Çoklu-medya çağında toplum ve siyaset

Doç. Dr. Atakan HATİPOĞLU

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimi başka konuların yanı sıra medyanın siyasal bir aktör haline gelmiş olması ile de konuşuldu. Seçimlerden kısa bir süre önce Türk medya devi Doğan Holding’in Demirören grubuna satışı gerçekleşti. Bu satış, Türkiye’de medyanın tekelleşmiş yapısında bir değişmeye değil ama Erdoğan yönetiminin medya üzerindeki nüfuzunda ilerlemeye işaret etmekteydi. Cumhurbaşkanı adaylarından Muharrem İnce, seçim kampanyası boyunca medyanın kendisine yönelik bir tür “karartma” uyguladığından şikâyet etti ve mitinglerinde medya boykotunu kırmanın bir yolu olarak, katılımcılardan sosyal medyada canlı yayın yapmalarını istedi. Ortaya çıkan seçim sonuçları medya gücünü kontrol edenlerin, seçmen davranışları üzerinde belirleyici etki sahibi olduğu düşüncesini pekiştirdi. Medyada görünür olmakla oy almak arasındaki ilişki, sadece en çok gösterilenler üzerinden değil, gösterilmeyenler üzerinden de dikkat çekici bir doğrusallık içindedir. Siyasetin sadece Türkiye’de değil pek çok ülkede uzun bir süredir görselliğin kanunlarına tabi hale geldiği konusunda yaygın bir tartışma bulunmaktadır.

Medyanın siyasal aktörler arasında eşitsiz bir tutum almasının, seçim sonuçları üzerinde etkili olduğu biliniyor. 3 Kasım 2002 genel seçimleri öncesinde bir köşe yazısı kaleme alan iletişim bilimci Prof. Dr. Ali Atıf Bir, seçim sonuçlarının nasıl olacağını kestirmemize yardımcı olacak bazı veriler ortaya koymuştu. Bir ve arkadaşlarının 16-25 Eylül 2002 tarihleri arasındaki 10 günlük sürede, 11 ulusal TV kanalının ana haber bültenlerinin takip edilmesiyle elde edilen verilere göre, AKP ekranlarda 6,5 saat yer alırken, ikinci sırada 3,5 saat süreyle Genç Parti bulunuyordu. DSP, ANAP, DYP ise kendilerine 1-1,5 saat dolayında yer bulabilmişlerdi. Burada dikkat çeken husus, AKP’nin yeni kurulmuş, parlamentonun dördüncü partisi durumunda olmasına rağmen hükûmet partilerinden daha fazla “gösterilmiş” olmasıdır. Seçimlerden düşük bir oy oranıyla çıkacak olan İşçi Partisi’ne ayrılan süre ise toplamda 4 dakika dolayındaydı.[1]

Medya görünürlüğünün siyasal sonuçlarına ilişkin olarak aynı seçim döneminde sürpriz bir çıkış yapmayı başaran Genç Parti olayı, üzerinde biraz daha durmayı hak etmektedir. Bu parti, 3 Kasım 2002 genel seçimlerine gerçek bir parti örgütü, deneyimli kadrolar ve sınanmış bir program gibi siyasî partileri tanımlayan temel ölçütlerden yoksun biçimde girmişti. Partinin lideri Cem Uzan, seçim kampanyasına 10 Temmuz’da, yani seçimlerden üç ay kadar önce çok sayıda televizyon kanalından aynı anda yayınlanan ve dokuz milyon kişinin izlediği 12 dakikalık bir konuşma ile başlamıştı. Genç Parti’nin seçim kampanyası Uzan ailesinin kontrol ettiği Star TV, Tele On, Kral TV ve Kanal 6 televizyon kanalları, Süper FM, Kral FM, Joy FM ve Metro FM radyo kanalları, 358 bin tirajlı Star ve 40 bin tirajlı Damga gazetesi ile milyonlarca Telsim abonesine gönderilen SMS mesajlarının desteğinde yürütüldü. Parti 147 il ve ilçede yemekli-konserli mitingler düzenledi, Yahoo ve Hotmail gibi e-posta servisi sağlayan internet sitelerine reklamlar verdi.[2] Kavgalı oldukları Doğan grubu medyasında ve diğer yayın organlarında birkaç istisna dışında haber ve değerlendirme konusu olmamakla birlikte Uzanların kendi medya güçleri ve parasal imkânları, Cem Uzan’ın siyasî bir “star” olarak sunulması üzerine kurulu bir kampanyayı başarıyla yürütmelerine izin vermekteydi. Programı, gerçek örgütleri ve kadroları olmayan Genç Parti, üç aylık yoğun medya görünürlüğü odaklı kampanyanın sonucunda oyların % 7,25’ini (2 milyon 285 bin oy) almıştı. Yoğun medya görünürlüğü ve ekonomik güç gösterisi, seçmenlerin ne Cem ve kardeşi Hakan Uzan’ın Ürdün vatandaşlığını, ne de bu ailenin Motorola ve Nokia ile mahkemelik oldukları ve dolandırıcılıkla suçlandıklarını dikkate almasını sağlamaya yetti. Ancak 28 Mart 2004 yerel seçimleri öncesinde Rumeli Holding’e düzenlenen operasyon sonucu Uzan ailesi ellerindeki imkânları kaybettiler. Bu koşullarda yürütülen ikinci seçim kampanyası yine görünürlük üzerine kuruldu. Yemekli-konserli mitinglerin yerine bu kez Doğan medyasınınkiler de dâhil olmak üzere futbol maçları, kadın programları ve televizyon dizileri gibi izlenme oranları yüksek programların akışı sırasında reklamlar verildi. Seçim sonucunda il genel meclisi seçimlerinde partinin oyları % 2,6’ya düştü. Seçmenlerin gözünde partinin gücüne ilişkin algı değişmiş, “güçlü işadamı-zengin aile-sınırsız kaynaklar sacayağına dayalı bir imaj seti” dağılmıştı.[3] Ancak alınan oy tersinden de okunabilir ve her şeye rağmen etkili bir medya kampanyasının anlamlı bir oy oranında tutunmayı mümkün kıldığını gösteren bir kanıt olarak görülebilir.

Günümüzde medyanın toplumsal hayatın her alanındaki yerinin giderek ağırlık kazanmasının yarattığı etkiler yoğun biçimde tartışılmaktadır. Bunun nedeni medyanın sadece yukarıda örneklendiği üzere siyasal alanla ve seçmen davranışlarının yönlendirilmesiyle sınırlı kalmayan, başka alanlara da sirayet eden sağlıksız bazı biçimlerin ortaya çıkmasını teşvik etmesidir.

Çoklu (multi) medya çağı ve

yeni toplumsallaşma

Dilimize yanlış biçimde “kitle iletişim araçları” diye geçmiş olan ve aslında kitle ‘iletim’ aracı demenin daha doğru olacağı “mass media”, afiş, yazılı basın, sinema, radyo, TV ve interneti kapsayan araçların ortak adıdır. Medya araçları mesajı tek yönlü olarak yayan, çoğaltan araçlardır ve yüz yüze, karşılıklı iletişim olmadığından dolayı mesajın belirli bir hedef kitlesi olsa bile alıcıları anonimdirler.[4] Medyanın etkisi mesajı sosyal açıdan genişletmesinde yatar. Bu açıdan uzmanlık yayınlarını ya da birkaç bin satan bir kitabı medya sayma olanağı yoktur.

19. yüzyılda günlük gazetenin ortaya çıkması medyayı gündelik hayatın önemli bir parçasına dönüştürmüştü. Gazeteler kısa bir süre içinde sadece bir haber alma kaynağı değil aynı zamanda dünyayı anlama, anlamlandırma kaynağı olarak da işlev görmeye başladılar. Ancak gazetenin bireye etkisi, ancak onu satın almak için özel bir çaba harcadığınızda söz konusu olabilmekteydi. Sinema da benzer bir şekilde alıcının belli bir fiziksel çaba harcaması halinde mesajını iletebilmekteydi. Oysa radyo ve TV, bir kez satın alınıp eve getirildiğinde çok daha zahmetsiz ve hatta dinlenme etkinliğinin bir parçasına dönüşecek şekilde, daha istenir bir biçimde kitlelerin gündelik hayatlarının parçası olmaya başladılar. İnternetin ortaya çıkması ve cep telefonu teknolojisiyle birleşerek elimizin altına, cebimize girmesi medyanın günlük hayatımızdaki yerini daha da arttırmıştır. Bugün gerek geleneksel medya gerekse sosyal medya üzerinden insanların uyku dışında kalan yaşam sürelerinin giderek artan bir kısmı, medya kullanımı ile ilişkilenmektedir. Bu durum bazı kendine özgü sorunları beraberinde getirmektedir.

