I. Emperyalizmin geçmişi ve aşamaları
Emperyalizm, genellikle bir devletin kendi sınırları dışında yaşayan halklar üzerinde denetim ve egemenlik kurması olarak tanımlanır. Tanımda denetleyen için “devlet” sözcüğü kullanılmış ancak denetlenenlere “halklar” denilmiştir. Geçmişte bazı insan toplulukları örgütlenmişler, devlet kurmuşlar, örgütlenememiş ya da iyi örgütlenememiş topluluklara egemen olmuşlardır. Bu milattan önceden beri süregelmiştir. Asur İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, İskender İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu milattan önceki emperyalizm örnekleridir. Milattan önceki imparatorluklarda, sömürü olmakla birlikte, egemenlik anlayışı dünyadaki tüm insanların birlikte ve eşitlik içinde uyumlu bir yaşam sürdürmelerini de amaçlıyordu (İskender ütopyası). Milattan önceki bu dönem emperyalizmin birinci aşamasıdır.
Milattan önceki imparatorluklardan sonra emperyalizm bir başka aşamaya geçmiş, savaş gücü ve üstün teknoloji ile zor kullanılarak başka ülkelerin emeğini ve kaynaklarını almak biçiminde bir emperyalizm oluşmuştur. 15. yüzyıldan başlayarak, İngiltere, Fransa, Felemenk, Portekiz ve İspanya’nın Kuzey ve Güney Amerika’yı, Hindistan’ı, Hint adalarını egemenliklerine almaları emperyalizmin bu ikinci aşamasıdır. İkinci aşamada imparatorluk anlayışı vahşet içerir. Sömürülen ülkenin halkı esir pazarlarında satılır; altın, gümüş, kömür gibi doğal zenginlikleri ve işgücü, emeği yağmalanır.
Avrupa’daki imparatorlukların bu yeni emperyalizm anlayışına Osmanlı İmparatorluğu’nun katılmadığını vurgulamak gerekir. Avrupa imparatorluklarının sömürge yapmak için ilgi duydukları Hindistan’a Osmanlı İmparatorluğu çok yakındır. Buna karşın Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa’nın sömürgecilik anlayışı kapsamında Hindistan’ı sömürgeleştirme anlayışı hiç olmamıştır. Aksine Avrupa’daki imparatorlukların Hindistan’ı sömürgeleştirme ve yağmalama girişimlerine karşı bu ülke Kanunî Sultan Süleyman’dan yardım istemiştir. Osmanlı İmparatorluğu Hindistan’a yardım edebilmek için Süveyş kanalını açma girişiminde bulunmuş, kanal açma girişimi sonuçlandırılamamış, ancak Kızıldeniz’de tersane kurarak, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesini engellemeye çalışmıştır.
I. Dünya Savaşında savaşa katılan Rusya, İtalya, Almanya, ABD ve Japonya’nın katkıları ile emperyalizm bir başka nitelik kazanmış, dolaylı emperyalizm yani malî denetimi içeren emperyalizm oluşmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar süren bu emperyalizm anlayışı emperyalizmin üçüncü aşamasıdır. Bu aşamada emperyalizm zor kullanarak sömürme ve malî denetim yolu ile sömürme yöntemlerini birlikte yürütmüştür.
Bu dönemde Hitler ve Mussolini, emperyalizmin, ayakta kalmak için sürdürülen doğal bir çatışmanın sonucu olduğu, üstün niteliği olanların diğerlerine egemen olmalarının kaçınılmaz bir yasa olduğu biçiminde bir düşünce ve uygulama ortaya koymuşlardır. Marksistler ise, özellikle Lenin ve Buharin, ulusal kapitalist ekonominin tekelci bir aşamaya geldiğini, üretim için yeni pazarlar bulmaya zorlandığında, emperyalizmin kapitalizmle özdeşleşeceğini ve bu anlamdaki emperyalizmin kapitalizmin son aşaması olacağını vurgulamışlardır.
Marksistlerin bu saptaması, bilimseldir. Çünkü kapitalist düzenin işleyişini, gözlemleyerek ve bu işleyişin verilerinden yola çıkarak bu sonuca varmışlardır. 1789 Fransız Devrimi ile yaygınlaşan ulusalcılık gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Yaygınlaşan ve güçlenen ulusalcılık, emperyalist ülkelerin savaş üstünlüğüne karşı, değişik direnme yöntemleri yaratmış, kitleler örgütlenmiş, böylece emperyalizmin savaş teknolojisi üstünlüğü ile yarattığı doğrudan sömürü yolları gittikçe azalmış, tıkanmıştır. Artık günümüzde emperyalist sömürü dolaylıdır. Lenin’in öngördüğü gibi emperyalizm kapitalizmle özdeşleşmiş ve kapitalizmin sömürü aracına dönüşmüştür.
