Genç Japon sineması, yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa ya da İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar Batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek yaşamlarında öykünüyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu yönsemeye karşı koyamadı.
“Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamen yoksundurlar. Oysa, bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.”[1]
Bu sözler, dünya sinemasının ustalarından, Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya ait ve kanımca, toplumların var olabilmeleri ve devamlılıklarını sağlayabilmeleri için öykülerin, öykü anlatmanın ki sinema da bir öykü anlatma biçimidir; ne denli büyük bir kudrete sahip olduklarının da altının çizildiği bir metin. İnsanlık öykülerini anlatır ve öyküler insanlığı yaratır. İnsanlığın öykülerini, hangi ideolojinin, hangi sınıfın, hangi kültürün baskın biçimde şekillendirdiğine bağlı olarak, toplumların değer duyguları da değişir; neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna, neyin iyi ve neyin kötü olduğuna dair kabulleri farklılaşır. Kökünü kendi kültüründen de kesen bir toplumun, kaderini elin anlattığı öykülerin kabullerine teslim etmesi kaçınılmaz olur. Bundan çıkarılacak sonuç, insanlığın mirasından nasiplenmeyi reddetmek değildir elbette. Usta yönetmenin izah ettiği gibi, insanlık mirasının iyi gelenini, uygun düşenini kucaklar, yanlışı ayıklar, kendi kültürünüze kök salarak insanlığı ileriye taşıyacak öyküler yaratırsınız. O büyük insanlık mirasına katkı koyabilmenin yegâne yolu da şüphesiz ki budur. Kurosawa’yı dünyaca ünlü bir yönetmen yapan, bu özelliğidir. Yahut Carl Orff’un meşhur “Carmina Burana”sı, 12. asırda yazılmış, söylenmiş halk şiirlerinin derlenmesi ve düzenlenmesiyle yaratılmıştır. Evrensel değer, Bavyera Alplerinde bir manastırın arşivinden doğmuştur. Herkese benzemekle değil, özgün olmakla değer kazanılır.
Bu genel girişin ardından, gelelim Netflix’e. Netflix, merkezi Kaliforniya’da bulunan, Amerikan menşeli “teknoloji ve medya hizmetleri sağlayıcısı” ve bir yapım şirketi. Şirket, 190’dan fazla ülkede müşterilerine arşiv hizmeti sağlıyor ve bir yapım şirketi olması sebebiyle kendi orijinal yapımlarına da sahip. Yani küresel ölçekli bu şirket, aynı zamanda bir öykü yaratıcısı ve anlatıcısı; yakalamayı hedeflediği izleyici kitlesinden, yarattığı, seçtiği senaryolara kadar da hiç şüphesiz ki bir ideoloji temelinde hareket ediyor. Toplumsal değerlerin yaratılması ve değiştirilmesi hususunda küresel ölçekte etkin rol oynuyor; doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü, hakkı, haksızlığı, özgürlüğü, baskıyı yani insana ve topluma ait tüm değerleri kendi ideolojisiyle tanımlıyor; ideolojisinin olumlamadığı toplumsal değerleri kendi olumladığı değerlerle ikame ediyor ve bu haliyle liberalizmin kudretli aygıtlarından biri. Konu, “Netflix’in İdeolojik İşlevi” başlığıyla Teori dergisinin Temmuz sayısında detaylıca ele alındığı için burada uzunca değinmeyeceğim. Uzun lafın kısası, Netflix’in yalnızca bir ideolojisi yok, gerici bir ideolojisi var.
Şirketin ideolojisine ve “Bu platformlara denetim getirilmesi gerekli midir?” hususuna ilişkin tartışmalar sürerken, Netflix öyle bir işe kalkıştı ki hem dünyada hem ülkemizde haklı tepkilerin odağı oldu. Konu bilindiği üzere, şirketin Eylül ayında yayınlayacağını duyurduğu bir film: Minnoşlar, orijinal adıyla Cuties. Film bir Fransız yapımı ve Sundance Film Festivali’nden ödüllü. Film, “18 yaşından büyük izleyici kitlesi için uygun” ibaresi taşırken, oyuncular 15 yaş altı çocuklar. Filmin tanıtım afişini de tanıtım yazısını da ahlak ilkeleri ile bağdaştırmak mümkün değil zira çocuklar alenen cinsel obje olarak tasvir ediliyorlar. Netflix, skandal afişi için özür diledi ve “11 yaşındaki Amy, twerk (kalça sallama dansı) yapan bir dans grubuna hayran kalır. Onlara katılma umuduyla dişiliğini keşfetmeye başlar” biçimindeki garabet tanıtım yazısını değiştirdi ancak filmi yayınlama kararından vazgeçmedi.
