Koronavirüsten sonra “küreselleşme”

Küreselleşme dört faktöre dayanır:

Malların küresel dolaşımı (küresel ticaret),

Hizmetlerin küresel dolaşımı,

İnsanların (özellikle emeğin) küresel dolaşımı,  

Paranın küresel dolaşımı (serbest sermaye hareketleri).

Her küreselleşme süreci dört faktörün de dolaşımını arttırıyor; fakat yaşananların karakterini anlamak için hangi faktörün dinamo rolü oynadığını bulmamız lazım. Bu sorunun cevabı aynı zamanda hangi sınıfların süreçlere önderlik ettiğini anlamamızı sağlayabilir.

1980’lerde ilan edilen ABD eksenli küreselleşme sürecinin öncü faktörü paranın serbest dolaşımıydı; Amerikan küreselleşmesi paranın küresel dolaşımına, serbest sermaye hareketlerine dayanıyordu; ABD ekonomisinin finansallaşma sürecinin küresel yansımasıydı diyebiliriz.

Rönesans sonrası tarihte 4 sermaye birikim halkası oluştuğu kabul ediliyor: Kuzey İtalya, Hollanda, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri.

Her birikim halkası maddi genişlemeyle başlıyor ve mali genişlemeyle kapanıyor. İtalya ve Hollanda örneklerinde maddi genişleme ticaret, İngiltere ve ABD için ise sanayiydi.  

Ekonomilerin maddi genişlemeden mali genişlemeye evrilmesi karlılıkla ilgili. Maddi ekonomik faaliyetin yoğunlaşması bir süre sonra kârlılığın düşmesine ve sermayenin finansal alana yönelmesine, dış yatırım olanakları aramasına neden oluyor. İtalyan sermayesi İspanyol ve Portekiz keşif seferlerine, Hollanda sermayesi ise İngiliz sanayisine kredi olarak hizmet etmişti. Amerikan ekonomisinin de 1980’lerden itibaren hızla finansallaştığı ve olası risklerden serbest sermaye hareketleri yoluyla kaçınmaya çalıştığı biliniyor.

İngiliz ve Fransız ekonomileri 19. yüzyılda benzer bir yöntemle krizden kaçınmayı tercih etmiş, bu tercih sermayenin küresel dolaşımının yükselmesine ve emperyalizmin ortaya çıkışına neden olmuştu.

Haydar Kazgan, spekülatif bir şekilde, Avrupa’nın 19. yüzyılın ikinci yarsında Osmanlı İmparatorluğu ile kurduğu finansal ilişkiler sayesinde sosyalist devrimlerinden kurtulduğunu iddia eder.[1] Kazgan’ın ifadesinin bilimsel olmadığı açık; fakat sermaye ihracatının bir tercih değil zorunluluk olduğu doğrudur.

Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra İngiliz sermayesi önderliğinde Avrupa kredisi ilk önce Güney Amerika’ya, yüzyılın ortasından sonra da Doğu’ya yönelmeye başladı. Dönemin iletişim ve ulaşım olanaklarını ve aynı anda Avrupa borsalarında Avrupa devletlerinin de tahvil kâğıtları ile bu ülkelerdeki işletmelerin hisse senetlerinin tedavülde olduğu düşünülünce, Güney Amerika ve Doğu kâğıtlarına insanların para yatırması oldukça cesaretli bir tercihtir. Bu cesaret, kârlılık arayışından geliyor. İngiliz ve Fransız tahvilleri %2 faiz ve düşük ihraç fiyatı ile piyasaya arz edilirken, Osmanlı tahvilleri %6’dan başlayan faizler ve %60’lara kadar düşen ihraç fiyatlarıyla satışa çıkıyordu.

19. yüzyılda sermeyenin kâr arayışı, Avrupa sermayesinin Avrupa dışında finansal yatırımlarıyla, yeni bir küreselleşme dalgasıyla ve emperyalizmin ortaya çıkışıyla sonuçlandı. Örneğin Fransa neredeyse tamamen tefeciye dönüşmüştü. I. Dünya Savaşına gelindiğinde Osmanlı tahvillerinin de %60’dan fazlası Fransız tahvil sahiplerinin elindeydi. Nikolay Buharin, Komünist Enternasyonal’in VI. Kongresine Yürütme Komitesi adına sunduğu raporda, tefeci Fransa’nın ancak I. Dünya Savaşından sonra “varlıklı bir endüstri ülkesine dönüştüğünü” belirtir.[2]

19. yüzyılın ikinci yarısındaki finansal küreselleşmenin liderliğini İngiltere yapıyordu. İngiltere’nin finansal genişlemesi, 19. yüzyıl kapanırken İngiliz hegemonyası için sonun başlangıcı kabul edilebilir. Aynı akıbetten ABD hegemonyasının kurtulması mümkün değildi.