II. Kapitalizm ve emperyalizmde sömürü
Canlı yaşamak için tüketmek zorundadır. Tüketmek için de üretmesi gerekir. Üretim gücü emektir. Bu kural tüm canlılar için geçerlidir. İnsanın üretim anlayışı diğer canlılardan ayrıdır. Diğer canlılar gibi yalnızca tüketmek için üretmez. Tüketimi artırmak için de üretir. Dolayısıyla insan durmaksızın tüketimini ve üretimini artırır. Tüketimi ve üretimi artırmanın yolu, emeğin ürettiğinin tümünü tüketmemek, tüketmediği emeği biriktirmektir. Biriken emek sermayedir. Biriken emeği gene emek üretime dönüştürebilir. Biriken emek üretime dönüştürülmezse yok olur. Biriken emeğin yani sermayenin kendi başına bir değeri yoktur. Sömürü, birikmiş emeğin üretime dönüştürülmesinde ortaya çıkar. Emek birikimi (sermaye), emeğin ürettiğinden az tüketmesi ile oluşur. Emeğin ürettiği ile tükettiği arasındaki üretim fazlasını başkaları alır. Sermaye birikimi oluşur. Fabrikada çalışan emeğin üretimi, tüketiminden fazladır. İşçi sekiz saat üretmişse, karşılığında örneğin altı saatlik üretim tüketmişse, kalan iki saat üretim başkasının birikimi olur. Bu da sömürüdür. Bu örnek, sömürünün basit bir şemasıdır. Aslında olay daha karmaşıktır. Sermaye ve emeğin birlikteliği çeşitli ve karmaşıktır. Kendisinin torna tezgâhı ile sekiz saat üretim yapanın ürettiği, kendi tükettiği emekten ve torna tezgâhı için hesaplanan emek amortismanından fazladır. Bu fazlalık da sömürüdür. Torna tezgâhı olan yanında bir ya da iki işçi çalıştırıyorsa, o işçilerin üretiminin bir kısmını alıyordur. Ancak hem o işçilerin emeği hem kendi emeği, bir başka sermaye mülkiyetine dönüşüyordur. Kapitalizmde sömürü çarkının işleyişi böyledir. Bu çarkın dönmesi için emeğin eskisinden daha fazla üretmesi, fakat ürettiğinden daha az tüketmesi gerekir. Tüketimi, ürettiği kadar artmayacaktır. Sistemin işleyişi gereği, emeğin tüketim gücü azalmakta, yeterince tüketim olanağı bulamamaktadır. Bunun nedeni para ile gerçekleşen üretim değiş tokuşunun emeğin tüketimini kısıtlamasıdır. Üretim değiş tokuşunda para somut bir ölçü değildir. Sanal bir ölçüdür. Değiş tokuşun gerçek ölçüsü emektir. Malın içerdiği emek kadar, emek içeren mal ile değiş tokuş yapılırsa sömürü olmaz. Para aracılığı ile olan değiş tokuşta, eşit emeğin eşit emekle değiştirilmesi gerçekleşemez. Dolayısıyla emek değişim piyasası genişleyemez. Bu durum para piyasası krizi dediğimiz krizi doğurur. Krizi gidermenin yolu değiş tokuş alanını yani sömürü ortamını genişletmektir. Bir başka anlatımla, sömürülecek emek alanını genişletmektir. Para politikası araçları ile bu sağlanmaya çalışılır.
