Doğa’dan Tolstoy’a “Onu sev” öğüdü
ve Tengirşenk’in kanına verdiği söz
William Harborne 1580’de Levant Company temsilcisi olarak İstanbul’a geldiğinde, cebinde İngiliz Kraliçesi Elizabeth’in yetki belgesi de vardı. Şirketin Türkiye’deki temsilcisi aynı zamanda Türkiye’deki ilk İngiliz elçisi olarak atanmıştı.[1] Şirket 1825’de tasfiye edilene kadar, Türkiye’deki İngiliz konsoloslarının maaş ve masrafları (dağıtılan hediyeler, drogman maaşları dâhil) Levant Company tarafından ödenecektir. Zaten konsolosları Londra’daki Levant tacirleri seçiyordu. Fransız diplomasisinde aynı rolü, Fransız Devrimine kadar Marsilya Ticaret Odası oynadı. Doğu’da ticaret yapmak isteyen Fransızlar, konsolosların maaşlarını da ödeyen Oda’dan berat almak zorundaydılar.
Hem İngiltere hem de Fransa’nın Türkiye ile kurduğu diplomatik ilişki devletten-devlete ilişkiden önce tüccar faaliyetinin uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. ABD’nin de Türkiye’deki varlığı ilk olarak tüccar faaliyeti olarak başladı, resmî diplomatik ilişkiler 1830 Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması ile kuruldu. Öncesinde Amerikalı tacirler İzmir’de konsolosluk kurmak istemiş, fakat Osmanlı Hükümeti berat vermeyi kabul etmemişti.[2] Türk-Amerikan ilişkilerinin de devlet otoritesinden önce tüccar faaliyetinin gölgesinde şekillendiğini söyleyebiliriz.
Oysaki diplomasinin meslek olarak ortaya çıkma nedeni, Roma hukukunun devletlerarası ilişkileri düzenlememesi, İtalya’da hukuk eğitimi alan soyluların “anlaşma yazmakta” yetersiz kalmalarıydı. Özellikle Yüzyıl Savaşları sürecinde barışa ulaşmak hedefiyle şekillenen Avrupa diplomasisinin Doğu’ya tüccar üzerinden açılması, Avrupa’nın Doğu ile ilişkisinin niteliği hakkında da fikir veriyor.
Tolstoy İstanbul’da
Doğu’nun iki güçlü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’nın diplomatik ilişkisi ise Osmanlı’nın İngiltere, Fransa ve ABD ile ilişkisinden farklı başlamıştı. Daha resmî diplomatik ilişkinin kurulmasından itibaren, iki imparatorluğun ilişkisi olarak doğdu. Sadece savaş ve politika ile değil, sanat tarihinden izlerle şekillendi. Türkiye’nin Moskova Büyükelçilik rezidansı olarak kullandığı bina bile Tolstoy ailesiyle ilişki içindedir. XVIII. yüzyılda binanın arazisinde Lev Tolstoy’un anne tarafından dedesi General N. S. Volkonsky’e ait ahşap bir ev bulunuyordu.
Rusya’nın Türkiye’ye atadığı ilk elçi de Lev Tolstoy’un, bu sefer baba tarafından büyük dedesi Pyotr Andreyevich Tolstoy’du. “1702 yılında Sultan sarayında ilk daimi Rus elçiliği kuruldu. Elçilik makamına tecrübeli ve donanımlı birinin getirilmesi gerekmişti. Bu yüzden göreve P. A. Tolstoy’un getirilmesi uygun görüldü.”[3] Tolstoy diplomasi görevinden önce orduda ve sarayda üst düzeyde hizmet etmişti. XVIII. yüzyıl tarihçileri Pyotr Andreyevich Tolstoy için, “siyaset alanındaki beceriş ve aklı ile Rusya saltanatını kuvvetlendiren hükümdarlık asası gibidir” yorumunu yapar.
