Devrim nereden gelir?

Günlük yaşamımız alışkanlıklar tarafından biçimlendirilmiştir. Okul, iş, aile, dostluklar, alışveriş, trafik vb.; bunların tümü günlük periyodik tekrarlarla ve çoğu zaman durağan bir şekilde hayatımızın büyük bölümlerini öylesine işgal eder ki, bizde alışkanlıklara sebep olurlar. Alışkanlık, süregiden durumların tekrar edeceği beklentisinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle, şu an yaşamakta olduğumuz durumu, ampirik belleğimizdeki eskiden yaşanmış durumlarla sentezleyerek, durumun süreceğine ve tekrarlayacağına dair bizdeki kanıdır.

Alışkanlık, şimdilik-formudur. Düzenlenmiş şartlar altında ya da aynı anlama gelmek üzere periyodik tekrarların egemenliğinde, belirli eylemlere geçtiğimizde hemen hemen aynı sonuçları alırız. Algılarımız ve eylemlerimiz, belleğin verileri ve bunların donuklaşmış ifadeleri olan kanılar tarafından biçimlendirildiğinde, şimdiki anı yaşarken sadece benzerliklere, yakınlıklara, ortak yanlara odaklanır ve buna mukabil benzer ya da sıradan eylemlerde bulunuruz. Ve elbette aynı sonuçları alırız. Kısacası, geçmişteki tekrarlar vasıtasıyla düzenlenmiş algılar, düzenlenmiş eylemler, öngörülmüş sonuçlar söz konusu olduğunda, şimdiki duruma hükmeden alışkanlıklardan söz ediyoruz.

Düzenlenmiş algılar ve tekbiçimli eylemler halinde, sensori-motor kısa yollar içinde yaşamaya alışkınızdır, düşünmek yerine kanılara teslim olmak kolayımıza gelir; kuşkusuz şartlar da bunu gerektirir. Ama şimdilik-formları ya da alışkanlıklar, yine de gelecek tarafından aşılmaya yazgılıdır. Şimdi, ölüme yazgıdır. Her birimizi, hayatımızın bir noktasında işsizlikler, ayrılıklar, yoksulluklar, yakınlarımızın ölümleri vb. vurur; başımıza fena ya da fena olmasa da değişik şeyler gelir ve bunlar alışkanlıklarımızı parçalayıp geçer. Gelecek, o ana kadar güvendiğimiz kanıların ve adeta düzenlenmiş algılama biçimlerimizin işe yaramadığı bir durumu bedenimizin önümüze bırakıverir. Ne benzerlik, ne yakınlık, ne de ortak yanlar vardır artık. Ampirik belleğimiz vasıtasıyla hatırlamaya çalıştığımız ama hatırlayamadığımız için acı çektiğimiz; şiddetli işitsel ve görsel verilerin bilindik ya da alışkanlık edinilmiş motor yanıtlar uyandırmadığı ama aksine bedenimizi delip geçtiği bir krizin ya da uçurumun önünde buluruz kendimizi.

Geleceğin verileri ya da aynı anlama gelmek üzere alışkanlığın yıkımı, beynimiz tarafından tanınamaz ama keder, sersemlik, dehşet, hayranlık gibi çeşitli duygularla bedenimiz ve beynimiz tarafından hissedilir (belki de yakalanır, geleceğin güçleri bedenimizi duygulandırır), ama bu girdilere nasıl yanıt vereceğimiz ya da motor çıktılar henüz belirli değildir, elimizde yeni duruma hazır bir motor şema yoktur. Gelecek, duyusal sistemimize şiddet uygular ve aynı sebeple motor sistemimizi atıl bırakır. Gelecek, algılarımız ile eylemlerimizin arasına girer, sensori-motor en kısa yolları koparır. Kanıları ve ampirik belleği geçersiz bırakır. Gelecek, bellek tarafından hatırlanamayan ama bedenimize duygusal terör olarak saldırıya geçen güçlerdir; ve bu demek olur ki, derhal veya otomatik yanıt verilemeyen, artık alışkanlıktan muaf tutuluğumuz için bedenimizdeki motor güçlerin şaşırdığı hallere sebep olan zamansal bir boyuttur.

Yani kısacası şöyle tanımlıyoruz geleceği: bir noktada, alışkanlık tarafından dayatılan duyusal tanımanın (beş duyu sisteminin) çökmesi ve onun yerini duygusal şiddetin almasıdır. Ama olaylar burada kalmaz, tam da aynı sebeple ampirik bellek tarafından dayatılan hatırlama sistemi de çökecektir. Bellek bu noktadan sonra, geçmişteki hiçbir benzerliği şimdiki duruma geri çağıramaz ama benzemezliğin şiddetini deneyimler. Gelecek, bir ve aynı anda, hem alışkanlığı hem belleği (hem şimdiyi hem geçmişi), ve aralarındaki karşılıklı bağlantıları paramparça eder.

Son olarak gelecek, düşüncemizin atıl durumuna işaret eden kanıları da parçalar. Ama bu çöküş aynı zamanda, o ana kadar henüz düşünmediğimizi ve artık düşünmeye başlamamız gerektiğini ortaya koyar. Zamanın şiddetli güçleri bizi düşünmeye zorlar. Düşünce, ortaya çıkan probleme bir çözüm araştırır ve düşünmenin yeni tarzlarını icat etmek için harekete geçer; bedense, çöken dünyayı onarmak için farklı duruş ve tavırlar alır ve yaşamanın yeni tarzlarını icat eder. Probleme belirli ve kendimize özgü bir çözüm biçimi geliştirerek, dünyayı ve dünyaya olan inancımızı onarmanın bir yolunu bularak, belki yeni alışkanlıklar edinerek yaşantımıza devam ederiz. Hayat yine bizim hayatımızdır, ama sensori-motor devrenin kopması onu farklılaştırmıştır.    