Televizyonun hayatımıza girmesinden sonra yapılan çok sayıda araştırma, insanların günlük TV izleme sürelerinin giderek artmakta olduğunu göstermektedir. 1950’lerde günde ortalama 3 saat TV izleyen Amerikalı bir aile, 1990’larda 7 saat izlemekteydi.[5] Türkiye 2017 verilerine göre günde ortalama 5,5 saat ile dünyanın en çok TV izleyen ülkelerindendir.[6] İnternetin ortaya çıkması ve bir süre sonra cep telefonlarıyla birleşmesi, çoklu (multi) medya çağını başlattı. Günümüzde medya, ulaşmak için TV karşısına geçmeyi veya gazete satın almayı gerektirmeyen, cebimize girmiş olan ve her an erişilebilir durumda olan bir olgudur. Son araştırmalar, insanların günde birkaç bin kez cep telefonlarını yokladıklarını ve gazete, radyo, TV, internet vb. üzerinden medyaya “maruz kalma” süresinin tarihin en yüksek düzeyine eriştiğini ortaya koymaktadır. Yapılan araştırmalar Türkiye’de insanların ortalama 13 dakikada bir cep telefonuna bakma ihtiyacı hissettiklerini ortaya koymaktadır.[7] Tüm toplum kesimleri içinde özellikle çocuklar daha fazla TV izlemektedirler. Amerikan toplumunda bir çocuk ilkokula başlamadan önce yaklaşık beş bin saat, ortaokulun sonunda yaklaşık on dokuz bin saat TV izlemiş olmaktadır. Oysa bu esnada okulda geçirdiği süre on üç bin saattir. Cep telefonlarının multi medya çağını başlatmasından önce ortalama bir Amerikalı çocuk uyanık saatlerinin yüzde otuzunu televizyon karşısında geçirmekteydi.[8] Aileler açısından TV ve cep telefonu, çocuğun ilgisini başka bir alana kanalize eden kurtarıcı olarak işlev görüyor. Ancak genç kuşaklar yetişkinler arasına katıldıkça, sosyal ilişkileri ve gerçeklik algıları dönüşmüş bir kitle toplumsal vasatı oluşturmaya başlıyor.

Artık medyasız bir hayat düşünülemiyor. Cep telefonu ve internet, yeni türden bağımlılıkların tanımlanmasına neden olmuş durumda. Bunlardan biri olan ve İngilizce “no-mobile-phone phobia” kelimelerinin kısaltılmasından türetilen nomofobi, yeni bir kaygı türü. Kişinin cep telefonundan ayrı kaldığında paniklemesi veya ümitsizliğe düşmesi, etrafındaki konuşmalara veya işe odaklanamaması ve sürekli cep telefonunu kontrol etme ihtiyacı hissetmesi biçiminde ortaya çıkıyor.[9] Fakat çoklu-medyanın toplum ve birey üzerinde artan etkisinin yarattığı sonuçlar sadece psikolojinin ilgi alanına girmiyor. Medya çağı, iletişim düzenlerinin dönüşmesi ve bilgilenme, yorumlama, hayatı anlamlandırma etmenlerinin değişmesi üzerinden yeni sosyal ilişki türlerinin ortaya çıkmasını da sağlıyor. Yapılan araştırmalar TV izleme oranı arttıkça evin dışında toplumsal ilişkiler kurma eğiliminin azaldığını ve çocuklarda okul başarısının düştüğünü ortaya koymaktadır.[10] Medya ulusal dil ve kültürün yayılmasına ve toplumun ortak değerler etrafında örgütlenmesine hizmet eden bir araç olarak işlev görmektedir. Ancak eğitim düzeyinin düşük olduğu toplumsal kesimlerde ve ulusallaşmasını tamamlamamış toplumlarda medyanın temel bilgi ve eğlenme kaynağına dönüşmesi, tümüyle medyaya dayalı –ve dolayısıyla medyanın mantığına teslim olmuş- bir toplumsallaşma türü yaratabilir.[11] Bu tehlikeye verilebilecek örneklerden biri toplumsal hafızanın medya mantığınca oluşturulmasıdır. Geçmişte neyi nasıl hatırladığımız sorusu, tek bilgilenme kaynağı medya olduğu takdirde medyanın olayı seçme ve sunma biçiminin etkisini taşımaya başlamaktadır. Kamusal olayları medya aracılığıyla öğrenen insanların, aradan bir süre geçtikten sonra olayları hatırlamalarında medyanın geçmişteki sunuş tarzının büyük etkisi görülmektedir. Medya işleyiş mantığı uyarınca olayları sembolleştirerek, kişiselleştirmektedir. Sunulan olayın kurgusu bu kişiler üzerine yoğunlaşır. Böylece olaylar ve bu olayların dayandığı neden-sonuç bağlantıları bir kenara bırakılarak, medyanın öne çıkardığı kişiler olayların sembolik tanımlayıcısı haline gelirler. “Rüşvet, adam kaçırma, öldürme vs. gibi ana konular yerlerini, olayların yörüngesinde yer alan kişilere devreder. Bu noktadan itibaren medyatik bir yanılsama süreci işlemeye başlar.”[12] Medya ile büyümüş, temel haber alma kaynağı medya olan ve hayatı medya üzerinden anlamaya çalışan insanların, olaylar arasında bütüncül, nedensel ve derinlikli bir bağlantı kurma yetenekleri gelişmemektedir. Medya, kitlelerin algıları üzerindeki etkisi üzerinden, kendi işleyiş mantığını hayatın başka alanlarına da teşmil ederek medyatikliğin etkisine sokmaktadır. Bir başka deyişle, medyaya maruz kalma süresi arttıkça, medyatik mantık gündelik hayatın temel algı biçimi halini almaya başladı. Bu nedenle medyanın nasıl bir mantıkla işlediğini bir başka deyişle medyatik mantığın özelliklerini anlamak, diğer alanların nasıl etki altına alındığını anlamak açısından önem taşımaktadır.

Medyanın yapısal mantığı

Medya doğası gereği seçicilik esasına göre çalışmak zorundadır. Hayatın akışı içinde olan biten milyonlarca olay içinde sadece haber değeri taşıyanların bile bütün gün boyunca izleyicilere aktarılma şansı yoktur. Kaçınılmaz olarak bir seçme/eleme yapılması ve en uygun görülenlerin aktarılması gerekir. Hangi mesajın en uygun olduğuna karar veren eşik bekçileri (gatekeeper) mesajları ihtiyaca göre seçen, değiştiren, reddeden ve bu yolla da bir alıcı veya alıcılar grubuna enformasyon akışını etkileyen üst düzey yöneticilerdir.[13] Mesajların eleme ve yeniden-biçimlendirilmesi keyfi müdahaleler gibi düşünülmemelidir. Medya, izleyicileri için neyi eleyerek neyi sunacağına ilişkin bazı ölçütlere sahiptir. Zaman sınırı, haber değeri gibi teknik açıdan zorunlu olanlar bir tarafa bırakılacak olursa, bu ölçütlerin en önemlisinin ideolojik-siyasî ölçüt olduğu söylenebilir. Bu ölçüt, kurulu ekonomik dengeler içinde medya sahipleri olarak egemen sınıfın ekonomik çıkarlarından doğmaktadır. Örneğin Fransa’nın en büyük gazetelerinden biri olan Le Figaro’nun gelirlerinin yüzde 85’i reklamlardan sağlanmaktadır.[14] Bu durum, büyük medya kuruluşlarının hepsi için geçerlidir. Bu koşullarda medya kuruluşları, sahiplerinin, reklam vericilerinin ve sponsorların ekonomik çıkar ve beklentilerine aykırı olayları görmezden gelmek ve onların bir ‘haber değeri’ taşımadığını kabul etmek zorundadırlar. Son on yıllarda medya, özellikle reklam sektörünün gelişmesi sonucu endüstriyel bir sektöre dönüşmüş durumdadır.* Demokratik ülkelerde her ne kadar irili ufaklı çok sayıda medya kuruluşu faaliyet gösterse de izleyici kitlesinin büyük kısmına ulaşabilenler tekelleşmiş durumdadır. Bunlar ya holdingleşmiş medya kuruluşları ya da medya alanında da yatırım yapmış olan holdinglerin elindeki medya kuruluşlarıdır. Tekelleşmiş medya kuruluşları kapitalist ekonominin kurallarına uygun ticari bir mantıkla çalışır ve alıcılara ürün satarlar. Ancak sanılanın aksine bu kez alıcılar ekran karşısındaki tüketiciler değil, reklamcılardır. Ürün ise gelirleri, alım güçleri ve beklentilerine göre kategorilere ayrılmış olan izleyicilerdir. Bir başka deyişle, büyük medya kuruluşları izleyicilerini diğer ticari işletmelere “satan” kuruluşlardır.[15] Benzer bir şekilde facebook, twitter gibi yeni nesil sosyal medya mecralarının gelirleri kullanıcılarının verilerini reklam verenlere hedefleme yapabilmeleri için satmaktan gelmektedir. İnternet kullanıcılarının her tıklaması, cep telefonlarına yükledikleri her uygulama ve kullanma hareketleri, onların kişisel bilgilerinin toplanmasını ve internete girerken o kişiye özel reklamların yapılabilmesini sağlar.[16] Dolayısıyla medyatik seçicilik, izleyicilerin metalaşması ile yakından ilişkilidir. İzleyicilere sunduğu her olay, nesnel olarak olay değeri taşıdığı için değil, medyanın ekonomik ve siyasî çıkarları açısından “farkına varmamız” istendiği için seçilmiştir. [17]

