anının Moskova saatine denk düştüğü zaman olan 9 Mayıs günü Zafer Bayramı’nı kutlar.

Bu bayramın Rusya için büyük önemi var. Zira İkinci Dünya Savaşında Naziler, en barbar yüzlerini Doğu Avrupa’da göstermiş ve esir aldıkları Sovyet askerlerinin pek çoğunu gaz odalarına göndermiş, buralarda her türlü vahşete imza atmıştı. Öte yandan koskoca Fransa bile Naziler karşısında 15 gün içinde teslim oluverirken Sovyetler Birliği, Nazilerin bütün saldırısını, savaşın hemen hemen bütün yükünü üstlenmiş ve sonunda Nazi Almanya’sının bozguna uğratılmasında en büyük rolü oynamıştı.

Günümüzün Rusya yönetimi, İkinci Dünya Savaşı konusunu hem iç hem de dış politikada kullanır. Dış politikada, Rusya, Sovyetler Birliği’nin halefi olduğu için Rusya yönetimi, Avrupa’ya, dünyayı faşizmden kendilerinin kurtardığını söyler ve bununla bağlantılı olarak Rusya’nın bugünkü Avrupa ve dünya siyasetinde daha fazla ağırlığının olması gerektiğini savunur. İç politikadaysa, Rusya yönetimi, Batılı ülkelerin eski Sovyet ülkelerinde sivil toplum örgütleri aracılığıyla organize ettiği “renkli devrim”lerin, bu ülkelerin Batılı devletler tarafından istilası ve Rusya’nın Batılı devletler tarafından kuşatılması anlamına geldiğini söyler. Rusya’da da renkli devrim olasılığının arttığı dönemlerde Kremlin yönetimi, “düşman, geçmişte tanklarıyla toplarıyla bizi istila etmeye kalkmıştı, şimdiyse, bazı liberal muhalifleri destekleyerek bizi içimizden yıkmaya, istila etmeye çalışıyor”, der. Bu nedenle 9 Mayıs Zafer Bayramı’na Kremlin yönetimi ayrı bir önem verir ve bayram kutlamalarına, Rusya’da haftalar, hatta aylar öncesinden başlanır. 

Geçen yılki kutlamalarda da Rusya yönetiminin tavrının değişmediğine tanık olduk. Zafer’in 75. Yıl dönümü kutlamaları, ilk başta 9 Mayıs’ta planlanıyordu ve buna büyük devletlerin cumhurbaşkanları ve başbakanları davet edilmişti. Amaç, siyasi gözlemcilerin de değindikleri üzere, bu kutlamalar ve bu buluşma vesilesiyle Rusya’nın 2014’ten beri dışlandığı G-8 ortamına dönmesini sağlamaktı. Diğer taraftan Zafer’in 75. yıl dönümü coşkusu çerçevesinde Putin’e iki dönem daha cumhurbaşkanı seçilmesine imkân verecek ve yönetimin daha da merkezileşmesini sağlayacak olan anayasa referandumu yapılacaktı (22 Nisan’da yapılması öngörülüyordu). Ancak, mart ayında başlayan koronavirüs salgını, planları epey aksattı. Salgın nedeniyle, 9 Mayıs’ta hiçbir kutlama yapılamadı. Ne var ki Putin, Büyük Zafer’in 75. yıl dönümü kutlamalarını ve bununla bağlantılı olan planlarını iptal etmek istemediğinden kutlamaları ertelemeli de olsa yaptı. Sonuçta kutlamalar, 24 Haziran’a kaydırıldı (24 Haziran 1945’te Berlin’i ele geçiren Sovyet askerleri, Moskova’da Kızıl Meydan’da geçit töreni yapmışlardı). Cumhurbaşkanlarına davetler yinelendi (fakat yabancı ülkelerden katılım çok az oldu). Kremlin yönetimi açısından kritik önemdeki anayasa referandumu da bu kutlamaların hemen sonrasına, 1 Temmuz’a kaydırıldı ve Büyük Zafer kutlamaları ile anayasa propagandasının iç içe geçtiği kampanyaların sonucunda referandum, Putin’in istediği şekilde sonuçlandı.

Stalin’in popülerliği artıyor

Geride bıraktığımız yıl ayrıca Büyük Zafer’in komutanının, o dönemin Sovyet lideri Stalin’in artan popülerliğine tanık olundu. Nitekim geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklaması, Rusya’da halkın yüzde 70’inin Stalin’e olumlu yaklaştığını ortaya koyuyor. Stalin’in bir “kült” haline geldiğini gösteren en çarpıcı örnekse, mayıs ayında açılışı yapılan Rusya Savunma Bakanlığı’ndaki kilisede, Rus büyüklerinin arasında Putin’in ve Stalin’in mozaiklerinin olmasıydı. Bir zamanlar on binlerce kiliseyi kapatmış ve on binlerce rahibi idam ettirmiş olan liderin resmi, Savunma Bakanlığı’nın kilisesini süslüyordu! Fakat çeşitli çevrelerden gelen tepkiler üzerine Putin ve Stalin’in tasvirleri açılıştan önce, son anda kaldırıldı.