Bu koşullarda, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’mızın, şirketin yayınlama ısrarını sürdürdüğü bu filme yönelik olarak tedbir alınması hususunda Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na resmî başvuruda bulunmasını son derece isabetli buluyorum. Bununla birlikte bu film, sosyal medya da dâhil olmak üzere internet platformlarının neden denetimden yoksun olmamaları gerektiğinin kanlı canlı bir kanıtı oldu; dahası “Bu platforma zaten para ödeyerek üye olunuyor. İstemeyen üye olmasın. Netflix’in, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik hakkı konusu ile ne ilgisi var?” sorusunun da somut yanıtını ortaya koydu.
Çünkü film, Türk Ceza Kanunu nazarında suç olarak tanımlanan bir eylemle örtüşen unsurlar barındırıyor. Bu eylem, Türk Ceza Kanunu’nun “Genel Ahlaka Karşı Suçlar” bölümünde düzenlenmiş olan ve 226. maddede tanımlanan “Müstehcenlik Suçu”dur. Müstehcenlik suçu, kendi içinde iki alt başlık barındırır. İlk başlık, genel olarak yetişkinlere ve topluma karşı müstehcenlik suçudur ve korunan menfaat, toplumun ar duygularıdır. Madde düzenlemesi, toplumun genelini ve demokratik toplum düzenini esas alarak, cinsellik, erotizm ve müstehcenlik arasındaki sınırı çizer, toplum ahlakına zarar veren nitelikte eylemleri bu sınırlarla diğerlerinden ayırır ve ceza öngörür. İkinci alt başlık ise “çocuklara karşı işlenen müstehcenlik” suçuna ilişkindir. Madde düzenlemesi ile korunan menfaat özel olarak çocuk haklarıdır; çocuğun cinsel istismarını önlemek için özel bir koruma alanı oluşturulur.
Maddenin üçüncü fıkrasına göre, “müstehcen görüntü, yazı veya sözleri içeren ürünlerin üretiminde çocukları kullanan kişi, beş yıldan on yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.” Özetle, müstehcen ürünlerin üretiminde çocukların kullanılması suçtur. İlgili madde, müstehcen ürünlere ilişkin bir şekil şartı barındırmamaktadır. Anlaşılması gereken şudur: Ne resimde ne fotoğrafta ne videoda ne filmde ne öyküde ne romanda ne heykelde ne şarkı sözünde yani aklınıza gelebilecek, profesyonel yahut değil, hiçbir yazılı, görsel, sesli üründe çocuklar müstehcenlik unsuru olarak kullanılamazlar. Çocukların, bu ürünlerin üretiminde yer almak konusunda rızalarının varlığı ya da yokluğu aranmaz, dikkate alınmaz. Yine maddenin üçüncü fıkrasına göre çocukların kullanıldığı müstehcen ürünleri ülkeye sokmak, çoğaltmak, satmak, depolamak, bulundurmak ve kullanıma sunmak suçtur ve iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası öngörülmüştür.
Geçtiğimiz yıl kamuoyunun gündemine oturan “Zümrüt Apartmanı” adlı romana ilişkin olarak da hem yazar hem romanı basan yayınevi sahibi hakkında yine Türk Ceza Kanunu’nun 226. maddesinin üçüncü fıkrasına dayanılarak iddianame düzenlenmişti. Bilindiği üzere romanda, çocuğun cinsel arzu nesnesi olarak tasvir edildiği bölümler yer almaktaydı.
Müstehcenlik suçuna ilişkin olarak, neyin müstehcen olduğunun tespiti, sınırın doğru biçimde çizilmesi muhakkak ki çok önemlidir. Çünkü müstehcenlik, kişiden kişiye, toplumdan topluma, hatta aynı toplumda zaman içinde değişiklik gösteren bir kavram. Yukarıda da belirttiğim üzere, kanun maddesinin amacının, bu sınırı toplumun genelini ve demokratik toplum düzenini esas alarak çizmek olduğu unutulmamalıdır. Cinsellik, insan yaşamının doğal bir parçası ve insana, topluma, yaşama dair her olgu gibi elbette sanatın konusu da olacaktır. Cinsellik ve erotizm ögeleri barındıran her eser, müstehcen yani toplumun ar duygularına halel getiren, ahlakı bozan niteliğe sahip olarak elbette değerlendirilemezler ve bırakın suç olarak tanımlanmayı, sansür uygulamasına da maruz kalmamalılardır. Şöyle bir örnek vereyim: 1999 yılı yapımı, bir Frank Darabont filmi olan Yeşil Yol (Green Mile) filmini pek çok kez izledim. Filmde gardiyan rolünde olan Tom Hanks ile bir idam mahkûmunu canlandıran Graham Green’in, idamın hemen öncesi hücrede karşılıklı sohbet ettikleri bir sahne vardır. Ömrünün son anlarını yaşayan idam mahkûmu, hayatının en güzel anlarının, eşiyle birlikte dağda yaktıkları ateş karşısında, güneş doğana kadar seviştikleri zamanlar olduğunu söyler. Birkaç ay evvel filme TRT 1’de tesadüf ettim ve tam da bu sahneye denk geldim. Meğer idam mahkûmu ve eşi, dağda yaktıkları ateş karşısında ne münasebet(!) sevişmek yalnızca sohbet ediyorlarmış. TRT 1, bu büyük münasebetsizliği(!) ve yanlışı(!) düzeltivermiş. Keza yine yakın zamanda TRT 2, İsveç ve Danimarka ortak yapımı olan Köprü (Bron/Broen) adlı diziyi yayınlamaya başladı. Diziyi daha önce izlemiştim ve cinsellik ögeleri barındırdığını biliyorum. Sayın Tunca Arslan’ın 14 Temmuz 2020 tarihinde Twitter hesabından yaptığı paylaşımdan, TRT 2’nin, dizide yer alan ve cinsellik ögesi barındıran tüm sahneleri makaslayıp yapımı kuşa çevirdiğini ve orijinali “Seks yaptığımıza göre dışarıda da birlikte görünebiliriz.” olan cümleyi dahi “Birlikte uyuduğumuza göre…” biçiminde değiştirdiğini öğrendim.