İstanbul’a gelen ilk ABD elçisi Porter, Sultan ile ilk defa, göreve başlamasından ancak bir yıl sonra av partisinde karşılaşabilmiştir. İngiliz elçi Harborne tüccar muamelesi görmüştü. I. François, aslen Macar olan ilk Fransız elçi Jean-François Frangepani’nin Sultan’a teslim edeceği mektubu hapishanede yazdı. Frangepani, yolda mektubu çizmesinde sakladı.[4] İlk Rus elçi Tolstoy ise İstanbul’a 1700’de İstanbul Barış Anlaşması’nın verdiği yetkiyle Rus sarayından gelmişti. “Tolstoy haklı olarak döneminin en akıllı, becerikli ve eğitimli adamlarından sayılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda daimî Rusya büyükelçisi gibi büyük öneme haiz bir makama onun tayin olunması, bizzat bununla izah olunmaktadır.”[5]
Tolstoy Türkiye’ye geldiğinde “büyükelçiler içinde birinci”, Fransız Charles de Ferriol idi. Ferriol 11 yıllık büyükelçiliği boyunca Sultan tarafından tek bir kez bile kabul edilmeyecektir. Tarihçiler, savaş durumunda Yedikule’ye hapsedilmekten kurtulamasa da, Pyotr Andreyevich Tolstoy’un sert karakterine rağmen diplomatik misyonu oldukça iyi idare ettiğinde birleşiyorlar. Tolstoy’un Fransız meslektaşı ise, hastalıklı bir kişiliğe ve dönemin Fransız yüksek sosyete sınıfının ahlak sorunlarına sahipti. Ferriol bugün diplomat meziyetleriyle değil, daha çok Kafkasyalı köle Charlotte Aissé’yi çocuk yaşta satın alıp Paris’e götüren kişi olarak hatırlanıyor. Hayatı oyun ve romanlara konu olan, Paris sosyetesi ve aydın çevrelerin dikkat çeken isimlerinden Charlotte Aissé, bugün bile Fransız mektup edebiyatının en seçkin temsilcilerinden kabul ediliyor.[6] O yıllarda Türkiye’deki köle çocukların elçiler tarafından satın alınarak götürülmelerine ve iyi eğitim alarak gittikleri ülkelerde önemli mevkilere gelmelerine rastlanabiliyordu. Pyotr Andreyevich Tolstoy da Müzika-ı Hümayun’da gördüğü Habeşistanlı köle zenci bir çocuğu satın alıp Rusya’ya göndermişti. Eğitim için Paris’e yollanan ve orada aydınlanmanın önemli entelektüelleriyle tanışan Abram Gannibal adlı bu çocuk, ünlü şair Puşkin’in dedesidir.[7]
Engels: Türkiye’yi en iyi yarı-Asyalı olan Ruslar anladı
Her ne kadar İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı başkentindeki diplomatik temsili Rusya’dan çok önce başlamış olsa da, Türkiye ve Rusya birbirlerini Avrupalılardan çok daha iyi anlamışlardır. Friedrich Engels 19 Nisan 1853’de New-York Daily Tribune’de yayımlanan Türkiye Sorunu başlıklı makalesinde şunları yazar:
“Batı Avrupa ve Amerika halkının, Türkiye olayları konusunda doğruya yakın bir yargıya varma olanağı ancak son zamanlarda doğmuştur. Yunan isyanına kadar Türkiye, niyet ve amaç ne olursa olsun bir terra incognita (bilinmeyen toprak) idi… İngiltere, Fransa ve hatta, uzunca bir zamandan beri Avusturya, karanlıkta el yordamıyla, belli bir Doğu siyaseti araştırırken, bir başka devlet hepsini geride bıraktı. Geleneklerinde ve kurumlarında yarı-Asyalı olan Rusya, Türkiye’nin gerçek durumunu ve yapısını kavrayabilecek yeter insan buldu.”[8]
Rusya’nın Türkiye’ye düşman politikasını göstermek için yazılmış olması, yukarıdaki tespitlerin doğruluğunu değiştirmiyor.
Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi Rus hükümetlerinin Türkiye politikaları, özellikle XIX. yüzyılda çoğu zaman düşmancaydı. Osmanlı diplomatları Rusya’yı en tehlikeli düşman ve Ortodoks ayrılıkçılığın kaynağı olarak gördüler. Paris eski sefirlerinden Salih Münir Paşa’nın (Çorlu) Rusya’nın Doğu politikası tarihini anlatmaya, Moskova’nın XVI. yüzyılda Fener Patrikhanesi ile kurduğu ilişkiden başlaması sebepsiz değildi.[9] Bu çalışma, dönemi için Osmanlı-Rus ilişkileri tarihi hakkındaki en önemli kaynaklardandı.
