Türkiye’de liberalizmin doğuşu: Babıâli’nin Sultanî ideolojisi

Genç Karl Marx filminin sahnesidir: Engels delegeler arasına adını zorlukla yazdırabildiği kongrede kürsüye çıkar, “buraya yeni prensiplerimizi belirlemek için geldim” diye başlayan ateşli bir konuşma yapar. Daha konuşma bitmeden kürsünün arkasındaki “Bütün İnsanlar Kardeştir” yazısı indirilir, yerine “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin” yazısı asılır. Kabul etmeyenler kongreyi terk ederler; çıkanların bağırışları arasından Ergenekon davalarında sıklıkla tekrarlanan bir cümleyi duyarız: “Bu bir darbe”. Marksizm artık bir politik güç olarak ortaya çıkmıştır.

Aslında o sahnede Engels, Fransız Devriminde de var olan liberallerle ortaklığa son verdiklerini ilan ediyordu.

Daha 1830 Devrimi sonrasında Orleansçılar Fransa’da iktidarı ele geçirince Louis Philippe Kral oldu ve tarihte Liberal Kral olarak anıldı. Guizot’un gerçek iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde Avrupa’nın merkez ülkelerinden birinde liberal meşruti monarşi kurulmuştu. Marx, Louis Philippe’in burjuvazinin tamamına değil, mali aristokrasiye dayandığını söylüyor. Liberal Krallığın ilk icraatlarından biri, işgal amacıyla Fransız ordularını Cezayir’e göndermek olmuştu.

1830 Devrimi sonrasında yaşananlar, liberallerle sosyalistlerin ittifakının sona yaklaştığını da gösteriyor. Hobsbawn’a göre burjuvazi 1848’den sonra devrim cephesinden ayrılmıştır. 1848 Devrimi Louis Philippe’i tahtan indirdi ve Cumhuriyeti kurdu. Fakat o cumhuriyet Cumhurbaşkanı olarak kendisine Napoleon Bonapart’ın yiğenini seçti. Fransız Cumhurbaşkanı Loius Napoleon, 1852’de bir darbe ile II. İmparatorluğu kuracak, III. Napoleon adıyla kendisi de tahta geçecektir.

1789’da tahta çıkan III. Selim’in kurduğu yeni orduya Nizam-ı Cedid yani Yeni Düzen adını verilmiştir ve tarihte III. Selim dönemi reformları Nizam-ı Cedid Dönemi olarak anılır. Enver Ziya Karal’ın verdiği bilgiye göre, “Fransa ihtilâlinin neticesinde, krallığın yıkılmasına müteakip kurulan yeni rejime de Osmanlı devletinde ‘Fransa Nizam-ı Cedidi’ deniliyordu.”[1]

Buradan hareketle III. Selim’in devrimci olduğunu söylemek mümkün değildir, ama reformist olduğu doğrudur. Bu reformist çizgi Rusçuk Yaranı üzerinden Tanzimat liderlerine taşınacaktır. Fakat Osmanlı reformizmi 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Mısır’daki Kavalalı Mehmet Âli Paşa reformculuğunun çok geresinde kalmış, hatta 1826’ya kadar kesintiye uğramıştı. Vaka-ı Hayriye olarak tarihe geçen Yeniçerilerin 1826’daki tasfiyesini Doğu’nun 1789’u gibi gören Lamartine, “Dünya tarihi, Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına benzer olaylar kaydetmemiştir; bu, başka bir örneğini bilmediğim, irade ile düşünülüp tasarlanmış, kahramanca başarılmış bir devrimdir.” diyor.[2]

Mustafa Reşid Paşa’nın, muhtemelen öldürülebileceğini düşündüğünden, Tanzimat Fermanı okuyacağı 3 Kasım 1839 günü evden ailesiyle vedalaşarak çıktığı anlatılır. Eğer 1826’da muhafazakârlık Yeniçeriliğin tasfiyesiyle silahsızlandırılmasaydı, belki de Mustafa Reşid Paşa’nın korkuları gerçeğe dönüşebilirdi. 1839 sonrasındaki 32 yıl boyunca Mustafa Reşid Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa Babıâli’nin liberal kanadının liderleri, iktidarı ellerinde tutan isimlerdi.