Stalin’in toplumda artan popülerliğini görmek için sokakta biraz yürümek yeterli: Stalin tasvirli t-shirtler, fincanlar, giderek daha popüler hale gelirken Stalin heykelcikleri de dükkânların vitrinlerini süslüyor. Ancak halk arasında Stalin’e yönelik bu yoğun ilginin, sosyalizme özlemle ilgisi bulunmuyor. Stalin, Ruslar’ın büyük çoğunluğu tarafından, Rusya’yı süper güç haline getirmiş bir millî lider olarak görülüyor (aslen Gürcü olmasına rağmen Rus milliyetçileri onu kendilerinden görüyor ve onu Gürcülerden daha çok sahipleniyor).

Stalin’in olumlu ve olumsuz yönleri

Stalin (gerçek adı Yozif Visarinoviç Cugaşvili), 1924 yılında, Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’in ölümünün ardından Sovyetler Birliği’nin başına geçti ve 1953’te ölümüne değin ülkeyi demir yumruğuyla yönetti (Çarlık Rusya’sı döneminde partide kod adı olarak kendisine “çelikten” anlamına gelen “Stalin” adı verilmiştir). Yerine geçen Kruşçev, Stalin’in ölümünden üç yıl sonra 1956 yılında düzenlenen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin meşhur 20. Kongresi’nde onu, Sovyetler Birliği’nin karşılaştığı hemen hemen bütün olumsuzlukların nedeni olarak göstererek mahkûm ettirdi. Bunun ardından “Stalin’den arınma” dönemi başladı. Ölümünün hemen ardından tahnit edilmiş naaşı, Kızıl Meydan’da Lenin’in kabrinde onun yanı başında muhafaza edilirken oradan çıkartılarak gömüldü. İsmi, bütün şehirlerden çıkartıldı (II. Dünya Savaşının kaderinin değiştiği Stalingrad’ın adı Volgograd olurken bugün Ukrayna’daki Stalino şehri Donetsk, Tacikistan’daki Stalinabad kenti ise, tekrar, Duşanbe oldu). Heykelleri kaldırıldı. Dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nin ilerleyen dönemlerinde, her yerde Lenin heykelleri olmasına rağmen Sovyetler Birliği genelinde bir tane bile Stalin heykeli kalmamıştı.

Otuz yıla yaklaşan iktidarı boyunca Stalin, bir taraftan ülkeyi ileri bir sanayi ülkesi haline getirdi (İngiliz Başbakanı Winston Churchill, onun ardından, “Stalin, karasaban kullanan bir ülkenin başına geçti ve arkasında nükleer silaha sahip bir ülke bıraktı” demişti). Sovyetler Birliği’ni Rus merkezli bir oluşum olarak görürsek Stalin döneminde Rusya, tarihinde hiç sahip olmadığı bir güce ulaştı. Avrupa kıtasının yarısı, resmen bağımsız ülkeler olarak kalsa da fiilen Moskova’nın egemenliği altına girdi ve bu durum, 1989’a kadar böyle devam etti. (Stalin, bu nedenle, Rus tarihinde kimsenin yapamadıklarını başarmış bir lider olarak görülür). Fakat diğer taraftan, aynı dönemde, Sovyetler Birliği’nde yaşayan onlarca halk yani milyonlarca kişi toplu sürgünlere gönderildi (Çeçenler, İnguşlar, Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri ile başlayıp Karadeniz sahil şeridindeki Rumlara varıncaya kadar), birkaç milyon kişi de Stalin’in politikalarının dolaylı yoldan kurbanı oldu. Mesela sürgüne gönderilenlerin önemli bir bölümü yolculuk sırasında hayatını kaybederken Stalin’in kırsal alanda kolektifleştirme politikalarının sonucunda ortaya çıkan Büyük Açlık Felaketi (“Holodomor” olarak adlandırılır), Sovyetler Birliği genelinde milyonlarca köylünün hayatını kaybetmesine neden oldu. 1930’lu yıllarda, özellikle 1936-1939 döneminde, askerî ve sivil bürokrasiden, aydınlardan ve toplumun diğer kesimlerinden yüzbinlerce kişi idam edildi veya ömrünü toplama kamplarında tüketti. Stalin’in bu farklı yönleri, onun hakkında olumlu veya olumsuz tek yönlü bir yargıya varılmasına engel olmakta.

Bugünkü sınırlar Stalin’in eseri

Stalin’in, halkların kaderini belirleyen icraatları, onun Sovyetler Birliği’nin başında olduğu dönemin de öncesine uzanıyor. Stalin, 1924’te Sovyetler Birliği’nin başına geçmeden önce Milliyetler Komiserliği (bakanlığı) görevinde bulunmuş ve bu dönemde Kafkasya cumhuriyetleri arasındaki sınırların belirlenmesinden Orta Asya’daki sınırların belirlenip buralarda farklı millî kimliklerin oluşmasını (Kırgız, Kazak, Özbek, Kazan Tatarı, Başkır kimliklerinin birbirinden tamamen ayrışmasını) sağlamıştı. Dolayısıyla bugün Orta Asya’da ve Rusya Federasyonu’nda yaşayan Türk kökenli halkların kendilerini farklı kimliklerle ifade etmesi Stalin’in eseridir. Keza bugünkü Güney Kafkasya’da yaşanan bazı sorunların kökleri de Stalin’in Milliyetler Komiseri olduğu ve bu cumhuriyetlerin sınırlarını tayin ettiği dönemlere uzanır.