1990’larda Türkiye’de, Amerikan hegemonyasının sonuna yaklaşıldığını, Asya Çağı tespitiyle ilk fark eden Aydınlıkçılar oldu. Giovanni Arrighi gibi araştırmacılar da daha 1990’larda Amerika’dan sonraki sermaye birikim (yani zenginliklerin) merkezinin nerede olacağını tartışmaya başladılar; Arrighi o zaman yeni sermaye birikim merkezinin Japonya olup olamayacağını sorgulamıştı.[3]

Finansallaşma mali aristokrasinin önderliğinde yürür, fakat toplumun diğer sınıflarını da kuşatır. Tahvil ve hisse senetlerine, sigorta poliçelerine ve fonlara para yatıracak küçük tasarruf sahipleri olmadan emperyalist sistem kurumsallaşamazdı. Emperyalist ülkelerdeki mali aristokrasi ana vatanındaki önder konumunu, biraz da diğer sınıflarla kâğıtların getirisi üzerinden kurduğu çıkar ortaklığına borçlu.

Eğer Washington yönetimi mali aristokrasinin toplumla çıkar ortaklığının kontrolsüz şekilde yıkılmasına izin verirse, Amerikan sermaye birikim halkasının bir kaos içinde çökeceğini iddia eden görüşler ortaya çıkabilir. Fakat önceki örneklerde, Hollanda ile İngiltere sistemin tepesinden inerken süreçleri iç istikrarı kaybetmeden yönetmeyi ve sonraki dönemlere belli bir prestij ile toplumsal refahı taşımayı başarmışlardı. Amerikan küreselleşmesi sonlanırken, Amerika’nın iç parçalanmalar yaşayacağını, kaosa sürüklenebileceğini iddia etmek gerçekçi görünmüyor. 

Diğer taraftan hegemonyacı güçlerin geri çekilmesi, geçmişte de sancısız olmamıştır. Örneğin bazı tarihçiler İngiltere’den boşalan koltuğu Almanya’nın mı yoksa ABD’nin mi dolduracağına karar vermek için iki dünya savaşı yapıldığını söylerler.

Wallerstein, Hollanda, İngiltere ve ABD hegemonyalarına baktığında şunu görmektedir:

“Bu üç örnekte de hegemonya askerî fetih peşinde koşan bir devletin (Habsburglar, Fransa, Almanya) yenilgisinin ardından geldi. Hegemonyaların her biri bir ‘dünya savaşının’ zamanın tüm büyük askerî güçlerini içine alan, kütlesel, kara ağırlıklı, son derece yıkıcı, aralıklı olarak otuz yıl süren bir mücadelenin damgasını taşıdı. Bunlar sırasıyla 1618-1648 Otuz Yıl Savaşları, Napolyon Savaşları (1792-1815) ve yirminci yüzyıldaki, rahatça tek bir uzun ‘dünya savaşı’ olarak adlandırılabilecek 1914-1945 arası çatışmalardır.”[4]

Tespitten iki bilgi çıkartılabilir:

- Dünya savaşı ihtimali, yeni bir hegemonyacı gücün ortaya çıkmasına bağlıdır. Hegemonya sonrasın bir dünyaya geçiş olasılığı, küresel savaş ihtimalini azaltır.

- Her üç savaş da küresel sistemde yapı taşları kurdular. Otuz Yıl Savaşları sonrasında imzalanan Vestfalya Anlaşması hâlâ Avrupa sisteminin temeli kabul ediliyor. Napolyon Savaşlarını bitiren 1815 Viyana Anlaşması Avrupa devletler hukukunu kurdu; Doğu Sorunu dâhil Avrupa işleri Viyana’da kurulan hukuk içinde yönetildi; Birleşmiş Milletlerin aslında onun gelişmiş bir biçimi olduğu da söylenebilir. 1914-1945 uzun savaştan sonra sistem daha küresel hale gelmişti. Sistemin dışına çıkmak isteyenler de, Bağlantısızlar Hareketinde olduğu gibi, artık küresel ölçekte işleyebilecek alternatif bir uluslararası işbirliği sistemi kurgulamak zorundaydılar. Koranavirüs sonrasına ilişkin tartışmalar ve hegemonya karşıtı projeler, benzer planları içermelidir.