Medyatik seçicilikteki ideolojik-siyasî boyut, haber olarak verilen olayların sunuş diline de yansımaktadır. Haber bültenlerinde hükûmetten yapılan açıklamalar, “başbakan … olduğunu ‘belirtti’, ‘vurguladı’, ‘açıkladı’” vb. kesinlik bildiren ifadelerle verilirken, muhalefet partilerinden gelen açıklamalar “x partisi lideri … olduğunu ‘iddia etti’” şeklinde verilme eğilimindedir. Ya da hayat pahalılığına ilişkin bir haberin “aniden bindiren vergiler, zamlar ve çıldıran dolar vatandaşı kıskaca aldı” gibi failsiz bir ifadeyle verilmesi ve böylelikle hükûmetin sorumluluğunun gizlenmesi şaşırtıcı olmaz.[18]

Medyatik mantığın yapısal özelliklerinden ikincisi parçalılıktır. Geçmişte hükûmetlerin denetlenmesi anlamına gelen ve hatta zaman zaman hükûmetlerin devrilmesine neden olan yolsuzluk vb. yanlışları açığa çıkaran gazeteciler sayesinde, medya yasama, yürütme ve yargıdan sonra gelen “dördüncü güç” olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle medyanın kamusal bir işlev yerine getirmesi yönünde yaygın bir beklenti vardır. Fakat ticari rekabetin acımasız kuralları, medyanın özellikle televizyon ayağında kendine özgü bir işleyiş mantığı yaratır. Bütün medya sistemi zamana karşı yarışmak zorundadır. Her haber, yayınlandığı anda eskimekte ve medya sonsuz bir şimdiki zamanda varlık göstermektedir.

Medyanın karşı karşıya olduğu ve rekabetin ağırlaştırdığı zaman baskısı, olayların uzun, tutarlı ve nedensel bir biçimde sunulmasını yapısal olarak engellemektedir. Mesajın olabildiğince çabuk ve etkili verilebilmesi için görselliğin desteğini almak belirleyicidir. Zaman baskısı mesajın verilmesinde tutarlılığın ve hatta anlamın ortadan kalkmasına neden olmaktadır.[19] Maruz kalınan sürenin uzaması ve bir toplumsallaşma biçimine dönüşmesi ölçüsünde medya topluma kendine özgü bir kültür aşılamaya başlamaktadır. Bu yeni medyatik kültürün özelliği bilgilerin birbirleri ile bütünleşmemiş, organik hale gelmemiş, yan yana duran, parçalı bir manzara arz etmesidir. En iyi örnekleri yarışma programlarında bulunabilecek bu parçalılık durumunda, insanların muhakeme yapması, olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri kurması, tarih bilincine sahip olması, akıl yürütmesi değil, gösterilen imajları “tanıması” özendirilmektedir. Örneğin bir magazin dergisinin bulmacasında ya da bir çarkıfelek yarışmasında Yunan Mitolojisinde bir tanrı adı, bir halk deyimi, bir pop yıldızı ve bir bilim adamının adı gibi kendi içinde bütünlük oluşturmayan bilgi parçacıkları peş peşe sorulabilir. Medyanın kendiliğinden işleyişinin doğal sonucu olan bu parçalı kültürün teşvik ettiği şey “yüzlerce, binlerce bilgi parçacığını belleğine depolamış, ama bunlar üzerinde nasıl akıl yürüteceği konusunda yeterince donatılmamış bir insan tipi”nin oluşmasıdır.[20] Televizyona oranla çok daha denetimsiz bir alan olan internet, söz konusu parçalılığı kendine özgü bir yoldan teşvik etmektedir. Bu mecra, imal edilmiş görsel malzemeler tarafından desteklenmiş dedikodular ve psikolojik savaş materyalleriyle doludur. Komplo teorileri internet sayesinde adeta “ikinci bahar” yaşar gibidirler. İnternet bilimsel düşünme disiplini kazanmamış ve kendisini savunmak için gereken donanıma sahip olmayan kitlelerde doğru ve yanlış bilgi arasında ayrım yapma yeteneğini felce uğratmakta, hayatın bütünsel ve somut temellerde kavranmasını zorlaştırmaktadır.

Ticari rekabetin kurallarına tabi olan medyanın üçüncü yapısal mantık ilkesi heyecan-odaklılıktır. Batılı gazetecilerin bir işleyiş kuralı olarak ifade ettikleri “If it bleeds, then it leads” (Kan varsa manşet olur) formülasyonu[21], medya kuruluşlarının reklam gelirlerini sürdürebilmeleri için gerekli olan bir zorunluluktur. İzleyicilerin ilgisinin sürekli yüksekte tutulabilmesi, rekabet avantajı yaratmak için şarttır. Bu ise sonuçta kültürel yozlaşmaya varacak olsa bile medyanın, kendi çalışma tarzının toplumsal sonuçlarına karşı miyop olması demektir. Televizyon haberlerine ve çok satan gazetelerin -adı her ne kadar “üçüncü sayfa”ya çıkmış olsa bile- bütün sayfalarının ruhuna işlemiş olan yönelim felaket tellallığıdır. Haberlerde ve “haber değeri olduğu için” izleyicilere sunulan diğer tüm mesajlarda çoğunlukla korkutucu, heyecanlandırıcı, dışarıdan gelmekte olan tehlikelere karşı sürekli uyarıcı bir eğilimin varlığı görülür. Bunun tersine insanların başarıları, mutluluk verici dayanışma öyküleri, edebi eserler, sanat ürünleri, teknolojik buluşlar ve diğer yaratıcı eylemler kendilerine çok az yer bulabilirler. Postman’a göre “insanlar TV izlemenin rahatlama ve kaçış sunduğunu zannetmesine rağmen, aslında televizyon insanları izlemeden önceki ruh durumlarından daha kötü bir durumda bırakmaktadır”.[22] Medyanın izleyici ilgisini sürekli kılmak ve kendi üzerinde toplamak amacıyla heyecan ve korku düzeyini yüksek tutması, en önemli bilgi kaynağı medya haline gelmiş insanlar üzerinde ve medyanın yeni bir toplumsallaşma meydana getirdiği günümüz toplumlarında insanlar arası ilişkileri kötümserlik ve güvensizlik temelinde etkilemektedir. 

Öte yandan medyanın her gün vermek zorunda olduğu bu kadar çok kaza, ölüm, tecavüz, soygun ve benzeri felaket haberleri kitleler üzerinde zamanla bir tür alıştırma etkisi yaratmaktadır. Toplumun her köşesinden her an kovayla dökülürcesine olumsuzlukların boşaldığını düşünmeye başlayan insanlarda toplumsal sorunlara karşı bir eşik yükselmesi, duyarsızlaşma ve hareketsizleşme eğiliminin ortaya çıkacağı öngörülmektedir. Sennett’e göre, çoklu medya çağında çok yüksek düzeyde görsel imaja maruz kalan insanlar, daha az düzeyde karşılıklı ilişkiye girmektedir. Medya, toplumda olup bitenler üzerine insanların sahip olduğu haberdarlık düzeyini arttırsa bile, onların bu verileri eyleme dönüştürmelerini imkânsız hale getirir. Medyatik mantığın toplumsal sonucu, dünyayı pasif bir biçimde izleyen (röntgenleyen) insanların ortaya çıkmasıdır.[23] Medyatik toplumsallaşma, tüketim kültürü karşısında şizofren bir duyguya kapılan izleyicilerin kayıtsızlaşmasına neden olmaktadır. Çünkü insanların kendisine medyanın söylediklerini medyanın kendisinden başka test edebileceği bir kaynak kalmamış gibidir. Günümüzde medyanın toplum üzerinde ulaştığı etkinin ayırt edici özelliği budur.[24] Bu nedenle batılı ülkelerde egemen sınıflar toplumsal kontrolü demokrasi görünümü altında sürdürebilmektedirler. Batı “demokrasilerinde” sansür, ayıklama ve elemeye değil çoğaltmaya dayandırılmıştır. “Bir haberi yok etmek için hemen arkasına bir başka haber eklemek yeterlidir.”[25] Haber adı altında her gün tekrarlanan ve çoğu gündelik yaşamın tatsız yönlerine ilişkin olan, binlerce TV kanalı ve milyonlarca internet sitesinden boca edilen mesaj bolluğu, neyi nasıl ayıklayacağını bilmeyen, doğru ile yanlış, işe yarayan ile yaramayan arasında nasıl ayrım yapacağına ilişkin birikimi olmayan insanların harekete geçme güdüsü üzerinde felç edici bir etki yaratmaktadır. Postman’a göre, egemen çevrelerin sosyal kontrolü, Orwell’in 1984’te modellediği biçimde yani açık baskı rejimleri şeklinde sağlamasına gerek kalmamıştır. Medya çağında sosyal kontrol Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında modellediği biçimde kurulmaktadır. Kitleler bilgilerin gizlendiği açık baskı koşullarında değil, bilgi, eğlence ve hazza boğuldukları açık toplum koşullarında kontrol edilmektedirler.[26]