Stalin, SSCB’nin başında olduğu dönemde de İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce Nazi Almanya’sıyla bir tarafsızlık anlaşması imzalamış ve bu anlaşmanın gizli maddelerinde, Nazi Almanya’sıyla Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa’yı kendi aralarında paylaşmıştı. Bu antlaşma, Sovyet Dışişleri Komiseri Vyaçeslav Molotov ile Nazi Almanya’sı Dışişleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop arasında imzalanmış ve bu iki bakanın soyadlarından hareketle tarihe “Molotov-Ribbentrop Paktı” olarak geçmişti. Almanya’nın Polonya’ya saldırmasından dokuz gün önce imzalanan bu anlaşmanın açık maddeleri, bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşmasıydı. Yani Nazilerin Polonya nedeniyle İngiltere ve Fransa’yla çatışmalarının gündeme geldiği günlerde Sovyetler Birliği, Nazi Almanya’sına, Polonya’ya saldırması halinde kendisinin tarafsız kalacağı güvencesini veriyordu. (Bugün Rusya yönetimi, Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği sayesinde bozguna uğratıldığına vurgu yaparken Rusya karşıtı yönetimlerin bulunduğu Polonya, Estonya, Letonya, Litvanya ve Ukrayna’da ise Stalin yönetiminin savaşın arifesinde Nazilerle yaptığı bu anlaşmaya vurgu yapılarak Sovyet yönetiminin Nazilere Polonya’ya saldırma cesaretini verdiğini, yani savaşın başlamasından Nazi Almanya’sı kadar Sovyet yönetiminin de sorumlu olduğunu ileri sürer. Yani tarih üzerinden güncel siyasi tartışmalar devam eder). Anlaşmanın gizli maddeleriyse Sovyetler Birliği’ne bu tarafsızlığının karşılığını veriyordu. Buna göre Doğu Avrupa topraklarını veriyordu. Buna göre, 1918’den beridir bağımsız devlet olan Estonya, Letonya ve Litvanya, Romanya’nın 1918’de Rusya’dan kaptığı Besarabya bölgesi (bugünkü Moldova), Polonya’nın doğu bölgeleri (bugünkü Batı Ukrayna ile Batı Belarus) ve Finlandiya, Sovyet nüfuz alanına bırakılmaktaydı. Sovyetler Birliği, Finlandiya dışındaki bütün bu bölgeleri 1939-1940 döneminde ele geçirdi. 1941’de Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla başlayan Alman-Sovyet çatışması, 1945’te Nazilerin kayıtsız şartsız teslim olmasıyla sona erdi. 1939 Molotov-Ribbentrop Paktı’nın imzacılarından Ribbentrop, savaş suçlusu olarak darağacına gönderilirken Molotov’un yıldızı savaştan sonra daha da parladı. Nazi Almanya’sı haritadan silinirken Sovyetler, 1939 tarihli paktla Nazilerin kendilerine bıraktıkları alanları savaştan sonra muhafaza ettiler ve dahası Berlin’in ortasına kadar olan geniş bir coğrafya, ilk kez Rusya’nın nüfuz alanına girmiş oldu. Stalin’in girişimiyle imzalanan bu anlaşma, bugünkü Doğu Avrupa ülkelerini büyük ikilemlerle karşı karşıya bıraktı. Örneğin bugünkü Batı Ukrayna, Ukrayna’nın en Rusya aleyhtarı bölgesi. Fakat burada yaşayan Ukrayna milliyetçileri, bu bölgenin bugün Polonya değil de Ukrayna sınırları içinde bulunmasının Stalin’in girişimiyle yapılan Molotov-Ribbentrop Paktı’nın bir sonucu olduğunu pek hatırlamak istemiyor. Benzer şekilde Litvanya’nın bugünkü başkenti Vilnius, bu anlaşmadan önce Polonya’nın elindeyken Litvanya’nın SSCB’ye katılmasından sonra Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. Bugün Sovyet işgalinden bahseden Litvanyalılar, şimdiki başkentlerinin Sovyet yönetimi tarafından verildiğini görmezden geliyor. Bugün Romanya’dan bağımsız Moldova diye bir devletin olması yine bu anlaşmanın sonucu. Dolayısıyla bugün hâlâ Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkeleri üzerlerinde Stalin’in mührünü barındırıyor.