İşte burada kapitalizmle özdeşleşmiş emperyalizm gündeme gelmektedir. Emperyalist ülkenin üretimindeki sekiz saatlik emek, çevre ülke denen sömürülen ülkenin yani halkın üretimindeki yirmi saatlik emekle değiştirilmektedir. Bu alan da yetmediğinde, emperyalizm desteği ile ayakta duran kapitalizm çökecektir. Dolayısıyla, emperyalizmle özdeşleşmiş kapitalizm, çevre ülkelerin (sömürülen ülkeler) bu oyundan çekilerek, içe kapanarak, kendi üretimleri ile yetinerek alanı daraltmaları sorunu ile karşı karşıyadırlar. Günümüzdeki emperyalist saldırının zorunluluğu buradan kaynaklanmaktadır. Kapitalizm, yaşamsal sorunu olan pazar daralmasını engellemek zorundadır. Emperyalizmin saldırıları (silahsız ya da silahlı) artık doğrudan sömürüye yönelik değildir. Pazar daralmasını engellemek, böylece dolaylı sömürünün yolunu açmak, yaşamını sürdürebilmek içindir. Emperyalizmin savaş çığırtkanlığı ve kışkırtıcılığı, sömürü alanının daraltılmasını engellemeye yöneliktir. Doğrudan sömürüde (somut sömürgecilik), emperyalist ülkeler arsında savaş kaçınılmazdı. Sorun hangi emperyalist ülkenin hangi ülkeyi egemenlik altına alacağı, bu yolla işgücünü ve doğal zenginliklerini yağmalayacağı idi. Bu anlamdaki somut sömürge paylaşımı, bu ülkeler arasında savaşı tetikliyordu. Emperyalizmin doğrudan sömürü, somut sömürge anlayışını, gelişen dünya ortadan kaldırmıştır. Bir başka anlatımla emperyalizm küreselleşmiş, emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çekişme azalmış, sömürge paylaşım savaşı neredeyse sonlandırılmıştır.
Artık savaş, emperyalist ülkelerle, bu ülkeler dışında kalan, dolaylı olarak sömürülen ülkeler arasındadır. Bir başka anlatımla savaş, emperyalizmle, emperyalist sömürüye direnenler arasındadır. ABD’nin Irak, Libya gibi saldırılarına Avrupa’daki emperyalist ülkelerden olumsuz bir tepki olmamış, bu saldırılar desteklenmiştir. Ancak bu anlamdaki emperyalizme direnme giderek etkinleşmekte ve giderek artmaktadır. Emperyalizm bu direnci kırabilmek, durdurabilmek için ekonomik egemenliğini, siyasî egemenlikle desteklemek zorunda kalmaktadır. Ekonomik egemenliğini sürdürebilmek için siyasî egemenliğini yaygınlaştırmak, güç alabileceği, siyasî egemenlik kurabileceği üsler oluşturmak ve bu üsleri yaygınlaştırmak amacı ile de savaş aracını hazır tutmakta ve kullanmaktadır.
III Günümüzde emperyalizmin niteliği ve Türkiye
Kapitalizmin ortaya çıkışı ile emperyalizm nitelik değiştirmiştir. Kapitalizmle birlikte emperyalizm egemen olduğu ülkelerin insanlarını köleleştirme, onların doğal zenginliklerini talan etme, yağmalama yönteminden uzaklaşmıştır. Küreselleşme söylemi ve zorlaması ile çevre ülkelerin pazarlarına egemen olma, dış ticaret yoluyla onların emeğini ve doğal zenginliklerini sömürme aşamasına geçmiştir. Dolayısıyla günümüzde artık emperyalizme karşı direnç, çevre ülkelerin serbest piyasa ekonomisi adı altında yürütülmekte olan emperyalizme pazar açma yöntemine karşı çıkmaktır. Daha basit anlatımla, emperyalist sömürüden kurtulmak için kendi yağı ile kavrulmak, dış ticaret hacmini oldukça daraltmak gerekmektedir. Geçmişte Türkiye bunun öncüsü olmuştur. 1923 yılından 1980 yılına kadar Türkiye emperyalizmin dayattığı küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisine direnmiş, bu konuda emperyalizme geçit vermemiş, kendi insan kaynağını ve doğal zenginliklerini en iyi biçimde değerlendirmek için karma ekonomi modelini titizlikle uygulamıştır. Emperyalizmin kendisine pazar açıcı tüm ekonomik ve siyasî saldırılarını 1980 yılına kadar hep geri püskürtmüştür. Emperyalist ülkelerin, 1970’li yıllardan başlayarak Türkiye’yi döviz dar boğazında boğma girişimlerine karşı da direnilmiştir. Bu yıllarda başbakan Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” söylemi önemlidir. Bu söyleme karşın gene de Türkiye pazarı emperyalist piyasalara açılmamış, döviz kuşatmasından kurtulmanın yolları aranmış ve sıkıntılara katlanılmıştır. Döviz çemberinde Türkiye’yi tutsak alma girişimleri, pek çok karşı yöntem kullanılarak sonuçsuz bırakılmıştır. Ancak, 24 Ocak 1980 kararları ile Türkiye, emperyalizmin kendine pazar açma dayatmasına boyun eğmiş, 24 Ocak 1980 Türkiye’nin emperyalizme direncinin kırılmasında milat olmuştur. Bu tarihten başlayarak, emperyalizm Türkiye pazarını ele geçirme saldırılarını ara vermeden sürdürmüş, çeşitli yöntemlerle Türkiye’yi sürekli geriletmiştir. Türkiye’nin yaşadığı 2001 krizinde Kemal Derviş aracılığı ile emperyalizm Türkiye’nin ekonomi yöntemini doğrudan ele almıştır. Türkiye’de örgütsel tabanı ve dayanağı bulunmayan Kemal Derviş yolu ile ekonomik egemenliğini sürdürmesi, bu politikayı benimseyecek taban oluşturulamadığından elbette çıkar yol değildi. Kemal Derviş’in emperyalizme teslim olma politikasına taban arayışı CHP’de sürdürülmek istenmiş, ancak CHP’nin devrim geleneğinden gelen tabanı buna izin vermemiştir. Bu nedenle Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP yönetime hazırlanmış ve Türkiye’nin yönetimi AKP’ye geçmiştir.
