Yıllar oldu. İzmir’den, Konya’nın Akşehir İlçesi’ne gidiyordum. Otobüse epeyce erken saatte binmiştim ve teker döner dönmez de uyuyakalmışım. Gözlerimi araladığımda yolun yarısı çoktan geride kalmıştı. Asfalt uğultusu, öğle vakti sıcağı, homurtu ve hışırtıdan başkaca bir şey ifade etmeyen sesler, yolcuların iyice gerdikleri perdelerin arasından içeriye süzülen tozlu ışık çizgileri ve henüz sıyrılamadığım düşler… Duyularımın zihnimin önünde koştuğu, her şeyin iç içe geçtiği uyku sersemliğinin arafında, gerçeğin ipini bir ucundan yakalayabilmek için gözlerimi karşımdaki televizyon ekranına çevirdim. Ekranlar henüz ortak, otobüsün tavanından belli aralıklarla ampul gibi sarkıyorlar. Bir stüdyo programıydı ekrandaki. Ortada, karşılıklı sandalyelerde oturan bir kadın ve bir erkek, programı yönettiği anlaşılan bir başka kadın daha, tribüne yan yana dizilmiş bir grup insan, elden ele dolaşan mikrofonlar... Bir müddet, hiçbir anlam yükleyemedim izlediğim şeye. Programın neye ilişkin olduğunu anlayamadım. Anladığımda ise dehşete düştüm. Bu, adına “evlilik programı” dendiğini o an öğrendiğim “şey”di. Cinlerin, perilerin cirit attığı filmlerden aşina olduğumuz klişe bir sahnedir. Gözlerinin önünde akıl almaz doğaüstü olaylar cereyan eden insanlar, yanlarında kim varsa onun yakasına yapışır ve hararetle şu soruyu sorarlar: “Bunu sen de gördün mü?” O an, öyle sarsıcı bir hayret hissine kapılmıştım ki benim içimden de otobüsteki her yolcunun yakasına yapışıp aynı soruyu sormak geçmişti: “Bu gerçek mi? Bunu siz de görüyor musunuz?!”
Böylesi hayret anlarının namusu vardır. Aklın ve vicdanın omurgasını dik tutmak için hayretin namusuna sahip çıkmak gerekir. Çünkü zihinlerimizi öyle ağır bir bombardımana tutuyorlar ki, yanlışın gözünün içine baktığımız o ilk ânın keskin düşünceleri, zamanla köreliyor. Şehrimizin bir ucundan başını göğe uzatmış ve her gün selamını aldığımız dağlar, on yıllar geçer de gözümüze hep aynı görünür. Oysa rüzgâr alır götürür, su süpürür, aşınırlar, değişirler. İnsan, kendi zihninin de o dağlar gibi hiç aşınmadan, değişmeden yerli yerinde durduğunu zanneder. Oysa o reklam alır götürür, bu dizi gelir süpürür, şu film çıkar çürütür, zihin yanlışa ehlileşir; hayret duygusu aşınır; rahatsız olunması gereken, artık göze batmamaya başlar. Bu yüzden insan kendini ancak, hayretin namusuna sahip çıkarak bileyebilir.
Geçenlerde, adına astrolog denen, gökteki yıldızlardan, gezegenlerden fal bakan kimselerin, küresel covid-19 salgınından enerji piyasasına, Avrupa Birliği’nin geleceğinden NATO’ya, IMF politikalarından Doğu Akdeniz’deki jeopolitik denklemlere kadar pek çok konuyu, Merkür retrosu, Jüpiter geri vitesi, dolunay ısırması, güneş patlaması gibi nedenlere bağlayarak konuşma cüretlerine tesadüf edince ve bu cüretin, ne kadar olağan karşılanır hale geldiğini görünce, sormadan edemedim: Aklın ipini bu kadar kaçırmamıza ve hayretin namusunu bu ölçüde yitirmemize sebep olan nedir?