Sovyetler Birliği nasıl dağıldı

Sovyetler Birliği’nin 1991’de tamamlanan dağılma süreci, halkların bağımsızlık mücadelesi sonucunda olmadı. Evet, Baltık cumhuriyetleri (Estonya, Letonya ve Litvanya), Sovyetler Birliği’nden ayrılma mücadelesine girişmişti ve Güney Kafkasya’da Azeriler’le Ermeniler arasında 1988 yılında patlak veren çatışmalar bu bölgelerde Sovyet yönetiminin denetimi kaybetmesine neden olmuş ve Sovyet makamlarının müdahalesi daha da sert tepkilere neden olmuştu ama Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren asıl etkenler merkezden kaynaklanmıştı. Nitekim Rusya’da, “çevre cumhuriyetleri daha fazla beslemeyelim” diyenler giderek güçlenmiş ve bu kesimlerin destek verdiği Boris Yeltsin, Sovyetler Birliği’ni oluşturan 15 federe cumhuriyetten biri olan Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başına geçince Sovyetler Birliği’nin başında bulunan Mihail Gorbaçov’la açık siyasi mücadeleye girişmişti. Sonunda rakibi Gorbaçov’u devreden çıkarmak isteyen Yeltsin’in öncülüğünde Rusya Parlamentosu, 12 Haziran 1990’da Sovyetler Birliği’nden egemenliğini ilan etti. (Egemenlik ilanında federe birim, kendi yasalarının merkezin yasalarından üstün olduğunu ilan etmiş oluyordu. Bu, henüz bağımsızlık ilanı olmasa da onun bir önceki adımıydı). Böylelikle Rusya, kendisinin Sovyetler Birliği’nin yasalarına bağlı olmadığını ilan ediyordu. Yani çevre ülkelerin Rusya’dan uzaklaşmasından ziyade söz konusu olan, Rusya’nın çevre ülkeleri kendisinden uzaklaştırmasıydı. Bundan kısa bir süre sonra da 1990’ın Ağustos ayında Yeltsin, Rusya bünyesinde özerk cumhuriyetler olan Tataristan ve Başkırdistan’ı ziyaretinde, özerk birimlere “alabildiğiniz kadar egemenlik alın” diyordu. Bunun ardından, eski Sovyet cumhuriyetleri, peş peşe egemenliklerini ilan etti. 1991’e girildiğinde Sovyetler Birliği’nin varlığı pamuk ipliğine bağlıydı artık. Bu şartlarda, Sovyetler Birliği’ndeki gidişattan memnun olmayan ve eskiye dönülmesini isteyen bir kesimin 1991 yılının Ağustos ayında düzenledikleri fakat sadece üç gün süren başarısız darbe girişimi ise, darbecilerin beklentisinin tersine Sovyetler Birliği’nin çözülme sürecini büsbütün hızlandırdı ve darbenin başarısız olmasının hemen ardından Sovyetler Birliği’nin kurucu cumhuriyetleri, birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etti. Fakat Sovyetler Birliği’ne noktayı koyan yine Boris Yeltsin oldu: 1991’in Aralık ayında SSCB’nin başlıca üç kurucu cumhuriyeti olan Rusya, Ukrayna ve Belarus’un liderleri (Boris Yeltsin, Leonid Kravçuk ve Stanislav Şuşkeviç), bugünkü Belarus’ta Belovejski’de buluşarak Sovyetler Birliği’ne son veren antlaşmaya imza attılar. Orta Asya cumhuriyetleri, ilk başlarda SSCB’nin parçalanmasına karşı çıksa da sonradan durumu kabul ettiler ve 21 Aralık 1991’de Kazakistan’ın Alma Atı kentinde 15 Sovyet cumhuriyetinden 11’i, SSCB’ye son verip onun yerine Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kuran anlaşmayı imzaladı (Estonya, Letonya, Litvanya ve Gürcistan, önceden bağımsızlıklarını ilan etmişler ve Sovyetler Birliği’nin yerini alacak her türlü yapıdan uzak kalmaya karar vermişlerdi).

Yeltsin, Mihail Gorbaçov’un başında bulunduğu Sovyetler Birliği’ni tasfiye edip yerine kendisinin merkezde olacağı, komünist olmayan ve kurucu cumhuriyetlere resmî bağımsızlık veren bir yapı kurmak istemişti. Dolayısıyla Bağımsız Devletler Topluluğu kurulurken Yeltsin bunu, SSCB’nin yerini alacak yeni bir birlik projesi olarak algılıyordu. Ancak gelişmeler Yeltsin’in beklediği yönde seyretmeyecek ve Sovyet sistemi çöktükten sonra Moskova’nın, bu cumhuriyetleri başka bir yöntemle kendi denetimi altında tutması mümkün olmayacaktı. Böylelikle dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği göz açıp kapayıncaya kadar çökerken 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin ardından Rusya Federasyonu’nun da parçalanacağı konuşuluyordu. Nitekim Yeltsin’in, Gorbaçov’la mücadele çerçevesinde Sovyet cumhuriyetlerine ve Rusya içindeki özerk birimlere söylediği “alabildiğiniz kadar egemenlik alın” sözünü bu özerk cumhuriyetler de uygulamış ve artık Moskova’yı tanımaz olmuşlardı. 1990’lı yıllarda Çeçenistan, Moskova’nın denetiminden tamamen çıkmıştı. Tataristan’da Rus bayrağı dalgalanmıyor ve Tataristan, Rusya yasalarının kendi topraklarında geçerli olmadığını söylüyordu. Yıkılan devlet düzeninin yerine yenisi kurulamamış ve 1990’ların ekonomik kriz şartlarında Rusya, fuhuş sektörüyle özdeşleşir olmuştu. Fabrikalar işçilere ödeme yapamıyor, insanlar ertesi günden emin olamıyordu.