Zamanın deneyimlenmesini şu ana kadar insanî bir model içinde ele aldık. Ama elbette bununla sınırlı değildir. Örneğin Habitat’ın çökmesi ve yaşamın yeni tarzları olarak simbiyotik yaşamın, göçlerin, sürü davranışı ve işbölümünün, hatta evcilleşmenin icat edildiği biyolojik bir model düşünebiliriz. Veya evrimsel bir modeli gözümüzün önüne getirelim. En kısa sensori-motor devrenin (refleksin) durumlara yanıt veremediği ve bilişsel örüntülerin icat edildiği, beynin ilkel yapılardan karmaşık yapılara doğru yol aldığı nörojenik evrim, evrimin düz çizgisel değil ama sıçramalı karakterini de açıklayacaktır.

Toplumsal bir model de düşünebiliriz. İnsan türünün yeniden-üretimi sırasında itkiler (örneğin açlık, cinsellik) çeşitli sebeplerle doyurulamayabilir. İtki-doyum devresi ya da doğal insanın refleksif pasifliği çöktüğünde, insan türü kurumlar ve kurumların bir arada işleyişinden başka bir şey olmayan üretim tarzları icat eder. Oluşturulan kurumlar, itkileri ihtiyaçlara tercüme ederek işler. Yani kurumsal yaşamda artık itkiden değil ama örneğin ekmek ihtiyacından ve bu amaca ulaşmak için gerekli insan gruplarından, araçlardan, tüzükten ve maddi aygıttan söz ederiz. Kurumlar, insanı borçlu-alacaklı ilişkisi içine yerleştirerek, insana kurumsal bir hafıza tesis ederek, böylelikle ona toplumsal üretim süreçleri içinde bir yer vererek, itkilerin zorlayıcılığını bastırır. Veya aynı anlama gelmek üzere, geleceğin güçleri tarafından imkânsız hale getirilmiş itki-doyum devresinin yerini alır. Baskıcıdır, sömürgecidir, ama aynı zamanda üretim güçlerini geliştirir, insanı ve emeğini yetkinleştirir. Kurumlar tam olarak, itki-doyum devreleri çöktüğünde yaşamanın ve üretmenin yeni tarzlarını oluşturan yapay inşalardır. Onların sayesinde reflekslerin yerini karmaşık emek süreçleri alır. Bu yüzden Marx’a göre bir kurumsal düzen ve üretim tarzı, sistemdeki herhangi bir çelişki sebebiyle değil ancak üretici güçlerin gelişiminin önüne engel olarak dikilmeye başladığında çökecektir.

Ancak kurumların yaşam tarzları olduğunu söylediğimizde, tarihi doğallaştırmak ya da doğayı antropolojik hale getirmek değildir söz konusu olan, aksine doğanın nasıl tarihin tortusu haline dönüştüğünü; sensori-motor üretimin üstünü, onu bölen, yapılandıran ve biçimlendiren toplumsal üretim ilişkilerinin doldurduğunu göstermektir. Biyoloji yine vardır ve sürekli doyum aramaktadır, ama toplumsal üretim biyolojik bir süreç değildir.

Son olarak, zamanı deneyimlemenin devrimci bir modeli vardır. Marx, insanlığın önüne sadece çözebileceği sorunları koyduğunu söyler. Bu aynı zamanda, insanlığın ancak önüne çıkan sorunları, yani geleceğin güçlerinin insan deneyimine sunduğu sorunları çözebileceği anlamına gelir. Devrimciliğin birçok formülü vardır: anarşizmler, bölgesel ve etnik özerklikler, yarı-otonomiler, belediye sosyalizmleri, hızlı ve hesapsız sosyalizm atılımları, postmodern internet komünizmleri… Şüphesiz bunların her biri de insanlığın sorunlarını çözme iddiasıyla geliştirilmiş teorilerdir. Ama neden gerçekte bunların hiçbirini değil ama sadece millî demokratik devrimleri görürüz? Neden başka bir şey değil ama bir asırdır devrimlerin ortak biçimi olan tek bir şey, neden dünyanın farklı coğrafyalarında tekrarlayan bu çok özel durum?

Buna şöyle yanıt verebiliriz: Elbette diğer biçimlerin de her biri çözümdür, ama sorulmamış sorunların çözümlerdir. Deneyden değil doktrinden türetilmiş çözümlerdir. Lenin’in belirttiği gibi sol doktrinizmin ürünleridir. İnsanlığın önüne gelmiş, maddi durumun gerçekliğinde bulunabilecek sorunların değil, kütüphanelerin tozlu raflarında araştırılan sorunların çözümleridir. Yani deneye sunulmuş sorunların çözümleri olmadıkları için, aynı zamanda gerçeğe tesiri olmayan çözümlerdir. Salt fikirsel faaliyettir. Ne kadar solcu ya da keskin olsalar da felsefedeki idealist kutuptur.

Neden tek bir genel biçim ve diğerleri değil? Çünkü alışkanlıklarımızın; yurdumuzun, güvenliğimizin, yaşamımızın çöküşüne sebep olan en öndeki güç emperyalist saldırıdır. Bu durumda insanlığın önündeki sorunun çözümü, yurdun, güvenliğin ve yaşamanın yeni bir tarzını, devrimci bir tarzını üretmekten başka bir şey değildir. Tek bir devrimci biçimin, birbirlerinden on binlerce kilometre uzaktaki ülkelerde düzenli bir şekilde tekrarlamasının ve çağımızda başka hiçbir devrimci formülün tutmamasının sebebi budur; insanlık önündeki sorunu çözmektedir.