AKP bir süre, emperyalizmin neredeyse Türkiye’deki temsilcisi olmuş, emperyalizmin uygulamaya koyduğu “BOP Eş Başkanlığı” ile övünmüştür. Bu dönemde bile Türkiye’nin emperyalist yayılmacılığa karşıtlığı sürdürülmüştür (Türkiye üzerinden Irak’a saldırıya izin verecek olan önerinin TBMM’den geri çevrilmesi gibi). Olaylar ve gelişmeler belirli bir yönde akmaktadır. “Kapitalizmin son aşaması emperyalizm” sözünün bir anlamı vardır. Bu söz, kapitalizme bağlanan emperyalizmin gittikçe güçten düşeceğini ve sonunda ortadan kalkacağını belirtmektedir. Dünya pazarlarının emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesinin son aşamasına gelinmiştir. Emperyalist ülkelerin sömürge paylaşımı kavgasını sonlandırmaları artık önemini yitirmiştir. Dünyada emperyalizme direnme güçlenmiştir. Emperyalizm her geçen gün biraz daha gerilemekte, mevzi yitirmektedir. Diğer yandan, emperyalizmin çeşitli oyunlarla Türkiye yönetimine getirdiği AKP de, emperyalizmle çatışma durumuna gelmiştir. Peki, burada bir çelişki yok mudur? Vardır. Günümüzde birbirine karşıt, birbiri ile çelişen iki gerçeği yaşamaktayız:
- Emperyalizmin amacı serbest piyasa ekonomisi (buna sıcak para ekonomisi, Türkiye pazarının emperyalist sömürüye açılması da diyebiliriz) Türkiye’de uygulanmaktadır. Bu ekonomik gerçeğe Türkiye’deki yönetimin karşı duruşu yoktur. Üstelik daha da geliştirilmesi için uğraşılmaktadır. Bu yönden Türkiye yönetimi emperyalizmle uyum içindedir.
- Türkiye, emperyalizmle, daha doğrusu emperyalizmin öncüsü ve sözcüsü ABD ile askerî ve siyasî yönden çatışma içindedir.
Bu iki gerçek birbiri ile çelişmektedir. Bu çelişki nedeniyle de önemli bir tartışma gündemdedir. Bir kesim, emperyalizmin ana amacı, işlevi serbest piyasa ekonomisinin uygulanmasının, Türkiye pazarının emperyalizme açılmasının öncülüğünü yapan ve yapmakta olan bir yönetimin emperyalizmle, askerî ve siyasî anlamda da çatışma durumunda olamayacağını dile getirmektedir. Bu saptamanın (görüşün değil) doğru yanı vardır. Ancak, günümüzde ABD ile bir çatışma durumunun varlığı saptaması da doğrudur. Gerçektir. Çatışmanın niteliği konusunda elbette farklı yorumlar olabilir.
Sorun şudur: Nasıl yorumlanırsa yorumlansın bir çatışma vardır. Bu çatışmanın ekonomik düzen yönünden eksik olduğu söylenebilir. Çatışma olduğuna göre, takınılacak tutum nedir? Eksik yönü var diye çatışmada ilgisiz, yansız bir tutum içinde mi olunacaktır? Ya da eksik yanı da olsa emperyalizmle çatışan Türkiye yönetiminin yanında mı saf tutulacaktır? Sorun somuttur. Bu konuda yansız, ilgisiz olmak doğru bir tutum değildir. Ancak yönetime de çatışmanın eksik yönünü ve yönlerini belirten, doğru çözümlere ulaşılmasını sağlamaya yönelik eleştiriler yapılabilir. Yapılmalıdır da.