SSCB’nin dağılmasına farklı Tepkiler

SSCB’nin dağılması, eski Sovyet cumhuriyetlerinde birbirinden farklı algılamalara yol açtı. Çevre cumhuriyetler açısından Sovyetler Birliği’nin yıkılması demek bağımsızlığa kavuşmak demekti. Böyle olunca, bu ülkelerde sosyalist düzene özlem duyanlar ortaya çıksa da “Sovyetler Birliği’nin dağılması iyi oldu” diyenler zamanla arttı (fakat belirtmek gerekir ki bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nden bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda ayrılmadıkları ve asıl olarak Sovyetler Birliği çökünce bağımsız kaldıkları için bu eski Sovyet cumhuriyetlerinin pek çoğunda “bağımsızlık coşkusu” olgusunun geniş kitlelere yayılması ancak uzun bir zaman içinde gerçekleşti. Ama hâlâ bu ülkelerde Sovyet dönemini özlemle anan ve “Sovyetler Birliği keşke yıkılmasaydı” diyen geniş kitleler var. Yaklaşık yedi yıldan beri Rusya’yla fiilen savaş halinde bulunan Ukrayna’da bile geçen ay yapılan bir kamuoyu yoklamasına katılanların yüzde 32’si, yani neredeyse üçte biri, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını olumsuz bir olay olarak değerlendirdiğini söylemiş). Rusya’daysa durum çok farklı oldu. SSCB’nin dağılmasından önceki birkaç yıl boyunca Rusya’da Sovyet yönetimine karşı büyük protestoların olmasına karşılık Sovyetler Birliği’nin dağılmasından kısa bir süre sonra Ruslar bir gerçeğin farkına vardılar: Sovyetler Birliği’nin ideolojisini o dönemde pek çok Rus paylaşmasa bile yıkılan imparatorluk, kendi imparatorluklarıydı ve SSCB’nin dağılması demek, Kiev gibi, Kırım gibi, Rus millî kimliğiyle doğrudan bağlantılı olan yerlerin de sınırların dışında kalması demekti. Üstelik Ruslar daha birkaç yıl önce dünyadaki iki süper güçten biri iken şimdi Rusya dünyada fakirlikle, fuhuş sektörüyle, mafyayla anılır olmuştu. Batılı ülkeler de, Rusya’yı (Rusya’daki bazı Batı yanlılarının önceden düşündüklerinin aksine) hiç de “komünizmi yenen kahraman insanlar” olarak görüp yardım etme yoluna gitmemiş ve Rusya’yı potansiyel tehlike olarak görmeye devam etmişti. ABD’nin 1990’ların ikinci yarısından itibaren eski Sovyet ülkeleriyle yakın ilişkiye geçerek Rusya’yı çevreleme stratejisine girmesi, bunun en somut göstergesiydi.

Rusya’nın “Egemenlik Günü”

Rusya’nın SSCB’den egemenliğini ilan ettiği 12 Haziran tarihi, ilk zamanlarda, Rusya’da “Egemenlik Günü” adıyla millî bayram ilan edilmişti. Fakat yukarıda değindiğimiz etkenlerin sonucunda Ruslar, SSCB’nin dağılmasından sonraki birkaç yılda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının kendileri açsından kutlanacak bir yönünün olmadığı sonucuna vardılar. Üstelik de kendi imparatorluklarını kendi elleriyle yıkmış olmanın kutlanacak tarafı yoktu. O nedenle, ilerleyen yıllarda 12 Haziran bayramı iptal edilmediyse de ismi birkaç kez değişikliğe uğradı ve en sonunda “Rusya Günü” olarak kutlanmaya başlandı. Dolayısıyla 12 Haziran, bugün başka bir adla da olsa bayram olarak kutlanıyor fakat yetkililer, resmî kutlamalarda bu günün neden bayram olduğunu açıklamıyor.

Stalin’e özlem neden artıyor

İşte bütün bu şartlar, Rusya’da hem Sovyet dönemine özlemin artmasına hem de güçlü lider arzusunun artmasına neden oldu. Bu şartlarda Stalin imajı kitleler için çekici görünmeye başladı. “Stalin gibi bir lider gelse de bizi yönetse” diyenler, o dönemde hızla çoğaldı. Dolayısıyla günümüzde bazılarının iddia ettiğinin aksine Stalin hakkında olumlu bir imajın oluşması devlet yöneticilerinin propagandalarının sonucunda değil, halkın 1990’ların devlet yönetimine olan tepkisinin sonucunda gerçekleşmiştir. Diğer taraftan anketlerin de ortaya koyduğu üzere Stalin dönemini özlemle ananların büyük kısmı, o dönemi yaşamamış olan yeni nesil. (O dönemin olumsuzluklarını yaşamayanların bunları daha hoşgörüyle karşılaması ve “keşke Stalin dönemindeki gibi yaşasak” demesi anlaşılabilir bir durum). Diğer yandan Rusya, siyasi kültürü, toplumsal yapısı ve değer yargılarıyla diğer Doğu Avrupa ülkelerinden de belirgin biçimde ayrılan, kendine özgü bir ülke. Burada, toplumun, Batı’da görülen türden liberal demokrat liderlerden ziyade otoriter, dediği dedik lider türünü tercih ettiğini görüyoruz. Bu da, Çar IV. İvan (Korkunç İvan) ve Stalin gibi otoriter hükümdar ve liderlerin yeni nesiller tarafından benimsenebilmesinin bir diğer nedeni. Öte yandan Rusya’da halkın oligarklara ve üst düzey bürokratlara tepki duyması, bu kesimlere “Stalin’in yaptığını yapan” bir lidere özlemin artmasına yol açıyor. 