Emperyalizmin 19. yüzyıldaki küreselleşme dalgasıyla gelen kurumsallaşma aşaması, Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki coğrafyalarda devletsizleştirme dönemiydi. Asya ve Afrika’da yaşayanların kaderine Avrupa ve Kuzey Amerika’da karar verildi. 1884-1885’de Avrupa devletleri ve ABD, Afrika’nın geleceğini belirlemek için toplandığında masada tek bir Afrikalı bile yoktu; Afrika’da da modern bir devlet yoktu. Mark Sykes ve François Georges Picot Ortadoğu haritasını çizerken hiçbir Ortadoğuluyu toplantıya davet etme gereği duymamışlardı; onlara bu rahatlığı veren Osmanlı ordularının çekildiği Ortadoğu’da henüz modern devletlerin ortaya çıkmamış olmasıdır. Devletsizleştirme konusunda emperyalist devletlerde öyle bir özgüven oluşmuştur ki, I. Dünya Savaşı öncesinde Doğu topraklarını gizli anlaşmalarla kendi aralarında bölüşmüşlerdi.

Gelişen dünya açısından bakıldığında ulus-devlet ve emperyalizm birbirinin karşı tezidir. Ezilen dünyayı gelişen dünya haline dönüştüren, ulus-devletler oldu. Uluslararası ilişkileri yeniden düzenleme önerileri, kendilerini anlatmaya ve tanıtmaya ulus-devletlerle nasıl uyum sağlayabileceklerini açıklayarak başlamalıdır.

Çin’in yeni tür küreselleşmesinde “yeni” olan ne?

Marx, farklı grupların doğal çevrelerinde farklı üretim araçları ve geçim araçları bulduklarını belirtir ve buradan meta ekonomisinin ilk defa olarak toplum içi değil toplumlar arası ilişkide ortaya çıktığı bilgisine ulaşır:

“Toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları temas noktalarında ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmelerine ve ürünlerin yavaş yavaş metaya dönüşmesine yol açan, işte bu doğal farklıktır.”[5] 

Polanyi de piyasaların uzun mesafeler arası ticaretle ortaya çıktığını söylüyor:

“Gerçek başlangıç noktasını uzun mesafeler arası ticaret oluşturuyordu, bu da malların coğrafi konumu ve bölgeler arası ‘iş bölümünün’ bir sonucuydu. Uzak mesafeler arası ticaret, çoğu zaman piyasaları ortaya çıkartıyordu.”[6]

Metaların, yani piyasaların ortaya çıktığı andan itibaren ilk önce yakın topluluklar arası, sonra bölgesel ve nihayet küresel ilişkiler, gelgitlerle gelişmeye devam etti. Son 40 yılda küreselleşme sözlük anlamı dışında teknik bir tanım kazandı. Amerikan küreselleşmesi, ulus devletlerin yıkımını içeriyordu. Paranın küresel dolaşımına dayanan finansal küreselleşme, çevre ülkelerde devletleri yıkmadan gelişemezdi.

Çin’in küreselleşemeye sahip çıkması, küreselleşme tartışmalarını farklı bir boyuta taşıdı. Çin, Amerika merkezli, serbest sermaye hareketlerinin öncü rolü oynadığı finansal küreselleşmenin yerine malların serbest dolaşımının öncü rolü oynayacağı model öneriyor. Bu da bize, Amerikan küreselleşmesindekinden farklı sınıfların önderlik edeceği bir küresel işbirliği projesinin var olduğunu gösterir. Kuşak Yol Projesi, malların küresel dolaşımını hızlandırmak amacıyla geliştirildi.

ABD yönetimi Dünya Ticaret Örgütü’nü suçladığında, Çin projesine ilk ciddi itirazını ortaya koymuş oldu. DTÖ, Bretton Woods sisteminin üretimle en doğrudan bağa sahip uluslararası kurumuydu; Beyaz Saray’ın DTÖ’ye ithamları Amerikan merkezli sistemin üretimle bağının, kendi önderliğinde ortaya çıkan kurumlarla kavga edecek düzeyde zayıfladığının işareti sayılabilir. Trump, Dünya Ticaret Örgütü’nü, “kendilerine çeki düzen vermezlerse” çekilmekle tehdit etti.