Tanzimat Fermanı okunduğunda Fransa’daki liberal monarşi sekizinci yılındaydı ve liberallerle sosyalistler arasındaki son ipler atılmak üzereydi. Islahat Fermanı (1856 Hatt-ı Humayunu) ise Louis Napoleon’un 18 Brumaire’inden 4 yıl sonra ilan edildi. Islahat Fermanı Dönemini anlayabilmek için II. İmparatorluk (Fransa) ve Victoria Çağı (İngiltere) hakkında asgari düzeyde de olsa bilgiye ihtiyacımız var. Islahat Fermanı Âli Paşa ve Fuad Paşa ile birlikte İngiliz Büyükeçi Canning, Fransız Büyükelçi Thouvenel, Avusturya Büyükelçisi Prokesch’in katıldığı ilki 9 Ocak 1856, sonuncusu ise 29 Ocak 1856’da gerçekleşen 4 toplantıda yazılmıştı.   

Reformist Babıâli yöneticileri Islahat Fermanı için Tanzimat Fermanı’nın devamı olduğunu söylüyorlardı. Oysa iki metin arasında temel bir fark vardır: Tanzimat Fermanı, merkezinde Avrupa’nın yer aldığı uluslararası ticaret sistemine dâhil olmanın programıydı. Nitekim Macit Kenanoğlu’nun dediği gibi “Batı’dan alınan ilk kanunun ticaret kanunu olması bir tesadüf değildir.”[3] Islahat Fermanı’nda ise uluslararası finans sistemine Türkiye’yi dâhil edecek hükümler öne çıkar. Banka kurmak, ürün nakli için gerekli yolların ve yöntemlerin açılması (kanallar ve demiryolları inşa etmek) gibi ancak sermaye transferiyle gerçekleştirilecek, bunlar olmadan da sermaye transferinin gerçekleşemeyeceği maddeler içeriyordu. Metin içinde “ulûm ve sermaye-i Avrupa'dan istifadeye bakılması” ifadesi yer alıyor.

1854-1856 arasında şu yaşananların üst üste gelmesi bir rastlantı değildi:

-          İlk dış borcun alınması (1854);

-          Fransız mali sermayesi adına Lesseps’in Mısır Hıdivi’nden Süveyş Kanalı için ilk imtiyazı alması (1854);

-          İngiliz mali sermayesine ilk demiryolu imtiyazının verilmesi (1856),

-          İngiliz mali sermayesine Osmanlı Bankası’nın kuruluşu için imtiyaz verilmesi (1856; banka 1863’de İngiliz-Fransız ortaklığı olarak yeniden yapılandırıldı);

-          Islahat Fermanı’nın ilanı.

Bu iki yıl içinde Babıâli Avrupa mali sermayesiyle ilk defa olarak doğrudan ve kalıcı iş ilişkisi kurdu.      

Islahat Fermanı, Paris Barış Anlaşması’nın 9. maddesinde anıldığı için, Avrupa devletler hukukunun parçasına dönüşmüştür. Konumuz açısından daha önemlisi Paris Barış Konferansı’nın 28 Şubat 1856 tarihli oturumunda İngiliz, Fransız ve Avusturyalı temsilciler Islahat Fermanı’nı kastederek “İstanbul’daki liberal düzenlemelere” saygılarını dile getirdiler ve bu ifadeyi II no’lu protokole kaydettirdiler.

Islahat Fermanı, Türkiye’nin liberal karakteri tescil edilmiş ilk hükümet programı kabul edilebilir. Dönemin evrak ve yazılarında onu “Liberal Ferman” olarak anan örnekler mevcuttur. Fransız büyükelçiliğinin drogmanlarından Maturin Cor, meşhur Revue des Duex Mondes’da yayımlanan “Le Budget de la Turquie” başlıklı makalesinde, reformcu bürokrasi için "liberal Türkler" ifadesini kullanmıştı.[4] Vatikan’ın İstanbul’daki görevlilerinden Mgr Paul Brunoni, Katolikliğe düşman fikirlerin gelişmesinden liberal olarak nitelendirdiği sistemi sorumlu tutuyor ve bu sistemi ateizmi teşvik etmekle suçluyordu.[5] Ubucini de İmparatorluğun idari sistemini liberal olarak nitelendirir.[6]

Hariciye Nezareti’nde de hükümet politikalarını liberal olarak niteleyen çok sayıda evrak üretilmiştir. Özellikle de 1867 ve sonrasında. 1867 yılında hem Girit krizi nedeniyle Osmanlı reformları Avrupa’da diplomasi masasına yatırılmıştı hem de 1867 Enternasyonelin Avrupa’da hızla öne çıktığı bir dönem ve Kapital’in ilk cildinin yayımlandığı yıldır.