Türklerin Ruslarla yüzlerce yıl öncesine dayanan ilişkilerinde savaşlar önemli bir yer tutuyor. Rus millî edebiyatının ilk örneklerinden “Prens İgor Destanı”, Rusların Türk kavimleriyle savaşını anlatır. Rus mitolojisinin önemli kahramanlarından İlya Moromets de, aralarında Altın Orda Devleti’nin de bulunduğu Asya steplerinden gelen halklarla savaşır ve sonunda Tatarları ülkeden kovarak Rusları özgürleştirir.
Modern çağda bu Rus destanları, Türklerin de paylaştığı Asya’nın ortak kültür ve mirasını eserlerine konu edenlerin sanatında yeniden hayat buldu. Örneğin İlya Moromets, Reinhold Glière’in 3. Senfonisinin konusu ve adıdır. Destanın günümüzde yaygın bilinmesinde senfoninin büyük katkısı var. Kızıl Bayrak İşçi Nişan sahibi Glière, Azerbaycan ve Özbekistan’da sahne sanatlarının gelişmesinde önemli rol oynayan isimlerdendi. Konusunu Türk ve Kafkas kültürlerinden alan, aralarında Leyla ile Mecnun’un da bulunduğu operalar besteledi. İlk çağdaş Sovyet bale eseri kabul edilen Gelincik’in müziği de Glière’e aittir.
Prens İgor Operası’nın bestecisi Borodin ise aynı zamanda, Doğu ezgilerine aşina müzikseverlere yabancı gelmeyen Orta Asya Steplerinde adlı senfonik şiirin bestecisidir. Borodin’in mensubu olduğu “Rus Beşleri grubu üyelerinin esas özelliklerinden biri de Şark’a olan ilgilerinin eserlerine yansıtmasıydı.”[10] Borodin’in Liszt’e ithaf ettiği bu senfonik şiir Petersburg’da dünya prömiyerini yaparken, orkestrayı grubun diğer bir üyesi Nikolay Rimski-Korsakov yönetiyordu.
Devrimlerin büyük gücü
XIX. yüzyılda da devam eden Türk-Rus savaşları hem Türk hem de Rus millî bilinçlerinin olgunlaşmasında önemli rol oynadı. Örneğin, Orlando Figes’in ifadesiyle Kırım Savaşı ile “bu görkemli yenilgi üzerine, Ruslar, bir yurtseverlik efsanesi, özverili kahramanlığı, dayanıklılığı ve fedakârlığı işleyen bir ulusal anıt yarattılar.”[11] Savaşa subay olarak katılan Lev Tolstoy, Rus ordularının Sivastopol’daki hezimetini anlatan gözlemlerini şu cümlelerle tamamlar: “Köprünün karşı tarafına geçen hemen her asker, ilk iş, şapkasını koltuğunun altına alıp haç çıkartıyordu. Ama bunun hemen ardından utanca, kine, kahra benzeyen çok yoğun, çok ağır bir başka duygu geliyordu. Kuzeyden, karşıda bırakılan Sivastopol’e bakan hemen her asker, anlatılmaz bir acıyla iç çekiyor, yumruğunu düşmana doğru sallıyordu.”[12]
XIX yüzyılda Osmanlı dış politikasına Rus tehdidinin şekil verdiği söylemek de yanlış olmaz. XX. yüzyılda ise devrimin maddeyi değiştirme gücü devreye girecek, Doğu Devrimleri Çağı en büyük iki düşmanı, en büyük iki müttefike dönüştürecektir.
Millî Mücadele yıllarının Hariciye Vekili ve 1921 Türk-Sovyet anlaşmasının (Moskova Anlaşması) mimarlarından Yusuf Kemal Tengirşenk’in hatıralarındaki şu cümleler, devrimler çağının getirdiği değişimi bir hariciye vekilinin gözünden özetliyor:
“1921 18. günü Türk-Sovyet Rusya muadesi merasimi mahsusa ile imza edildi. Bir sene evvel tam bu tarihte Çamlıca tepelerinin liman tarafındaki kıyılarını teşkil eden Şemsipaşa’da yıkık bir duvarın üstünde şehre ateş edecekmiş gibi İstanbul’a doğru çevrilmiş olan düşman donanmasının toplarına bakarak benliğime, kanıma verdiğim söz yerine gelmeye başlamıştı. Bu sebepledir ki İngilizlerle yaptıkları ticaret muahedesinden dolayı Rusların da işine geldiği için altına 18 Mart değil İstanbul’un işgalinin yıldönümü günü olan 16 Mart tarihini koyduk.”[13]
Fevzi Paşa, Tengirşenk’e “Senin zaferde rolün vardır, çünkü Rus dostluğunu getirdin” diyordu. Türk Dışişleri Bakanını kanına verdiği sözleri yerine getiren, zaferde rol oynayan karaktere dönüştüren, hiç kuşkusuz Rus dostluğudur. Türk-Rus dostluğu sadece muharebe alanlarında değil, diplomasi masasında da kendisini gösterdi.