Bu tür uygulamalar eleştiri konusu olmalıdır. Çünkü toplumun ar duygusunu ve temiz ahlakı korumaktan kasıt, örneklemek gerekirse; Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu resmine cıkcıklamak, Nabokov’un Lolita romanının “poşet içinde” satılması gerektiğini savunmak, bir baletin yahut balerinin sahne kostümünü ahlaksızlık olarak nitelemek, heykellerin içine tükürmek, Karacaoğlan’ın 17. asırda yazdığı “On üçünde gözün süzer/Zülüfün gerdana düzer/Kargı kamış gibi uzar/Boyu servi dala benzer” dizelerini, “Zümrüt Apartmanı” romanında yer alan suç unsurunu havi satırlarla eş tutma yanılgısına düşmek değildir. Fikir ve vicdan hürriyeti korunması gereken bir haktır; sanatçı özgür olmalıdır, düşünme ve yaratma özgürlüğüne ket vurulmamalıdır, sanatın önemi ve gücü yadsınmamalıdır. Sanatçının elinden, topluma ve insana, kendi çirkinliğini ve güzelliğini gösterme kudreti alınmamalıdır çünkü sanatı sanat yapan bu kudrettir.
Ancak hiçbir hakkın ve özgürlüğün sınırsız olmadığı, bir hakkın ve özgürlüğün sınırını yine bir diğer hakkın ve özgürlüğün çizdiği unutulmamalıdır. Sanat, insana ve topluma dair her olguyu özgürce ve cesurca konu edebilmelidir ancak sanatçının yaratma özgürlüğü de hukukun koruduğu başka bir hakkın sınırına kadardır ve pedofiliyi normalleştirmek, çocuğun cinsel istismarını meşrulaştırmak, düşünce ve ifade hürriyetinin, sanatçının yaratma özgürlüğünün konusu kesinlikle olamazlar.
Görüşlerimi pek tabii filmi izleyerek kaleme almadım. Kaldı ki tavsiyem bu filmden uzak durulması olacaktır. Ancak “İzlemediğiniz bir filme ilişkin nasıl yargıya varabilirsiniz?” sorusuna karşılık şunu söyleyebilirim. Asıl “11 yaşındaki kız çocuğunun, kalça dansı yaparak dişiliğini keşfetmesi ve aile geleneklerine meydan okuması” özetinden ve +18 yaş sınırı ile yayınlanacağı bilgisinden, nasıl olur da filmle ilgili farklı bir yargıya varılabilir? Filmde, çocukların müstehcenlik unsuru olarak kullanılmadıkları, filmin toplum ar duygularına zarar verecek nitelikte olmadığı, çocuk haklarını ihlal etmediği iddia edilebilir mi? Filmin Türkiye’de yayınlanacağını tahmin etmiyorum. Muhakkak tedbir alınacaktır ve alınması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kendi kanunlarınca suç olarak tanımladığı unsurlar barındıran bir eyleme göz yumması, internet üzerinden ülke topraklarına giren bir Amerikan şirketine egemenlik hakkını çiğnetmesi mümkün değildir.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Netflix’in özrü göstermeliktir. Şirket, filme, tanıtım yazısına, kullandığı afişe gelecek tepkileri şüphesiz ki öngörmüş ve bilinçli olarak bu tercihleri yapmıştır. Yani bu skandalla şirket, aslında nihayetinde yayınlama kararından vazgeçmeyeceği, çocuğun cinsel istismarını normalleştiren, pedofiliyi meşrulaştıran bu filmi daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedeflemiştir. Netflix’in bir ideolojisi var ve izahı için uzun uzun cümlelere pek de gerek yok. Tek sözcük kâfidir: Çürümüşlük.
[1] Türk Dili Sinema Özel Sayısı, Ocak 1968, Sayı:196.