Rusya’da Stalin rüzgârlarının estiği bir dönem 2005 yılı olmuştu. Çünkü yukarıda saydığımız nedenlere ek olarak 2003 ve 2004 yıllarında, eski Sovyet cumhuriyetlerinden sırasıyla Gürcistan ve Ukrayna’da Batı yanlısı renkli devrimler meydana gelmişti ve sıranın Rusya’ya geleceğini düşünen Rusya’daki liberal çevreler kendi aralarında örgütlenmeye girişmişti. O dönemde Rusya yönetimi, bir renkli devrim ihtimaline karşı toplumu kendi etrafında seferber etmek için İkinci Dünya Savaşı konusuna sarılmıştı. 2005 yılı zaten Büyük Zafer’in 60. yıldönümü idi ve devlet kanalları, iki ay öncesinden kutlamalara başlamıştı. Putin de, Batı yanlısı renkli devrimlerde gençlik örgütlerinin sokak mücadelesinde vurucu güç olduğunu, gençliği kendi yanına çekenin mücadeleyi kazandığını gördüğü için Rusya’da bir renkli devrim yapmak isteyenleri kendi silahlarıyla vurmak amacıyla Kremlin yanlısı gençlik örgütlerini kurmaya girişti. Bunların en önemlisi, Naşi (Bizim) adlı örgüttü ve bu örgütün bütün propaganda çalışmalarında İkinci Dünya Savaşı konusu gündeme getiriliyor ve Batılıların bir zamanlar topla tüfekle yapamadıklarını şimdi propaganda yoluyla yapmaya çalıştıkları ifade ediliyordu. Büyük Zafer rüzgârlarının hem devlet hem de toplum katında bu kadar estirilmesi, kaçınılmaz olarak Büyük Zafer’in mimarını da gündeme getirecekti. Bu nedenle, her ne kadar resmî etkinliklerde Stalin’in sözü edilmese de gayrı resmî etkinliklerde, tartışmalarda, Stalin sürekli gündeme geldi. Sonuçta, 1960’ların başından itibaren Rusya’da ilk kez Stalin heykelleri 2005 yılında dikildi (biri Belgorod şehrinde, diğeriyse Yakutistan’da). Bunu, sonraki yıllarda, Rusya’nın çeşitli bölgelerinde başka heykeller takip etti (ancak bunlar, büst tarzı ve ufak boyutlarda heykellerdi).

Stalin özlemini en sık dile getirenlerden biri, Rusya’nın önde gelen partilerinden biri olan Rusya Federasyonu Komünist Partisi oldu (Sovyetler Birliği Komünist Partisi, 1956’daki 20 Kongre’den beridir Stalin’in adını anmazken Sovyetler Birliği’nin dağılması, paradoksal bir biçimde, Stalin’in anılmasının da önünü açtı ve RFKP Stalin’i benimsediğini ilan etti). Komünist Parti’nin yayın organları Stalin’e övgülerle dolu. Ancak Stalin dönemi demek, yukarıda değinildiği üzere, aynı zamanda çeşitli halkların toplu sürgüne gönderilmesi ve toplu ölümler demek. O nedenle, Stalin’i Lenin’le birlikte yücelten Komünist Parti bile Stalin dönemindeki sürgünlerden ötürü bu halklardan özür dileme yoluna gitmişti.

Resmî çevreler Stalin’e nasıl yaklaşıyor

Rusya’da resmî çevrelerin de Sovyet dönemine yönelik yaklaşımı zamanla değişti. Boris Yeltsin’in Sovyetler Birliği’ni yıkan lider olmasına ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını olumlu bir olay olarak görmesine karşılık 2000 yılında onun yerine gelen Vladimir Putin, farklı yaklaşımlar ortaya koymaya başladı. Putin, bu konuda en önemli çıkışını yukarıda değindiğimiz 2005 yılında yaparak Sovyetler Birliği’nin dağılmasını yirminci yüzyılın en büyük trajedisi olarak nitelendirdi. Sonraki yıllarda verdiği röportajlarda da Putin, elinde olsaydı Sovyetler Birliği’ni kurtarmış olmak isteyeceğini ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına üzülmeyenin kalbinin olmadığını söyleyerek Yeltsin’le arasındaki farkı ortaya koydu.