Çin’in önerdiği küresel işbirliği projesi üzerine yapılacak inceleme, serbest ticaret tartışmasını da içermelidir; fakat serbest ticaret tartışması bu makalenin sınırları dışında kalıyor. Yine de korumacılık ile küresel ticaretin ilişkisine değinmeden, küreselleşme üzerine düşünmek mümkün değil.

2008-2019 arsındaki 10 yılda, kapitalizm tarihinde görülmedik şekilde küresel ticaret ile yeni-korumacılığın uyumlu olarak geliştiğini başka bir Teori yazısında incelemiştim. (https://teoridergisi.com/koronavirus-ve-korumacilik-18-nisanda-ne-oldu) Bu uyum aynı zamanda Çin’in önerdiği şekilde küreselleşme ile ulus devletlerin uyum sağlayabileceği anlamında da yorumlanabilir.

Diğer taraftan koranavirüs sonrasında, son yıllarda ortaya çıkan bir eğilim güçlenerek, küresel ticaret hacmi ile yeni-korumacılık arasındaki uyum bozulabilir. Son 5 yıldır dış ticaret rejimlerinde ilave gümrük vergilerine sık sık başvurulduğuna şahit oluyoruz. Ticaret Savaşları karşılıklı olarak yürürlüğe sokulan ilave gümrük vergileriyle yürütülmüştü. İlave gümrük vergileri tarifeye en yakın yeni korumacı araçtır ve tarifeden çok daha yüksek oranlarla uygulanabiliyor.

Türkiye, 18 Nisan’da yayımlanan ithalat rejimine 3 yeni ek karar ile çok sayıda eşyaya ilave gümrük vergisi uygulayacağını ilan etti. 21 Nisan’da da 10. ayın başına kadar geçici süreyle ilave gümrük vergisi uygulanacak eşyanın listesini içeren 2 yeni ek karar yayınlandı. Böylece tarifenin önemli bir bölümü ilave gümrük vergisi kapsamına alınmış oldu. Türkiye ilk defa 2011’de ilave gümrük vergisi uygulanmasını öngören ek karar yayınladı; 2014’den sonra bu araca daha çok başvuruyor.

Önümüzdeki dönemde dünya genelinde yeni korumacı araçlar içinden ilave gümrük vergilerinin daha yoğun tercih edilmesinin, küresel ticaret ile korumacılığın paralel yükselme eğilimini bozması mümkün.

Küresel ölçekte korumacılığın ne şekilde gelişeceği, önümüzdeki 2 yılın en önemli soruları arasında yer alacak.   

“Kamu ağırlıklı” küresel işbirliği mi?

Her çağın kendi mega projeleri var. 19. yüzyılın mega projesi Süveyş Kanalı’ydı. Kanal, Fransız mali aristokrasisinin önderliğinde ve Fransız İmparatoru III. Napolyon’un himayesinde finansal ticari ortaklık olarak örgütlenmişti. Kanal projesi, en uyumlu dönemini yaşayan İngiltere ile Fransa’yı savaşın eşiğine getirdi. Eğer Fransız donanmasının silahları olmasa Süveyş Kanal ve Denizcilik Şirketi ölü doğmuş olacaktı; fakat şirkete mali sermaye önderlik ediyor, devletleri de peşinden sürüklüyordu.

21. yüzyılın şu anda ortaya çıkan mega projesi Kuşak-Yol’dur; proje, Süveyş Kanalı’ndaki kamu-özel sektör ilişkisini terse çevirdi. Kamu öncülüğünde inşa edilen Kuşak Yol Projesinde özel sektör kamu önderliğinde katılımcı olarak yer alıyor. Bu ilişki biçimi, yeni çağın karakteri hakkında da bilgi verir. Kuşak Yol Projesi sıradan bir lojistik yatırımı değil; küresel sistemde ekonomik, mali, siyasal, hatta kültürel dönüşümler yaratması bekleniyor.

Son on yıllarda, kamusal yönetimin meta ekonomisine daha fazla uyum sağlamasına olanak veren yaratıcı çözümler üretildi. Varlık fonları önemli örneklerden biridir. Daha çok ülkelerin yurtdışına doğrudan yatırımlarda kullandıkları varlık fonları küresel ilişkilerinin şimdiden belirleyici aktörlerinden birine dönüştü.  