İnsanlığın tarihi, doğa ile mücadelesinin tarihi. İnsan gözünü, topraktan, sudan, gökten hiç ayırmamış. Doğanın konuştuğu dili çözmeye gayret etmiş ki hayatta kalmayı başarabilsin. Gemisini kara ile buluşturmak zorunda olan denizci, hangi kuş okyanus gezginidir, hangi mesafede kanat çırpar, ayırt etmeyi öğrenmiş. Burnu ile kokunun izini süremeyen avcı, hangi hayvan, nerede nasıl iz bırakır, ne zaman ürer, nereden nereye ne vakit göçer, öğrenmiş. Gözlemleri olanı anlamaya yetmiş ve lakin açıklamaya yetmemiş. Örneğin, Yeni Zelanda’nın tarih öncesi sakinleri Maoriler, denizi coşturanın ve küstürenin Ay olduğunu fark etmişler ve farz etmişler ki Ay’da bir kadın yaşar, adı Rona, işi “gelgit denetçiliği”. Babilliler ise İştar demişler suları çekip bırakan Ay tanrıçasına. Mevcut bilginin, olanı açıklamaya yetmediği her durumda, insanın bir koluna umut girmiş, bir koluna korku ve bu iki keskin duygu arasında, anlayamadığına anlamlar yüklemiş insan. Rönesans döneminde kilisenin, Tanrı’dan başka hiçkimsenin ve hiçbir şeyin yazgıya hükmedemeyeceği gerekçesiyle astrolojiyi lanetlemesi, “Kilise lanetlediyse, astroloji iyi bir şeydir.” izlenimini uyandırmıştır, biliriz. Shakespeare, 17. Asrın basamağına çıkılırken yazığı Julius Caesar oyununda, rüyasında Caesar’ın öldürüldüğünü gören ve korkulu rüyası gerçek olan Calpurnia’ya, şu sözleri söyletmiştir:
“Kuyrukluyıldızlar görünmez, ölürken dilenciler
Prenslerin ölümünde ise gökler dahi ateş alır”
Çünkü biliriz, gökte kuyruğunu sürüyerek gezinen bir yıldız, büyük şahsiyetlerin ölümüne, krallıkların çöküşüne yorulurmuş. Ancak 21. asırdayız. İtalya’nın covid-19 salgını karşısındaki ağır sınavını, ülkenin ikizler burcu olmasına bağlayan ilkçağ hortlaklarıyla niyedir hâlâ bu samimiyetimiz?
Konu safsata olunca, cinsiyetçi yaklaşımlara değinmeden geçmek de istemem. Bir akademisyen beyefendiden, şu anlamı çıkarabildiğim bir iddia işitmiştim: Kadınlar, astroloji gibi safsatalara daha yatkınlardır, bilimsel düşünceyle araları iyi değildir. Felsefe gibi, gerçeğin gözlerinin arandığı konularla hiç ilgilenmemişlerdir. Yazdılarsa da kurmaca yazmışlardır. Faydacı ve çıkarcı yaradılışları sebebiyle, gerçekle işleri olmaz.