Siyasetin medyaya ilgisi

Medya tarihsel olarak siyasal işlev üstlenerek doğmuştur ve dolayısıyla siyasetten ayrı düşünülemez. Siyaset, doğası itibarıyla geniş kitlelerin rızasını almaya dönük bir faaliyettir ve geniş kitlelere mesaj verebilmenin en iyi yolu olarak medyaya karşı doğasından kaynaklanan bir ilgiye sahiptir. Tarihte yayımlanan ilk gazeteler arasında salt ticari amaçlı olanlardan çok daha fazla etki uyandırmış ve okurla gazete arasında aidiyet bağlantısı yaratmayı başarmış olanlar siyasî hareketlerin sesi niteliğini taşıyan yayınlar olmuştu. Özgürlükçü fikirlerin geniş kitlelere duyurulabilmesi, onlara mal edilebilmesi ve gerekirse bu fikirler etrafında kitlelerin örgütlendirilebilmesi aracı olarak gazete, burjuva devrimler sürecinde insanlık sahnesine çıktı. Gazeteler, basımevleri, kitaplar ve süreli yayınlar, kitlelere en son düşünsel gelişmeleri ve olayları, tabii bu arada millî bilinci taşıma işlevini üstlendiler. Gazete ve dergiler, modern toplumun oluşmasına giden yolları açan büyük burjuva devrimlerinin millet yaratma ihtiyaçlarına cevap verdiler. Örgütlenme ve kitlelerin rızasını oluşturmadaki tayin edici rolleri nedeniyle kısa bir süre içinde hükûmetler de kendi gazetelerini çıkarmaya veya bazı gazeteleri desteklemeye başladılar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sahneye çıkan işçi sınıfının da örgütlenmesinde yayın faaliyeti büyük önem taşıdı. Lenin, Bolşeviklerin denetimindeki yayınları siyasî mesajları ileten birer araç değil, öncü partinin inşa edilmesi için gereken “iskele” olarak görmüştü. Siyasî tarihte medyayı en iyi değil fakat en yoğun şekilde kullananlar faşistler olmuştu. Nazi yönetimi, Goebbels’in sorumluluğundaki propaganda bakanlığı üzerinden ve sinema, radyo ve yazılı basın üzerinde tam hâkimiyet kurmuş ve Alman halkı üzerinde inandırıcılığı olmayan basit klişelerin tekrarına dayanan yoğun bir medya bombardımanına girişmişti.

Siyasetin medyaya yönelik ilgisi iki yönlü sonuç doğurmaktadır. Muhalefetin etkisi altındaki medya kuruluşları, özeleştiri yetenekleri sınırlı olmakla birlikte, verili güç dengeleri içinde özellikle hükûmetlerin denetlenmesini mümkün kılmaktadırlar. Ancak hükûmetlerin etkisi altındaki medya kuruluşları “dördüncü güç” rolü oynama şansına sahip değildirler. Asıl sorun, medyanın çoğu kez siyasal güç merkezleri ile ilişkilerinin çok daha belirleyici olmasıdır. Bunun ilk nedeni hükûmetlerin medyayı denetim altına almak açısından bazı avantajlara sahip olmalarıdır. Devletin ekonomik faaliyetler açısından etkin olduğu ülkelerde medya kuruluşları başlangıçta bağımsız olsalar bile kamu bankalarının reklamları, kamu yatırımları için açılan ihaleler, kâğıt vb. dışalımları, kamu ilanları, örtülü ödenek yardımları, kredi teşvikleri vb. üzerinden hükûmetin yörüngesine girebilmektedirler. Kaldı ki, kapitalistleşme sürecinin kaçınılmaz sonucu olarak artan reklam harcamaları medyanın bir endüstriye dönüşmesini sağlamak zorundadır. Bu ise medya dışında yatırımları olan sermaye çevrelerinin sektöre girmeleri anlamına gelmiştir. Türkiye’de medyanın dönüşümü bunun tipik bir örneğini oluşturur. Türk medyasının tarihi, Türkiye’nin sermaye birikim tarihinin ve yapısının izlerini birebir yansıtmaktadır. 19. yüzyılda siyasal bir kimlikle doğmuş, Cumhuriyet sonrası bu kimliğini devam ettirirken bir taraftan da edebiyatçı-yazar ağırlıklı bir görüntü vermiş olan Türk basın sektörü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ticari-popüler bir görüntü kazanmaya başlamıştır. 1980 sonrasında dışa açılma, neoliberalizm ve kozmopolit kültür, medyanın dönüşümünü tamamlamış ve holding medyasına varılmıştır. Artık hükûmetlerin medyayı denetim altına almak için özel tedbirler geliştirmelerine gerek kalmayacak, tekelci sermaye yapısı kendiliğinden hükûmet çıkarlarıyla bütünleşme eğilimi sergileyecektir. Bir başka deyişle siyasetin medyaya yönelik yapısal ilgisi, medyanın da siyasete olan ilgisi ile tamamlanmaktadır.  

Medya ekonomisi:

Tekelleşme ve “dördüncü güç” efsanesi

Siyasetin medyaya yönelik ilgisi, medyanın da siyasete yönelik ilgisi ile dengelenmektedir. Bunu söylerken, zaten siyasal bir iddianın sahipleri tarafından kurulmuş medya organlarından değil, ticari amaçlarla faaliyet gösteren kuruluşlardan bahsediyoruz. Kuruluş amaçları ticari olsa bile medyanın siyasal alana ilgi göstermek zorunda olmasının ilk nedeni teknik olarak gelişmiş, yaygın bir alanda faaliyet gösteren ve kârlılığı gözeten bir yayıncılık girişiminin pahalı bir faaliyet olmasıdır. Günlük bir gazete ya da TV kanalı kurmanın ve sadece yayıncılıktan elde edilen gelirlerle sürdürmenin altından büyük sermaye çevreleri dışında kalkabilmek –imkânsız değilse bile- oldukça zordur. Medya sektörüne yatırım yapmış sermayedarların ise, siyasal süreçlere, siyasal güç dengelerine, hükûmet politikalarına, ekonomik ve dolayısıyla siyasal istikrara ilgi duymamaları mümkün değildir. Bir başka deyişle, egemen sınıflar neden siyasal denetim kurmak ve sürdürmek isterlerse, medya sahipleri de aynı sebeple isterler. Bu durumda medyaya atfedilen dördüncü güç olma iddiası, göreceli bir hal almaktadır. Kendi aralarında rekabet halinde olan egemen sınıfların farklı kanatları ellerindeki medya imkânlarını birbirleri ile mücadelede kullanmakta ve zaman zaman hükûmetlerin düşmesini sağlayabilmektedirler ABD’de gazetecilerin Watergate skandalını açığa çıkarmaları ya da Türkiye’de özellikle 1990’ların istikrarsız hükûmetleri karşısında basının baskı yaratabilmesi buna örnektir.

İkinci olarak, büyük sermayenin denetimine girerek tekelleşen medya sektörünün basın özgürlüğü ve haber alma hakkını ortadan kaldırabilme yeteneğine erişmesidir. Bu durum medyanın siyasal iktidarın elinde toplumsal denetimi sürdürmek için bir “ideolojik aygıt” olarak örgütlenmesi anlamına gelmektedir. Yukarıda 19. yüzyıldan başlayarak hükûmetlerin kendi denetimlerinde gazeteler çıkardıkları ya da destekledikleri belirtilmişti. Ancak ekonomik iktidarla siyasal iktidarın kaynaştığı tekelci kapitalizm (emperyalizm) aşamasına ulaşıldığında medyanın siyasal karakteri de dönüşüme uğradı. Medyanın temsil ettiği ekonomik dinamiklerinin dönüşmesi, onu Althusser’in ifadesiyle “devletin ideolojik aygıtı” haline dönüştürdü. Bu aşamadan sonra medya artık egemen sınıf lehine kitlelerin rızasının imal edilmesi için faaliyet yürüten bir güdümleme (manipülasyon) aracı olarak örgütlenmiştir.