Hariciye vekilliği görevini Tengirşenk’ten İsmet Paşa devralmıştı. İsmet Paşa’nın bu göreve getirilmesinin nedeni, toplanmak üzere olan Lozan Konferansı’ydı. Konferansın 4 ve 6 Aralık 1922 tarihli oturumlarında Boğazlar konusu ele alındı. İsmet Paşa’nın ısrarıyla Çiçerin başkanlığındaki Rusya-Ukranya-Gürcistan heyeti de bu oturumlara iştirak etti. Bu iki oturum Lozan tutanaklarını inceleyenlerin kolayca fark edebileceği gibi, tüm müzakerelerin en çarpıcı ve heyecan verici bölümleri arasındadır. 4 Aralık oturumuyla ilgili, Türk delegasyonunun ikinci ismi Rıza Nur şu tespiti yapıyor:
“Celsenin iptidasında meydan okuyan bir pehlivan gibi Çiçerin’le karşılaştığına memnun olduğunu söyleyen Curzon, Çiçerin’den darbe yemiş, mahvolmuştu.”(14)[14] Çiçerin Türk menfaatlerini savunmakta o kadar ileri gitmişti ki, Lord Curzon “M. Tchitcherine’in yanılarak rol değiştirdiğini ve İsmet Paşa’nın kalpağını giymiş olduğunu düşünmüştür.”[15]
O oturumlarda Lord Curzon’un önderliğindeki emperyalizm ile Türk-Rus ittifakı tarafından temsil edilen Mazlum Milletler, bütün diplomasi yeteneklerini ortaya koyarak boy ölçüşmüştü.
Türk-Rus dostluğu Millî Mücadele ve millî ekonomiyi inşa yıllarında o derece önemliydi ki, Atatürk Sovyetler Birliği ile dostluktan vazgeçilmemesini vasiyet olarak bırakacaktır.[16] Bu dostluk hem resmî hem de fiili olarak II. Dünya Savaşı yıllarında hâlâ yürürlükteydi. Savaş sonrasında ise Türkiye rotasını Atlantik’e çevirecek, Atatürk Devrimi bu süreçte adım adım tasfiye edilecektir. Bir süre sonra Sovyetler Birliği’ne de revizyonizm hâkim oldu.
Doğa’nın sesi
Tolstoy’un Kazaklar adlı romanında konu, Rus soylusu genç Olenin’in Kafkasya’da kendisini bulması ve Kazak güzeli Marianka’ya aşkıdır. Şu satırlar adeta Olenin’in Marianka’ya değil, Rus milletinin aralarında Türklerin de bulunduğu Asya halklarına duyduğu sevgiyi anlatıyor: “Belki de Marianka’da Doğa’yı seviyorum, Doğa’nın bütün güzelliklerini onun kişiliğinde görüyorum. Ama benim kendi istencim yok. Bende çok temelde olan bir şey, benim aracılığımla seviyor sanki. Tanrı’nın yarattığı bütün evren doğa yüreğimdeki sevgiyi etkiliyor ve ‘Onu sev’ diyor.”
Doğa, Tolstoy’dan sonra da Sovyet sanatçılarına aynı sevgiyi söylemeye devam etti. Örneğin Kızıl İşçi Nişanı sahibi Ermeni-Sovyet besteci Mihail Ippolitov-Ivanov’un sanat hayatının ilk eserlerinden biri Ermeni Marşı, son eserlerinden biri ise, içinde Hoş Gelişler Ola ve Katibim türkülerinden de ezgiler içeren Türk Marşı’dır. Ippolitov-Ivanov 2 süitten oluşan Kafkas Skeçleri ile Türk Fragmanları’nın da bestecisidir. Ippolitov-Ivanov, Rimski-Korsakov’un en gözde öğrencilerinden, Glière’in ise hocasıydı.