Bu iddiayı dinlerken, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında resmettiği “Profesör X”i anımsamıştım. Dişi Cinsin Zihinsel, Ahlaksal ve Bedensel Düşkünlüğü isimli devasa bir kitap yazmakta olan, iri yarı, sarkık gerdanlı, küçücük gözlü, kırmızı suratlı “Profesör X”. Vajinadan ziyade penisin, östrojenden ziyade testosteronun, yumurtadan ziyade spermin, X kromozomuna ahbaplık eden Y kromozomunun, gerçekle daha iyi geçindiği ve onu aramak konusunda daha cengâver olduğu savının, “Profesör X”in kitabında da hakkı ile yer alabileceğini düşünmüştüm. Biliriz ki içeriği değiştirmek, biçimi değiştirir. İnsan, ehlileştirdiği tohumu toprağa ektiğinde, bir hayvanın boynuna kement geçirdiğinde, bu eylemlerin nasıl bir toplumsal yapının temelini attığını bilmiyordu ve ilk efendiler ve köleler ile birlikte, kadının hayatının içeriği, pratik alanı ve sosyal statüsü de değişti. Hatta August Bebel, Kadın ve Sosyalizm adlı eserinde “Kadın, köleleşen ilk insandır.” der, “Kadın, köle var olmadan önce köledir.” Söz konusu denizcilik tarihinin keşif ve buluşları olduğunda, kadınlara pek rastlamazsınız. Nedeni açıktır. Kadınlar denize açılamıyorlardı. Ancak konu malzemelerin kimyası ve fiziği, metalürji, kimya gibi madde bilimleri, tıp, eczacılık, botanik olduğunda, zamanımızın Profesör X’lerini mahçup edecek bir tablo ortaya çıkar. Örneğin, çömlek yapımında, ateşin kili dönüştürmek için bilinçli kullanımı, insanın düşünebilmesi ve bilimin başlangıcı açısından büyük önem taşıyan bir buluş addedilir.[1] Pişirilmiş kilin özelliklerine dair bu çok büyük keşfi yapan öncü seramikçilerin ise kadınlar olduğu ileri sürülür.[2] İskenderiyeli simyacıların arasında, kadın isimleri vardır. Öncü toplayıcı kadınların doğa bilgisi, modern tarım bilimlerinin temelini oluşturur. Özetle ne düşünme yetisi ve ne safsataya yatkınlık cinsiyetlere özgüdür.
Konuya astroloji ile girdik ancak “sahte bilim, çöp bilim, çakma bilim” gibi isimler altında sınıflandırılan pek çok inanç ve pratik var. Kişisel gelişim kategorisi altında piyasaya sürülmüş kitaplara bakınız. Benim kütüphanemde de birkaç tane mevcuttur. Evrenin torpilinden, yıldızların hikmetinden nasipleneyim isteyen, eşin dostun hediyeleri. Masal kitapları gibidirler. Çocukluğumuzda, pirelerin berber, develerin tellal olduğu masalları can kulağıyla dinlerdik ve bilirdik, bunlar ancak masallarda mümkün olabilirdi. Bugünün yetişkinleri ise masallardan medet umar hale geldi. Ne imkânsız ki o kitaplarda! Hobi olarak değnekçilik yapan melekler otopark sorununa çözüm buluyor; günde beş öğün mantı yiyerek düşüncenin gücüyle iğne ipliğe dönebiliyorsunuz; geçmiş yaşamınızda hangi benliğiniz taktıysa ayağınıza prangayı, onu bulup dövüşebiliyorsunuz; yalnızca ödeyebileceğinize inanarak kiranızı denkleştirebiliyorsunuz. Temelde iki öğretileri vardır: Bireycilik ve Eylemsizlik. “Her şey mümkündür, her nimet ulaşılırdır. Fırsat ve kaynaklara ulaşmak için parmağını bile oynatmana gerek yoktur. İstemek ve inanmak yeterlidir. İyiyi düşün, kötüyü çağırma o yüzden hiçbir şeyle çatışma.” derler. Oysa yerini göğünü, mucize ambalajına sarıp parsel parsel sattıkları evrenin kendisi hareket demektir ve insanın bedensel ve ussal emeğinden başka hiçbir şey yeryüzünde değer yaratma gücüne sahip değildir.
Geçenlerde izlediğim, ABD’de oldukça popüler olan bir eğlence programında “Amerikan Rüyası gerçektir!” diye bağrışıyorlardı. “Yeterince inanan ve isteyen herkesin, hayalini gerçeğe dönüştürebildiği mucizeler ülkesi.” Salgın günlerinde, sokağa çekilen seksek çizgilerinde yatırılan evsizlerin, ölü bedenleri kamyon içinde çürümeye terkedilenlerin yeterince “inanmadıkları ve istemedikleri” için yakalayamadıkları mucize! Neoliberalizmle flört eden feminizmin de “inanmak ve istemek” temasıyla rüya pazarladığını görürsünüz. Kadını, insana kıyan sistem hariç her şeyin karşısında konumlandırırken, “isteyen ve başaran” kadınların hayat öykülerine yaslanırlar.