Medyanın iki temel işlevinden ilki olan kamuoyunu yansıtmanın ekonomik ve siyasî güdülerce sınırlandırılmış bir seçme süzgecinden geçtikten ve reyting/tiraj kanunları uyarınca görselleştirildikten sonra mümkün olduğuna yukarıda işaret edildi. İkinci temel işlevi olan kamuoyu oluşturma ise günümüzün tekelci medyasının çok daha belirgin bir özelliğidir. Chomsky’nin “propaganda modeli” adını verdiği sisteme göre bu işlev, tekelleşmiş kuruluşların elindeki endüstriyel medyanın amacı kitlelerin ayrıcalıklı kesimlerin egemenliği temelinde oluşturulmuş mevcut sisteme rıza göstermelerini sağlamaya dönüktür. Egemen ekonomik ve siyasal güçler ile toplumun geri kalanı arasındaki ilişkide medyaya düşen görev, düşüncelerin kontrol edilmesi, kitlelerin belli bir konudaki görüş ve algılarının yönetilmesidir. Kamuoyunun imal edilmesi, işi kaba-saba ve çok belli edecek şekilde yapılamaz. Aksi halde kendisini aldatılmış hisseden insanların tepkisini çekmesi ve yönlendirmenin etkisiz kalması söz konusu olacaktır. Bu amaçla tutulacak ilk yol, egemen sınıfların ve ekonomik-siyasî iktidar çevrelerinin çıkarları açısından kitlelerin bilmesini istemediği olay ve olguları karartmak, onlara set çekmektir. Canlı tartışmalar, farklı görüşlerin kendilerini ifade etmeleri ve medyanın tarafsızlık görüntüsü kesinlikle istenen bir durumdur. Ancak gösterilecek olan kişi, kurum veya görüş/iddianın çıkarlar açısından esasa dokunmaması gerekir. Bir başka deyişle medyanın demokratik ve çoğulcu görüntüsü, ancak taktik düzeydeki farklılıklar arasında yapılacak canlı tartışmalara izin verir. Böylece kitlelerde her şeyden haberdar oldukları, medyanın kendilerine her türlü düşünce ve yorumu ulaştırdığı, ülkede yerleşik bir demokrasinin hüküm sürdüğü yanılsaması yaratılabilir. Propaganda modeline göre medya, 1- görmezden gelme, 2- temize çıkarma, manipüle etme, 3- suçlama, taarruz etme ve karşı güçleri itibarsızlaştırma (psikolojik savaş) ilkelerine uygun olarak egemen güçlerin çıkarına hizmet eder.[27] Bu maddelerin mantığı siyasal düzleme uygulanacak olursa, medyayı kontrol eden çevreler açısından ilk ve en temel hareket tarzı, desteklenen partileri sürekli gösterme, hatırlatma, desteklenmeyen partileri unutturmadır. Eğer bu yeterince işe yaramazsa bir adım geriye çekilerek demokratik tartışma ortamı görüntüsü yaratılmak zorunda kalınır. Desteklenen partiler ile desteklenmeyen partiler arasında bir algı farkının yaratılabilmesi için koşullar oluşturulur. Örneğin tartışma programlarında destek verilmeyen partilerin yöneticilerine yönelik sinir bozma, azınlıkta bırakma, küçük düşürme, hata yaptırma, inandırıcılığı sorgulama ve ikna olmama vb. taktiği uygulanır. Desteklenen görüşün savunucusu iyi bir konuşmacıya karşılık desteklenmeyen görüşü savunmak üzere daha düşük profilli bir konuğun davet edilmesi türünden taktikler de değerlendirilir. Bunun da yeterince işe yaramadığı ve istenmeyen siyasal güçlerin denetlenemeyeceği kaygısının arttığı anlarda üçüncü ve son ilke devreye sokulur. İtibarsızlaştırma işi doğrudan karalama, iftira atma ve suçlama amacına dönük bir psikolojik savaş halinde yürütülür. Tersinden söylenecek olursa, bir siyasî partiye, lidere ya da düşünceye karşı medya eliyle yürütülen psikolojik savaş, ancak başka çare kalmadığında başvurulan bir son çaredir. Çünkü bu eylem tarzı medyanın kitlelere kendisi hakkında sunduğu demokratik, tarafsız, hoşgörülü vb. imajını en çok sarsan harekettir.

Medya aracılığıyla yürütülen sosyal kontrol tekniği kitleler açısından “düşünülebilir olanı sınırlamak”tır. Hangi partinin seçimlerde kaç saat gösterileceği, hangi özellikleriyle öne çıkarılacağı, haber ve tartışma programlarında hangi konuların kimlerin katılımıyla tartışılacağı türünden sorunların cevaplanmasını sağlayan temel motivasyon hoşgörü ve tarafsızlık görüntüsünü zaafa uğratmaksızın, düşünceyi yönlendirmektir. Burada ayırt edici olan nokta, sadece gösterilecek ve gösterilmeyecek olanların ayrılması değil, gösterilecek olanların nasıl algılanması gerektiğinin çerçevelenmesidir.

Medyanın kitlelerin algılarını yönlendirmek için kullandıkları ilk ve en önemli teknik, seçilmiş görüntü kullanımıdır. Körfez Savaşı’ndaki karabatak, Çin’de Rabia Kadir taraftarlarının güpegündüz öldürülmesi gibi örneklerde hatırlanacağı üzere, başka bir zaman ve yerde çekilmiş görüntülerin kullanılması yoluyla algılar yönlendirilir. Görünenin gerçek olduğu inancı medyanın en büyük yardımcısıdır. Sorun, kitlelerin bağlamsal düşünmemesidir. Gerçek olan görüntü ile medyanın söylediği arasındaki çakışmayı sorgulamak, sıradan insanın yetenekleri arasında çoğu kez yoktur. İkinci teknik, kavramların ve anlamların yeniden-inşa edilmesidir. Hangi ülkelerde “özgürlük” olduğu, hangi devlet başkanının “diktatör” olduğu, hangi rejimin “barışçı” hangisinin “uzlaşmaz” veya hangi örgütün ya da devletin “terörist” sayılması gerektiği konusunda tam bir kaos yaratıldığı görülür. Türkiye’de medya tarafından Kemal Derviş ekonomisinin “reform/yeniden yapılanma”; Avrupa Birliği aday adaylığının “devrim” diye sunulduğu hatırlardadır. Kavramların çifte standartlı kullanılması ve hep çıkar-odaklı biçimde tanımlanması, temel bilgi kaynağı medya haline gelmiş olan insanların kolay kolay üstesinden gelemeyecekleri bir kafa karışıklığı –ve dolayısıyla denetlenebilirlik hali- yaratır. Başvurulan üçüncü teknik ise toplumdaki farklı ideolojik-siyasî eğilimlerin beklentilerine cevap veriyormuş gibi görünen ancak gerçekte o eğilimlerin temsiline engel olan yayınlar yapmaktır. Örneğin Türkiye’de Radikal gazetesi, toplumdaki sol eğilimi sermayenin çizdiği sınırlar içinde “havuzlama” amacına dönük olarak yayın yapmıştı.

Türkiye gibi egemen sermaye kesimlerinin ekonomik olarak Batı sermayesi ile eklemlendiği ülkelerde[28], üretimden kopuk, rantiyer, tüccar ve aracı sektörlerde yoğunlaşmış sermayenin elindeki medya, sadece rızanın imalatına değil, aynı zamanda Batılı ülkelerin, ülkenin ulusal çıkarları ile çelişen talep ve beklentilerinin de sözcüsü olarak işlev görmektedir. Tekelci sermayenin ulusal karakterinin ortadan kalkması ya da aşınması, medyanın hem siyasal hem de kültürel olarak topluma yabancılaşmasına neden olmaktadır. Bunun bir ulusal bağımsızlık ve güvenlik sorunu yarattığı söylenebilir. Benzer bir medya-sermaye yapılanmasının olduğu ülkelerde medyanın ulusalcı siyasetlere yönelen hükûmetlere karşı darbe, ayaklanma (turuncu devrim) ve istikrarsızlaştırma operasyonlarının temel destekçilerinden biri olarak işlev gördüğü bilinmektedir. Medya eliyle pompalanan kültürel yozlaşma, bir yönüyle medyanın işleyiş mantığının kaçınılmaz bir sonucu iken, diğer yönüyle medyanın sermaye yapısındaki çarpıklıkla, üretimden ve toplumun gerçek ihtiyaçlarından kopmayla, ulusal çıkarlardan ve ulusal kültürden uzak olmayla ilişkilidir.

Kendini inkâr etmek ya da medyatik siyaset

Siyasetçiler amaçları doğrultusunda kitlelere ulaşmak ve onları ikna etmek için medyaya her zaman yakından ilgi göstermek zorundadır. Medyaya sahip olmayan siyasî kuruluşların arada olmak ve yer bulmak için ve bu sayede mesajlarını geniş kitlelere duyurabilmek gibi bir amaçları vardır. Siyasetçiler açısından medyada yer almak, hatta yeterli gücü elde ettikten sonra medya üzerinde egemenlik kurmak iktidar arayışının doğasından gelen bir eğilimdir. Ancak günümüz çoklu-medya toplumlarında siyaset ile medyanın ilişkisinde meydana gelen değişmeler, siyaset yapma tarzının medyatikleşmesi sonucunu doğurmuş görünmektedir. Siyaset kurumu medyayı denetim altına alırken, kendisi de medyanın işleyiş kurallarına teslim olmuş haldedir.