Ancak Putin yönetiminin Stalin’e yaklaşımı biraz karmaşık. Rusya yönetimi, her ne kadar İkinci Dünya Savaşı konusunu iç ve dış politikada kullansa ve tarihteki otoriter bir liderin toplumca beğenilmesi bugünkü Kremlin yönetiminin işine de gelse Stalin, yukarıda değindiğimiz tasfiyelerin, baskıların da mimarı olduğu için Stalin’in resmî düzeyde itibarının iade edilmesi, resmî düzeyde övülmesi, Stalin dönemindeki bu baskıların da iktidar tarafından övülmesi anlamına gelecek. Bu da her şeyden önce bugünkü Rusya topraklarında yaşayan ve Stalin tarafından sürgüne gönderilmiş halkların (veya Rusya’nın altı yıl önce ele geçirdiği Ukrayna’nın Kırım Yarımadası’ndaki Kırım Tatarlarının) Rusya yönetimiyle ilişkilerinin tümden bozulmasına yol açabilecektir. O nedenle Putin’in Stalin’e yönelik politikasının, tam da bu ikilemi dikkate alan bir şekilde ihtiyatlı bir politika olduğunu görüyoruz. Putin, 2017 yılında verdiği bir röportajda Stalin konusunda bu ihtiyatlı tutumunu, “tarihte pek çok kişi vardır ki, bunlara farklı şekilde yaklaşmak gerekir”, diye ifade etmiş ve İngiliz Devrimi’nin lideri Cromwell ile Fransa’da Napoleon’u bunlara örnek göstermişti. Aynı röportajında Putin, Stalin döneminde bir taraftan ülkenin tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüştüğünü, fakat diğer taraftan milyonlarca vatandaşın o dönemki baskılardan mağdur olduğunu söyleyerek bu konuda tek yönlü bir tutum takınılamayacağını ifade etmişti. Fakat her ne kadar şimdiki Rusya yönetimi Sovyet dönemine bazı alanlarda eleştiri getirse de Stalin döneminin veya genel olarak Sovyet döneminin “gereğinden fazla” eleştirilmesinin ve Sovyet dönemine yönelik eleştirinin Batılı ülkelerden gelmesinin bugünkü Rusya’ya da eleştiri anlamına geleceğini düşündüğünden, “Sovyet dönemi eleştirilecekse, onu da biz eleştiririz” türü bir yaklaşım sergiliyor ve bu eleştirilerin yoğunlaşmasının önüne geçmeye çalışıyor. Nitekim Putin aynı röportajında, “Stalin’in gereğinden fazla kötülenmesi, Rusya’ya bir saldırı yöntemi niteliği taşıyor”, demişti. Putin yönetiminin “Stalin eleştirilecekse biz eleştiririz” yaklaşımının en somut örneği, üç yıl kadar önce İngiliz-Fransız ortak yapımı olan “Stalin’in Ölümü” filmi konusunda görüldü. Stalin’in ölümü çerçevesinde Sovyet yönetimini Batılıların bakışından eleştirip alaya alan bu filme, Rusya Kültür Bakanlığı’nın ilk başta gösterim lisansı verdi ama filmin gösterime girmesine günler kala lisans iptal edildi.

“Lenin’e hayır, Stalin’e evet”

Putin’in Sovyet dönemine özlem duyması ve Stalin’in yüceltilmesine en azından engel olmamasına bakarak, Putin yönetiminin Lenin’e ve sosyalizme de sempatiyle yaklaştığı düşünülebilir. Fakat gerçek durum böyle değil. Nitekim Rusya’da Ekim Devrimi’nin modern takvimdeki yıl dönümü olan 7 Kasım tarihi, SSCB’nin yıkılışından sonraki 13 yıl boyunca resmî bayram olarak kutlanmaya devam etti ama Putin’in cumhurbaşkanlığı koltuğundaki beşinci yılı olan 2004 yılında resmî bayram olmaktan çıkartıldı ve ertesi yıldan itibaren Rusların kendi aralarında birlik olup Moskova’yı Polonya ordularından kurtardıkları 1613 yılındaki zaferin yıl dönümü olan 4 Kasım’ın resmî bayram olmasına karar verildi (1613 yılındaki o zaferi o tarihten beri kutlayan olmamışken Rusya yönetiminin bunu hatırlayıvermesi, tahmin edileceği üzere, 7 Kasım’ın yerine bir şey koyma çabasından kaynaklanıyordu). Putin ayrıca, 1917 Ekim Devrimi’ne karşı çıkan Beyaz Ordu Komutanı General Denikin’in naaşını Rusya’ya getirtti ve devlet töreniyle defnettirdi. Onun döneminde Lenin’e yönelik eleştiriler ayyuka çıktı ve Lenin’in Kızıl Meydan’daki mozoleden çıkartılarak mezara gömülmesi yönündeki tartışmalar arttı. Devlet televizyon kanallarında Lenin’i Almanların hesabına çalışan bir casus olarak anlatan diziler gösterildi. Putin de Lenin’in uyguladığı politikalara duyduğu tepkiyi gizlemekten çekinmiyor. Nitekim geçen yılki bir röportajında, “Lenin’i, binlerce yıllık Rus devlet geleneğinin dibine bomba koymakla” suçladı. 