Emek insanın, hareket evrenin mütemmim cüzüdür. Onlarsız tanımlandıklarında, kendileri kalamazlar ve insanlığın, bu gerçeğe kör kalarak varabileceği bir yer de yoktur. Kapitalizm ve onun ürünü sosyal, kültürel politikalar, insanın bu gerçekle ilişkisini lime lime etmek üzerine kurulu. Safsata, bu asrın tezgâhında da kendine yer buluyor çünkü bu sistemin, bizzat kendisinin yarattığı çaresizlik, korku, yabancılaşma, yalnızlık karşısında, umudu ayakta tutabilmek için tezgâhına dizebileceği başka ürünü yok. Sıkıp suyunu çıkardığı insanın, posasını da sağmak için tüm hünerini sergiliyor ve ilk çağ hortlaklarını, yeni urbalarla aramıza salıyor. Bununla birlikte bu düzen, insanlığın asırların imbiğinden süzdüğü, gösterişli cümlelerle sözleşmelere, kanunlara yazdığı “olması gerekenler ve olmaması gerekenler” listelerini, yani o büyük insanlık ideallerini, hayat pratiği içinde inanılması en güç masallara dönüştürüyor. Kimse onlara tutunamıyor, kimse içlerine sığamıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi madde 1: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” Kâğıt üstünde pek afili görünen bu cümlelerin, kapitalizmin hayat pratiği içinde, “Orda bir köy var uzakta. Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” avuntusundan ziyade bir anlamı kalmış mıdır? Kulağa, safsatadan daha inandırıcı geldiğini söylemek mümkün müdür?
Öyle bir köy var evet, el ele ve birlikte ayakta durarak, insanlık onuruna yakışır bir yaşam sürmek, asla ulaşılamayacak bir hayalden ibaret değil ve fakat alt yapısıyla, üst yapısıyla, aklı ve vicdanı un ufak eden bir mengene gibi çalışan, insanı önce kendine yabancılaştıran, kardeşlik anlayışına bizzat kendisi kıyan, insanı insanın celladı kılan, insana insandan umut kestiren bu küresel garabetten o köye çıkan bir yol yok. Safsatanın ambalajı değişiyor ancak safsatayı, medet umulan bir çıkar yol haline getiren neden değişmiyor: Umudun ve korkunun çatışmasından türeyen belirsizlik ve çaresizlik duygusu. Bir dağın ateş kustuğuna yahut karanlığın güneşi güpegündüz yuttuğuna ilk kez tanıklık eden insan, açıklayamadığı ve bilmediği karşısında çaresizdi. Ancak bu asır, açıklayabildikleriyle, bildikleriyle, idealleriyle, varılacak yeri tarif ederek ve lakin oraya çıkan yolları tutarak, insanı, hayatı anlamlarından söküp kendi yaşam motifine uygun olarak yeniden örerek, bu kıyıcı sürgit içinde hapsetti insanı. Bu yılın Nisan ayında, yalnızca 24 saatlik zaman dilimi içinde, Amerika’da 5000 insan yaşamını yitirdi. Sebebi covid-19 salgını değildi, insan hayatını kâra kurban eden “insan yapısı” sistemdi. Ne ilim ne bilim ne ilerleme ne gelişme ne kanun ne sözleşme onlara yaşam hakkını vadedebildi çünkü sınıflı toplum yapısında insanlığın birikimi, yalnızca sömürenin kullanımına açık bir kasadan başkaca şey değildir, insanlığa biçilen kader ise çaresizliktir; insanı, kendini kusan düzende, anlamını, hayatın amacını, değerini, geleceğini ilk çağ hortlaklarından umar hale getirecek, aklın ipini kesecek, hayretin namusuna kıyacak kadar büyük bir çaresizlik.
[1] V. Gordon Childe, Man Makes Himsel.
[2] Nelson, Gender in Archaeology.