Günümüzde ulaştığı gelişmişlik aşaması ve gündelik hayatımızda işgal ettiği yerin ağırlık kazanması ölçüsünde medya siyasî liderlerle kitleler arasında geçmişte parti örgütlerinin yerine getirdiği işlevi üstlenme ve parti örgütlerini gereksizleştirme etkisi yaratmaktadır. Medya sayesinde kitlelerle siyasal mesajların temsilcisi olan liderler arasında dolaysız bir ilişkinin kurulması mümkün olmaktadır. Bu durum bir taraftan parti örgütlerinin geleneksel önemini azaltmakta fakat bir taraftan da siyaseti medyanın diline ve görsellik kodlarına mahkûm etmektedir. Günümüzde bir siyasetçinin televizyonda konuşma yapması, büyük masraflarla yapılabilecek ve en fazla birkaç yüz bin kişiye ulaşabilecek bir toplantının etkilerini çok daha zahmetsiz, masrafsız ve üstelik daha yaygın bir kitleye ulaştırmak anlamına gelmektedir. Ancak medya-siyaset ilişkisinde inisiyatifin medyaya geçmesi, medyanın kendine özgü ölçülerini (rayting, görsellik vs.) siyasete dayatma yeteneği kazanması anlamına gelmektedir.

Demokrasinin tarihsel gelişiminin son on yıllarda ulaştığı aşamada, medyanın önemli ölçüdeki etkisinin de yardımıyla, “kamuoyu demokrasisi” (audience democracy) denilen bir aşamaya varıldığı görülmektedir. Günümüzde bireylerin siyasal davranışlarını artık toplumsal, ekonomik ve kültürel faktörler belirlememektedir. Bunun yerine insanlar adayların kişiliklerine göre oy vermektedir. Medya partilerin programlarının değil, liderlerin kişiliklerinin ve verdikleri imajların öne çıkmasını desteklemektedir. Bunun sonucunda demokratik temsilin niteliğinde bir değişme gözlenmeye başlanmıştır. Medya siyasal mesajın çoğaltıldığı bir aracı olmaktan çıkıp, siyasetin kurallarını koyan bir oyun kurucu haline gelmiş gibidir. Son on yıllarda siyasal konulara en yetkin biçimde hâkim olan değil, kendisini seçmenlere en etkileyici biçimde takdim edenler daha başarılı olmaktadır. Siyasal mücadelede iletişim uzmanlarının, reklam ajanslarının ve “imaj maker”ların giderek daha öne çıkması bu değişmenin bir verisidir.[29] Vergin, bu yeni dönemin, klasik siyaset anlayışlarını alabora ettiğini, siyasi partileri krize soktuğunu, geleneksel parlamenter mekanizmaları anlamsızlaştırdığını ve işlevlerini kaybetmelerine neden olduğunu belirtmektedir.[30] Medyanın artan rolü, parti örgütlerinin etkisini azaltmış ve liderle seçmen arasına girerek iktidarın kişiselleşmesine katkıda bulunmuştur. Siyasetin niteliğindeki bu değişmenin ilk nedeni sosyal refah devletini tasfiye eden neoliberal politikaların yürürlüğe konulmasıdır. 1970’lerin sonlarından başlayarak Batılı ülkelerde ve Türkiye’de parlamentoları by-pass edecek güçlü hükûmetler kurulmuş ve demokratik halk katılımı sınırlandırılmıştır. Neoliberalizm, parti örgütlerine, programa, demokratik müzakereye ve toplamda siyasetin tanımına yönelik bir daralmayı temsil etmektedir. Neoliberalizmi benimseyen partilerin ağırlık taşıdığı bir siyasal sistemde kaynak dağıtma işinin piyasa güçlerine terk edilmesinin kaçınılmaz sonucu, partilerin birbirlerine benzemesi, aralarındaki farkların azalması ve sonuçta siyasetin lider imajları üzerinden yapılmaya başlanmasıdır. Siyasal rekabetin “Amerikanlaşmasına”, gösteri odaklı hale gelmesine ve iktidarın kişiselleşmesine giden yolu döşeyen bu süreç, toplamda siyasal rekabetin bütün aşamalarını siyasetçilerin ve partilerin medyadaki görünürlüğüne endekslemiştir. Artık seçmenlerin rızası partilerin fikir, çözüm, program ve kadrolarının yarışmasıyla değil, kamuoyu imalatının kurallarını en başarılı şekilde yerine getirmeyle ilgili olacaktır. Artık adaylar hem dolaysız hem da çok kişisel bir planda öne çıkmaktadırlar. İkincisi, bu tip bir tanıtım kaçınılmaz olarak medyatik süreçlere uyum gösterebilen kimseleri diğerlerinin arasından sıyırmaktadır. Siyasal konulara en yetkin biçimde hâkim olan değil, medyada en çok görünen, kendisini seçmenlere en çok ve en etkileyici biçimde takdim edenler (hatırlatanlar) başarılı olmaktadır. Seçmenler açısından ise programa değil, adaya oy verme eğiliminde bir yükseliş gözlenmektedir. Bu durum, parti örgütlerinin işlevlerinde bir gerilemeye ve parti içi demokrasinin lider lehine zayıflamasına neden olmaktadır. Parti örgütleri, lider etrafında kenetlenen ve amacı liderin imajını desteklemek olan araçsallaşmış bir niteliğe dönüşmeye başlamıştır.[31] Siyasetin ve siyasal temsilin niteliğindeki değişmenin ikinci nedeninin, çoklu-medya çağının, yeni bir toplumsallaşma biçimi yaratmış olması olduğu söylenebilir. Günümüzde medya giderek daha fazla süreler boyunca ilişki kurulan temel bilgi kaynağı olmakla kalmamış, neredeyse tek kaynağa dönüşmüştür. Çoklu-medya çağı, bir yandan kitleler üzerinde bir sosyal denetim aygıtı olarak işlev görmekte diğer taraftan siyaseti kendi yapısal işleyiş mantığına doğru çekmektedir. Öyle ki, bu makalenin girişinde işaret edildiği üzere artık siyasal partilerin program, örgüt ve kadroları olmaksızın da anlamlı oylar toplayabilecekleri ve hatta iktidar olabilecekleri düşüncesini besleyebilmektedir. Oysa bunun büyük ve üstelik çok zararlı bir yanılsama olduğunun kanıtı yine siyasal iktidarların ortaya koydukları icraatların kendisidir.

Kitlelerin giderek daha uzun süre medya ile bağlantı kurmaları ve medyanın temel bilgilenme kaynağı haline gelmesi, siyasal partiler ve kadrolar açısından iktidar mücadelesinde medya görünürlüğünü her şeyden daha önemli hale getirdi. Bu makalenin başında ortaya konulan seçim verilerinin de gösterdiği üzere, oy alabilmek ile medyada görünür olmak arasında giderek daha doğrudan bir ilişki kurulmaktadır. Ancak medyanın göstereceği mesajları belirli ölçütlere göre seçtiğine yukarıda işaret edilmişti. Tekellerin denetiminde kitlelerin sosyal denetimi işlevine yönelik de olsa, medyanın kendi iç işleyiş mantığı, gösterilmesi kararlaştırılan siyasal aktörlerin uyması gereken kodları belirlemektedir. Medyada görünür olmak için liderlerin ve partilerin egemen çevreler açısından sakıncasız olması her zaman tek başına yetmemektedir. Medyanın seçme/eleme ve haber haline getirme ölçütlerine uymak gerekmektedir. Çoklu-medya toplumlarında siyasetçiler, ana akım medyanın kodlarına uymayı seçmektedirler. Siyasetin iktidar olmaya dönük mantığı ortadan kalkmasa bile siyasal mücadelenin dili, üslubu ve sunuş biçimi tiyatrosallaşarak medya açısından “gösterilebilir” hale doğru dönüşmeye zorlanmaktadır. Bu, medyanın siyasete kendi işleyiş mantığını dayatarak onu sömürgeleştirmesidir.[32]