Varlık fonlarının bir araya gelerek 2008’de yayınladıkları Santiago Prensiplerinin 1 no’lu ekinde ulusal varlık fonlarının tanımı yapılır; sahiplikleri devlete ait olan ve devletler tarafından yönetilen yatırım fonları olarak tanımlanırlar.[7] Ulusal varlık fonlarının oluşturduğu International Forum of Sovereign Wealth Funds üyesi fonların yönettiği varlıklar toplamı daha 2016’da 5.5 trilyon dolara ulaşmıştı. Varlık fonları yoğun olarak yurtdışı yatırımlarını tercih ediyorlar. Örneğin China İnvestment Cooperation, 2019 sonu itibariyle yatırımlarının %57.9’unu yurtdışına yaptı.

Koranavirüs sonrasında devlet bankalarının da güçlenmesini beklemeliyiz. Zaten 2019 itibariyle Forbes 2000 listesinin ilk dördünde üç Çin devlet bankası yer alıyor. Bu bankalar Çin’in devlet sahipli işletmelerinin yurtdışı faaliyetlerinde önemli destekler sağlıyorlar. Koranavirüsün yarattığı ortam devlet bankacılığının gelişimini hızlandırabilir. Kamu bankaları, elde tuttukları kaynaklarla ekonominin denetimini kontrol edebiliyorlar. Doların rezerv para olarak konumunu kaybetmesi de, devlet bankacılığının önünü açan bir etkene dönüşebilir.

Koranavirüs sonrasında ulusallıklar öne çıkacaktır. AB gibi ulusüstü yapıların sorgulanacağı aşamaya geldik. Yine de bunun otarşiye yol açması gerekmez. Coğrafi veya tarihsel ortaklıklara dayanan işbirliği bölgelerinin geliştiğini, yeni ilişki biçimlerinin ortaya çıktığını görebiliriz. 

Ticaret Savaşlarından hemen öncesinde Amerikan Ticaret Bakanlığı tarafından yapılan soruşturmada Jupiter Aluminum Corporation adlı Amerikan şirketinin CEO’su şunu söylemişti:

“Çin’deki iş yaratmak ile Birleşik Devletlerde finansal performans arasındaki bu mücadele adaletsizdir.”[8]

Koranavirüs, iki sistem arasındaki rekabetin kızıştığı bir döneme denk geldi ve bu rekabet dünyada egemen olacak sistemin niteliğiyle ilgidir. İş yaratmak istihdamı, finansal performans ise özel çıkarı ifade ediyor.

Mali aristokrasinin küresel sistemi kontrol olanaklarının zayıflaması, küresel ekonomide devlet sahipli işletmelerin ve devletler önderliğindeki yatırım ve küresel projelerin ağırlıklarının artmasıyla sonuçlanabilir mi? Devlet kapitalizmi tartışmalarına “devletçiliğin küreselleşmesi” başlığı eklenebilir mi?  

Bu soruların koranavirüs sonrası üzerine yürütülen çalışmalarda yer alması gerektiğini düşünüyorum.

 

[1] “… Sanayi devrimi ülkeleri Marksist gelişmeleri hızlandıracak buhran ve tehditlerden kendilerini sıyırabildilerse, bunu büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik ve finansal siyasetine borçludurlar. Hatta daha ileri giderek söyleyebiliriz ki, eğer bu ilişkiler olmasaydı, Sosyalist Devrimi 1917’de Rusya’da değil, belki de -1848’de olmadı ama- 1960’larda kesinlikle Fransa’da ya da İngiltere’de gerçekleşirdi.” Haydar Kazgan, Türkiye’de Avrupa Finans Kapitali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s. 14.

[2] Nikolay İ. Buharin, Dünya Krizinin Yeni Biçimleri, Teori, Aralık 2019, sayı: 359, s. 33.

[3] Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, Çeviren: Recep Boztemur, İmge Kitapevi, İstanbul, 2016.

[4] Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, Çeviren: Necmiye Alpay, Metis Yayınları, İstanbul,  1992, s. 37.

[5] Karl Marx, Kapital, Cilt 1, Çeviren: Mehmet Selik, Nail Satılgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, s. 341.

[6] Karl Polanyi,  Büyük Dönüşüm, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 103.

[7] https://www.ifswf.org/sites/default/files/santiagoprinciples_0_0.pdf

[8] Presidential Proclamation on Adjusting Imports of Aluminum Into the United States https://www.whitehouse.gov/presidential-actions/presidential-proclamation-adjusting-imports-aluminum-united-states-2/