Lev Tolstoy’un Hacı Murat adlı romanının başında “Tatar çalısının” ne kadar dirençli olduğunu anlatan iki sayfalık kısa bir giriş bölümü vardır. Hacı Murat’ın hikâyesi giriş bölümünden sonra anlatılmaya başlanır. Bu bölümde şu cümleleri okuyoruz: “Bu nasıl güç! diye geçirdim içimden. Milyonlarca otu yok edip zafer kazanan insan bir bu çiçeğe boyun eğdiremiyordu.”
Tolstoy romanı, Asya halklarının hayran olduğu hayata bağlılığını, direnme gücünü göstermek için yazmıştı.
Sadece Lev Tolstoy, Rus Beşleri, Ippolitov-Ivanov, Glière ve diğer Sovyet sanatçıların Doğa’dan duyduğu sesler bile, Türk-Rus dostluğunun bir uçak mermisiyle düşürülemeyecek kadar köklü ve gerçek olduğunu gösteriyor.
(Bu yazı, Teori dergisinin Haziran 2016 tarihli sayısında, Asya Çağına Girerken Türk Rus Dostluğu başlıklı dosyanın sunuş makalesi olarak yayınlanmıştır.)
[1] Uygur Kocabaşoğlu, Majestelerinin Konsolosları İngiliz Belgeleriyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İngiliz Konsolosları (1580-1900), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 25.
[2] Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s. 146.
[3] İsmet Konak, Diplomat P. A. Tolstoy’un Elçiliği ve Osmanlı’ya Dair İzlenimleri, Tarih İnceleme Dergisi, XXXD/2, 2015, s. 515.
[4] Jean-Louis Bacqué-Grammont, Sinan Kuneralp, Représentants Permanents de la France en Turquie (1536-1991) et de la Turquie en France (1797-1991), Edition ISIS, İstanbul-Paris, 1991.
[5] M. R. Arunova, F. S. Oreşkova, Tolstoy’un Gizli Raporlarında Osmanlı İmparatorluğu için özsöz, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2016, s. XXVI.
[6] Comte de Ferriol’u gölgede bırakan Charlotte Aissé, küçük yaşta Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’a getirilmiş ve köleleştirilmişti. Ferriol tarafından satın alındı, Paris’e götürüldü. Katolik olarak yetiştirildi. Güzelliği ve kişiliği ile Paris’in dikkat çeken isimlerinden biriydi. Ferriol ailesinin meşhur salonunda, Paris sosyete ve aydınlarıyla ilişkiler kurdu. Daha önemlisi kaleme aldığı aşk mektupları halen Fransız edebiyatının en önemli eserlerinden sayılıyor. Bu mektuplar Voltaire tarafından bir araya getirildi. Voltaire mektuplara notlar da yazdı. Aissé’nin hayatı tarih çalışmalarına, tiyatro oyununa ve romana konu olmuştur. Döneminin en ilgi çeken kadın karakterlerinden biridir. Anne Soprani’nin kaleme aldığı ve Türkçede Matmazel Ayşe adıyla yayınlanan biyografi, hem Aissé’nin hayat hikayesini, hem de dönemin Fransız yüksek sosyetesinin yozluğunu, bir sınıfa ait ahlak yoksunluğunu gözler önüne seriyor. (Anne Soprani, Matmazel Ayşe, İmge Kitabevi, Ankara, 2007.)
[7] (İsmail Bülbül, Osmanlı Belgelerine Göre Rus Elçi Tolstoy’un Faaliyetleri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, 2007, s. 76.) Abram Gannibal’e Çar Petro vaftiz babalığı yaptı. Paris’e eğitim için gönderildi. Paris’te Kont Montesquieu ve Voltaire gibi isimlerle tanıştı.
[8] Marx, Engels, Doğu Sorunu (Türkiye), Sol Yayınları, Ankara, 1977, s 35-41.
[9] Salih Münir Paşa, la Politique Orientale de la Russie, les Editions ISIS, İstanbul, 2000.
[10] Aynur Sultanova, Rus Beşlerinin Eserlerinde Oryantalizm Akımı, İdil Dergisi, Cilt I, Numara 5, 2012,s. 193.
[11] Orlando Figes, Kırım Son Haçlı Seferi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 487.
[12] L.N. Tolstoy, Sivastopol, Türkiye İş Bakası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s. 184.
[13] Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 218.
[14] Rıza Nur, Lozan Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 73.
[15] Lozan Barış Konferansı Tutanak Belgeler, Çeviren: Seha L. Meray, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Takım I Cilt I Kitap I, s. 136.
[16] Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri 21. Yüzyılda Lenin Atatürk Mao, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s. 134.