Kitlelerin sosyal denetimi açısından uygun bulunmayan siyasal parti ve liderler siyasetin geleneksel program odaklı yapısına daha sadık kalmayı sürdürebilirler. Sistem tarafından yok sayılarak gözden uzak tutulmaları, medya kurallarına uymadıklarından değil, daha temel bir nedenden, kurulu sistemin çıkar ve beklentilerine uyum sağlamıyor olmalarından kaynaklanır. Ancak yine de tiyatrosallaşmış eylemler yaptıkları takdirde arada bir dikkatleri üzerlerine çekebilirler. Sistem açısından uygun bulunan ve gösterilecek olan siyasal aktörlerin ise medyanın “haber değeri” ölçütlerine göre hareket etmesi gerekmektedir. Medyanın karşı karşıya olduğu zaman baskısı, program odaklı siyasal tartışma ve demokratik müzakere ile gerilim yaşamaktadır. Hız, heyecan ve görsellik temelinde işleyen ticari medya mantığı, siyasetin derinlik, açıklama ve tartışma ilkeleriyle çelişmektedir.[33] Siyasal partiler, program ve fikir temelinden kopmakta, siyasetin içeriği boşalmakta ve seçimler birer gösteri haline dönüşmektedir. Bunun nedeni medya değildir ancak medya, bu gelişmenin hızlanmasına ve kararlılık kazanmasına büyük yardımda bulunmaktadır. Çünkü medya dünyasında izleyicileri uzun süre ekrana bağlama şansı olmayan “ağır” konulara yer yoktur. Siyasetin ilgiyi sürekli izleyicilerin üzerine çekebilecek bir izlenirlik ve tüketilebilirlik ölçülerine uyarak görselleşmesi istenmektedir. Medyanın en çok kaset skandalları, dinlemeler, liderler arasındaki atışmalar ve görsel şovlara ilgi göstermesi, siyasal aktörlerin hareket tarzlarını tiyatrosallaşma yönünde teşvik etmektedir. Türkiye’den söz konusu tiyatrosal görselliğin oldukça “tutmuş” ve kendisine medyada bolca yer bulmuş tipik bir örneği MHP lideri Bahçeli’nin 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi düzenlediği mitinglerinde Erdoğan’a Abdullah Öcalan’ı neden asmadığını sorduktan sonra “yoksa asacak kadar ip mi bulamıyorsun, al sana ip” diye büyükçe bir urganı kürsüden, kendisini izleyen kalabalığa doğru atmasıydı.[34]

Neoliberalizmin sonucu olarak, ekonomik ve toplumsal kaynakları yeniden-dağıtma işlevini piyasaya terk eden siyaset, kendisini inkâr etme noktasına doğru gerilemektedir. Kaynakları ve dağıtım sorununu ideolojik konumlarından hareketle, kendilerine özgü programlar üzerinden tartışamayan siyasal parti ve liderlerin aralarında yürütülen “tartışmalar” yüzeysel, tribünlere odaklı, demagojik tonu yüksek ve ağız dalaşı düzeyinde olmaya doğru çekilmektedir. Başka bir deyişle bütün siyasal mücadeleler içinde medya en çok bu türden nitelikler taşıyan kısımları izleyiciye taşımakta, siyasal aktörler içinde bu rolü en iyi oynayan “medyatik” isimlere daha fazla itibar etmektedir. Siyasetçilerin bir kısmı seviyesizleşmeyi medyada görünebilmek ve bu sayede iktidar mücadelesini kazanabilmek için ödemeleri gereken bir bedel olarak düşünür ve oyunun kurallarına boyun eğerler.[35] Bir kısmı ise yeteneklerinin üst sınırı medyanın talep ettiği vasat ile çakıştığı için kendiliğinden medya fenomenine dönüşürler. Özellikle tartışma programlarında neredeyse her gece ve neredeyse her konuda görüş bildiren kerameti kendinden menkul “hızlı düşünen” kanaat önderlerinin parlamasının nedeni budur.* Siyasetin medya tarafından sömürgeleştirilmesinin vardığı mantıksal sonuç, Türkiye’de Genç Parti veya İtalya’da medya devi Berlusconi’nin kurduğu Forza Italia örneklerinde olduğu türden partilerin ortaya çıkmasıdır. Bunlar gerçekte parti olmaktan çok izleyicilere siyasal bir ürünün pazarlanması için kurgulanmış medya yapımlarıydılar.

Siyasal mücadelede medya gündemi

Günümüzde toplum-medya ilişkileri açısından en önemli sorun, insanların bilgilenme, haberleşme ve çevreyle ilişki kurma açısından medyaya giderek artan bağımlılığından kaynaklanmaktadır. Medyadan alınan haberin güvenilirliğinin, medyadan başka sınanacağı bir kaynak kalmamıştır. Bu eleştiri karşısında liberal yaklaşımın ürünü olan ve bireylerin rasyonel tercihlerde bulunma kapasitelerine gönderme yapan “beğenmeyen izlemez” itirazı geçersizdir. İlk bakışta haklılık payı taşıyormuş izlenimi veren bu itirazda aslında insanın doğasına ilişkin çok önemli bir özellik göz ardı edilmektedir. Toplumsal bir varlık olan insan, kendisini toplumsal ilişki sistemlerinin içinde tanımlar. Toplumsallık insanın varoluş biçimidir. Davranışlarımız ve kişiliğimiz toplum aynasından aldığımız geri bildirimlerle oluşur. Çevresindeki herkesin belli yayınları izlediği ve konuştuğu bir ortamda bireyin, içinde yaşadığı ilişki sistemlerine karşı koymasını, herkesten ayrı bir yolu tek başına izlemesini beklemek gerçekçi değildir. Toplumsallaşmanın yeni bir türünü temsil etmeye başladığı ölçüde medya, bütün toplumsal ilişkiler alanlarında olduğu gibi siyasette de kendine özgü bir mantığı dayatmaktadır. Çoklu (multi) medya çağında gerçeklik algısı görüntüye indirgenmiştir. Bunun ilk olumsuz sonucu medyanın, kitlelerin rızasını imal edebilme yeteneğinin tarihin en yüksek düzeyine çıkmış olmasıdır. Seçimlerde hangi partinin başarı kazanacağının ölçüsü medyatik görünürlük haline gelmiş durumdadır. İnsanlar gördüklerine oy vermekte, görmediklerini hiç bilmemektedirler. İkinci olumsuz sonucu ise medyanın görüntüyü bazı ara aşamalardan (seçme, kişiselleştirme, hikâye etme vb.) geçirdikten sonra önümüze getirmesi ile bağlantılıdır. Medyanın sizi göstermesini istiyorsanız, oyunu kurallarına göre oynamanız gerekmektedir. Bu da neoliberalizmin siyasetin içini boşaltarak onu bir gösteri sahnesine dönüştürmesi sürecinin medya tarafından hararetle desteklenmesi anlamına gelmektedir.

 

Çoklu-medya çağında toplumsal denetim bilginin saklanması ile değil, doğru ile yanlışın ayırt edilmesini imkânsız kılan bir bilgi çokluğu ile sağlanmaktadır. Bu durum insanlarda hem özgürlük yanılsaması yaratmakta hem de denetimi mümkün kılmaktadır. İnsanların kendilerini her şeyden haberdar hissettikleri, bilgi çağının nimetlerinden yararlandıklarını düşündükleri fakat gerçekte halkın kendisini yönetme yeteneğinin bu denli güdümlendiği bir dönem olmamıştı. Medyanın toplumsal kullanımının gelecekte azalması beklenemez. Bu nedenle medya ile birlikte yaşamak zorunda olan insanların, onu demokratik ideallere nasıl bağlayacakları üzerinde düşünmeleri gerekiyor. Tekelleşmiş medyanın toplumsal bağımlılıklara yol açması, egemen sınıfların toplumsal denetim aygıtı olarak işlev görmesi ve giderek siyaseti sömürgeleştirmesi gibi olumsuzluklara karşı çıkmak, ulusal bağımsızlık, halk egemenliği ve özgür irade sahibi rasyonel bireylerden oluşan bir toplumun savunusu ile birleşmiştir.

Medya denetimini sağlayacak veya güçlendirecek bazı adımlar atılmalıdır. Hukuki düzlemde medyanın millî bağımsızlık ve millî çıkarlarla bütünleşmesini garanti edecek düzenlemelerin güçlendirilmesi gerekir. Uluslararası sermaye ile ticari bağlar üzerinden bütünleşen tekelleşmiş medya sektörü, bir millî güvenlik sorununa dönüşmektedir. Farklı ülkelerde yaşanan turuncu devrimler, medyanın ulusalcı hükûmetlere karşı operasyonel bir aygıt olarak kullanılabildiğini göstermiştir. Medyada yabancı sermayenin payı meselesi bu açıdan değerlendirilmelidir. İkinci olarak medyanın ekonomik güç odaklarının elindeki bir toplumsal denetim aygıtı olarak demokratik işlevinin aksine kullanılması önlenmelidir. Medya sektöründe anti-tekel kanunu uygulanmalıdır. Medyanın kendi iç etik kodları vardır ancak bunların kâğıt üzerinde kalmaması ve yerine titizlikle uygulanması gerekir. Bu ise daha çok toplumsal ve siyasal güç dengelerinin medyayı gerçek bir tarafsızlığa doğru itebileceği koşulların oluşmasıyla ilişkilidir.