Peki nasıl oluyor da Sovyetler Birliği’nin yıkılışını en büyük trajedi olarak gören Putin, Sovyetler Birliği’nin kurucusuna böyle tepkili olabiliyor? Meselenin özü şudur: 1917 Ekim Devrimi, Rusya’daki milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde Rus devletinin yıkılması ve Rusya’nın arkadan bıçaklanması olarak görülüyor. Bu kesimler, Rusya’nın I. Dünya Savaşında galip durumdayken, “Almanya’nın Rusya’ya gönderdiği Lenin’in ihtilal yapması yüzünden” Rusya’nın altının üstüne geldiğini ve savaştan çekilmek, dahası Ukrayna’dan, Finlandiya’dan, Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilmek zorunda kaldığını iddia ediyor. Ayrıca Sovyet kuvvetlerinin 1921’de Ukrayna’daki bağımsız devlete son verip burayı tekrar ele geçirmesinin ardından Lenin’in Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni kurup Odessa, Harkov, Dnepropetrovsk gibi “tarihî Rus topraklarını” verdiğini; 1991’de Sovyetler Birliği bölündüğünde de federe birimlerin sınırları uluslararası sınır haline geldiği için bu toprakların bugün Rusya’da değil de Ukrayna’da olmasının sebebinin Lenin olduğu öne sürülüyor (Putin’in Lenin’i Rus devletine bomba koymakla suçlaması bundan kaynaklanıyor). Yine Kremlin’in kabul ettiği resmî anlayış, 1917 Ekim Devrimi’ni ve onu takip eden Rus İç Savaşı’nı, Rus tarihinin kaos ve yıkım dönemi olarak görmesidir. Bu kesim, -Putin’in de dolaylı yoldan röportajlarında ifade ettiği üzere- Lenin’i bir devlet adamı olarak görmüyor. Buna karşılık Stalin, Ekim Devrimi’yle yıkılan Rus devlet geleneğini yeniden kuran gerçek bir devlet adamı olarak değerlendiriliyor. Sovyetler Birliği’nin 1991’de yıkılmasıysa, Kremlin açısından, Rus imparatorluğunun yıkılışı ve milyonlarca Rus’un Rusya sınırları dışında kalması anlamına geliyor. Bunun sonucunda Rusya’daki milliyetçi ve muhafazakâr çevreler ve bu çizgiyi benimsemiş olan Rusya yönetimi, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu ayrı bir trajedi, yıkılışını ise ayrı bir trajedi olarak görüyor. Böylelikle de Lenin’i sevmeyip Stalin’i sevenlerin mantığı daha anlaşılır hale gelmekte.

Kilise Stalin’e nasıl yaklaşıyor

Stalin konusunda ikilem yaşayan bir diğer kurum ise Rus Ortodoks Kilisesi. Stalin, dini 1930’lu yıllarda zor kullanarak yok etmeye çalışmış ve bu dönemde binlerce rahip ya kurşuna dizilmiş veya toplama kamplarına gönderilmiş, 40 binden fazla kilise ya yıkılmış ya da depo olarak kullanılmaya başlamıştı. Buna karşılık Stalin, dine yoğun baskı yapmanın toplumda ters tepki verdiğini gördü ve 1943 yılının Eylül ayında önde gelen bazı Rus rahipleriyle Kremlin Sarayı’nda bir görüşme gerçekleştirdi ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin üç gün içinde yeniden kurulması talimatını verdi. Stalin’in birden bire dine merak sarmasının önemli bir nedeni, savaştan sonra Ortodoks Kilisesi’ni kullanarak Balkanlar’daki Ortodoks milletleri etkileme düşüncesiydi. Nitekim o görüşmenin yapıldığı tarihte Almanların savaşı kaybedecekleri belli olmuş ve henüz onların ellerinde bulunan Balkan Yarımadası’nda savaştan sonra İngiliz-Amerikan ittifakının mı yoksa Sovyetler Birliği’nin mi denetim kuracağı tartışılır olmuştu. Stalin, Doğu Avrupa’daki Ortodoks halkları sadece ideolojik propagandayla etkilemeyeceğini düşündüğü için kilise üzerindeki baskıları hafifleterek Rus Ortodoks Kilisesi’ni yeniden kurdurmuş, hatta savaştan sonra Doğu Avrupa’daki bazı Katolik cemaatleri bu kiliseye bağlanmaya zorlamıştı. Dolayısıyla, Rus Ortodoks Kilisesi, önce Stalin’den ölümcül bir darbe yemiş fakat sonra yine onun tarafından güçlendirilip ihya edilmişti. Rus Ortodoks Patriği Kiril’in günümüzdeki açıklamaları da bu ikilemi yansıtıyor. Kiril, verdiği bir röportajda, Rusya’nın bugünkü kazanımlarında 1920’li, 30’lu yıllardaki devlet yöneticilerinin çabalarının payı olduğunu söyleyerek bazı kötülüklerin o dönemdeki başarıları görmeye engel olmaması gerektiğini ifade etti. Fakat aynı Patrik Kiril’in, Lenin’in bir an önce Kızıl Meydan’daki mozolesinden çıkartılması gerektiğini savunduğunu da burada eklemek lazım.

Sonuç olarak hem Stalin’in kendine özgü bir lider olduğunu hem de Rusya’daki siyasi kültürün, Batı’nın gözlükleriyle bakılarak anlaşılamayacak kendine özgü bir siyasi kültür olduğunu görüyoruz. Hem Doğu Avrupa’ya hem de eski Sovyet coğrafyasına damgasını vurmuş olan Stalin, ölümünden bu yana 68 yıl geçmesine rağmen güncel bir konu olmayı sürdürüyor.

Tarih