Toplumsal düzlemde yapılacak ilk iş izleyicilerin medya okuryazarlığını kazanmalarını sağlamaktır. İnsanlığın bundan sonraki geleceğinde medyaya masum bir bilgilendirici olarak bakmamak, onu ve mesajlarını nasıl “okumak” gerektiğini öğrenmek bir zorunluluk olarak kendisini dayatacaktır. Medya okuryazarlığını okullarda zorunlu hale getirmek bir başlangıç adımı olabilir. İkinci olarak medya üzerinde toplumsal baskı yaratabilecek izleyici hakları örgütlenmeleri ortaya çıkmalıdır. Örgütlü izleyicilerin tepkileri sadece basını denetleyen kamu kurumlarını değil, doğrudan medya kuruluşlarını da belirli yönde baskı altına alabilir. Üçüncü olarak, insanların medyaya olan tek taraflı bağımlılığını azaltmanın yollarını aramayı sürdürmek gerekmektedir. Toplumun alt tabakalarına gidildikçe gelir ve eğitim düzeyi düşmekte, bu kesimlerde medya bağımlılığı ve güdümlenme düzeyi artmaktadır. İnsanların okuma alışkanlığının geliştirilmesi, soyut düşünme yeteneklerinin geliştirilmesi, ilgi ve uğraş alanlarının çeşitlenmesi önem taşımaktadır. Bireysel ve kısmî çabalar dışında bunun en köklü yolu ise gelir dağılımı daha adil olan, çalışan, üreten, özgüven içinde toplumsal ilişkiler kuran, serbest zamanları ve eğlenme ve bilgilenme için medyaya mahkûm olmaktan kurtulmuş, daha müreffeh insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkmasıdır. Açıkça görüldüğü üzere medya-toplum ilişkilerinin demokratikleştirilmesi, siyasal iktidarın demokratikleştirilmesinden geçmektedir. Oysa çelişkili bir biçimde neoliberalizm çağında siyasal iktidarlar medya görünürlüğünün desteğiyle kurulabilmektedirler. O halde toplumu medyatik bağımlılıktan uzak tutabilecek olan siyasal girişimin, en başta kendisini medyatik sömürgeleşmeden uzak tutabilmiş, yani siyasetin geleneksel program-kaynak dağıtımı odaklı mirasına sahip çıkmayı sürdüren, imajlara değil gerçek bir liderlik sistemine, örgütlere ve kadrolara sahip bir siyasal parti olması gerekecektir.

Siyasal düzlemde siyasal partilerin bilgiye, stratejik çözümlemeye, programa ve bütün bunların taşıyıcısı olarak kurmaylık yeteneğine olan güvenlerini kıskançlıkla korumaya çalışmaları gerekiyor. Medya görünürlüğünün siyasal önemi asla ortadan kalkmayacaktır. Ancak kuralları medyanın koyduğu bir sistemde ortaya çıkan sonuç yanıltıcı olmaktadır. Partiler açısından yüz yüze iletişimin getirilerini medya görünürlüğüyle değiştirmek stratejik bir hata olacaktır. Medyatik güdümlemenin bütün etkisine rağmen gerçek toplumsal ilişkiler sanal ilişkilerden daha güçlü ve etkindir. İnsanlar arasında kurulan yüz yüze-birincil temasın sağladığı bilgi, ikna gücü ve örgütleme yeteneği medyadan üstün olmayı sürdürmektedir.

Medya denetimi adına atılabilecek adımların dördüncü ve son düzlemi bizatihi medya alanına ilişkindir. Bu alanda demokratik mücadelenin iki gündeminin öne çıktığı söylenebilir. Birincisi, hem tekelleşmenin tek yanlılık etkisini kırmak hem de güdümleyici bilgiye karşı gerçeği savunabilmek için çoğulculuğu yani alternatif medyalar inşa edilmesini teşvik etmek gelmektedir. İnsanların seçeneklerinin artması, karşılaştırma yapmayı kolaylaştırması kadar, tekelci medya açısından ortalığın dikensiz gül bahçesine dönüşmesini de engellemeye hizmet etmektedir. İkinci olarak, medya dünyasında iç denetim işlevini yerine getirecek hareketlerin daha örgütlü ve sistemli biçimde yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Özellikle sosyal medya alanında varlık gösteren yalan ve yönlendirici bilgi akışına karşı izleme, düzeltmeye zorlama, gerçeği gösterme ya da teyit etme amacıyla hareket eden az sayıda insanın önemli işler başarabildiği biliniyor.

 

[1] Ali Atıf Bir, “AKP’ye 6 saat, İşçi Partisi’ne 4 dakika”,

 http://www.hurriyet.com.tr/akpye-6-saat-isci-partisine-4-dakika-104545 (son erişim: 15.07.2018)

[2] H. Bahadır Türk, Şirket ve Parti, Genç Parti ve “Yeni Siyaset”, İletişim Yay., İst., 2008, s.14.

[3] H. Bahadır Türk, A.g.e., s.112.

[4] Bekir Tarık, “Modern insan medya ile yaşamak zorunda”, Birikim, Nisan 1994, sayı: 60, s.46.

[5] Giovanni Sartori, Görmenin İktidarı, çev. Gül Batuş ve Bahar Ulukan, Karakutu Yay., İstanbul, 2004, s.37-38.

[6]http://haber.sol.org.tr/medya/ulkelerin-televizyon-izleme-oranlari-aciklandi-turkiye-rekor-kirdi-191433 (son erişim: 17.07.2018)

[7]https://www.cnnturk.com/yasam/akilli-telefona-en-bagimli-ulke-turkiye-13-dakikada-bir-ekrana-bakiyoruz?page=1(son erişim: 17.07.2018)

[8] Neil Postman-Steve Powers, Televizyon Haberlerini İzlemek, çev. Aslı Tunç, Kavram Yay., İst., 1992, s.117.

[9] https://www.sabah.com.tr/dunya/2012/04/09/yeni-genclik-hastaliginomofobi (son erişim: 15.07.2018)

[10] Neil Postman-Steve Powers, A.g.e., s.118.

[11] Sedat Cereci, Büyülü Kutu Büyülenmiş Toplum, Şûle Yay., İstanbul, 1992, s.37.

[12] Edibe Sözen, Medyatik Hafıza, Timaş Yay., İstanbul, 1997, s.15.

[13] Edibe Sözen, A.g.e., s.38-39.

[14] Faruk Arhan, Temel Demirer, Umur Hozatlı, Özgür Orhangazi, Sibel Özbudun, Medya Eleştirisi ya da Hermes’i Sorgulamak, Öteki Yay., Ankara, 1998, s.48.

* Türkiye’de reklam harcamalarının 80’li yıllar boyunca %11.000 (yüzde on bir bin) oranında artmış olması, ticari sermayenin medyaya girmesini ve geleneksel gazeteciliği tasfiye ederek sektörü dönüştürmesini kolaylaştıran ekonomik etmenlerden birisi olmuştur. Bkz. Hakan Tuncel, “Bab-ı Ali’den İkitelli’ye”, Birikim, Ağustos 1994, sayı: 64, s.35.

[15] Noam Chomsky, Medya Gerçeği, çev. Abdullah Yılmaz, Tümzamanlar Yay., İstanbul, 1999, s.20.

[16] Orhan Şener, “Post-Gerçek Dönem: Sebepler ve Sonuçlar”, Varlık, Mayıs 2017, sayı: 1316, s.17.

[17] Neil Postman-Steve Powers, A.g.e., s.21.

[18] Faruk Arhan, Temel Demirer, Umur Hozatlı, Özgür Orhangazi, Sibel Özbudun, A.g.e., s.82.

[19] Neil Postman-Steve Powers, A.g.e., s.44.

[20] Bekir Tarık, “Modern insan medya ile yaşamak zorunda”, Birikim, Nisan 1994, sayı: 60, s.48.

[21] L. Doğan Tılıç, “Milliyetçilik ve yeni sahiplik yapısı kıskacında Türk medyası: Bazı ahlaki sorunlar”, Birikim, Ocak 1999, sayı: 117, s.33.

[22] Neil Postman-Steve Powers, A.g.e., s.118.

[23] Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. S. Durak ve A. Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst., 2010, s.363 vd.

[24] Asu Aksoy, A.g.y., s.13.

[25] Bekir Tarık, A.g.y., s.53

[26] Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yay.,İst., 1994.

[27] Noam Chomsky, A.g.e., s.231.

[28] Bu konuda bkz. Erol Manisalı, Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye, Derin Yay., İst., 2002.

[29] Nur Vergin, “Türkiye’de Parlamenter Sistemin Sorunları ve Çözüm Önerileri”, (aynı adlı seminere sunulan bildiri), TİSK Yay., Ank., 1997, s.75

[30] Nur Vergin, Türkiye’ye Tanık Olmak, Sabah Kitapları, İst., 1998, s.18.

[31] Nur Vergin, A.g.y., s.70

[32] Thomas Meyer, Medya Demokrasisi, çev. Ahmet Fethi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İst., 2004, s.13

[33] Thomas Meyer, A.g.e., s.56.

[34] H. Bahadır Türk, A.g.e., s.281.

[35] Thomas Meyer, A.g.e., s.60.

* Hızlı düşünenler (fast thinkers) Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun bu tür TV yorumcuları için kullandığı bir terimdir. Bkz. Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine, çev. Turhan Ilgaz, YKY Yay., İst., 1997, s.37.

Güncel