Örneğin Hariciye Nazırı Fuad Paşa, Sultan’ın Şura-ı Devlet’in açılışındaki söyleviyle ilgili Avrupa başkentlerindeki İmparatorluk sefaretlerine gönerdiği 13 Mayıs 1868 tarihli sirkülerde, liberal fikirlere dikkat çekmişti.[7] 1868’de Agathon Efendi’nin ilk gayrimüslim nazır olarak atandığını bildirirken de bu görevlendirmenin, “Sultan'ın liberal politikasının ve tebaası arasında hiçbir ayrılığı kabul etmeme kesin arzusunun parlak bir kanıtı” olduğunu yazdı.[8] Liberal politika ile Sultan arasında kurulan iyelik ilişkisi, Osmanlı liberalizminin doğuşundaki niteliğin anlaşılması açısından önemlidir. İktidar fiilen Babıâli’dedir, fakat meşruiyetini hâlâ Sultan’dan alır. Diplomatik yazışmalarda bile Hariciye Nazırı devletin değil, Sultan’ın Hariciye Nazırı olarak anılıyor, devletin bağımsızlığı yerine Sultan’ın egemenlik hakları ifadesi kullanılıyordu. Tanzimat refomculuğunu, Babıâli’nin Sultanî liberalizmi olarak isimlendirmek bana doğru görünüyor.

Hobsbawn’ın şu tespiti önemlidir: “1848-9'da ılımlı liberaller, Batı Avrupa'da iki önemli keşifte bulundular: Devrim tehlikeliydi ve (devrimlerin) temel (özellikle ekonomik) talepleri, devrimsiz bir biçimde karşılanabilmeliydi. Böylelikle burjuvazi, devrimci bir güç olmaktan çıktı.”[9] Engels’in kürsünün arkasındaki yazıyı değiştiren söylevi, sosyalistlerin ağızından bu gerçeğin ilan edilmesiydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında “liberal” sıfatı, Avrupa milletler ailesi ve devletler sistemi içinde meşruiyetin kaynağına dönüştü. Büyük Güçler diplomasisinde bile liberal en prestijli sözcüklerdendi. Eğer liberalizm devrimci karakterini yitirip liberaller ile sosyalistler arasındaki ittifak sonlandırılmamış olsaydı, ne Avrupa monarşileri arasında “liberal” bir iltifat sözcüğüne dönüşebilir ne de Osmanlı bürokrasisi liberal sıfatını kendisi için kullanabilirdi. Batılı siyasetçiler Osmanlı İmparatorluğu’nu yönetenlerin gönüllerini okşamak istediklerinde hükümet politikaları için liberal ve aydınlanmış (enlightened/eclairé) ifadesini kullanıyorlardı. Örneğin İtalyan Dışişleri Bakanı, Abdülaziz’in tahta çıkışı üzerine yayımlanan Hatt-ı hümayun üzerine Osmanlı sefiri Rüstem Bey'e Hattı Hümayun'daki "aydınlanmış ve liberal prensiplerden çarpıldığını" söylemişti.[10]

Tanzimatın liberal paradigması dört temel hedefi içeriyordu:

-          Merkeziyetçi bir sistem kurmak.

-          Osmanlı milleti yaratmak.

-          İmparatorluğun birliğini ve bağımsızlığını Avrupa devletler hukuku içinde kalarak korumak. Buna, modern bir hukuk sistemi kurarak –reformların en önemli parçasını oluşturuyordu- Batılı siyasetçi ve diplomatların Türkiye’de modern kanunların bulunmamasıyla gerekçelendirdikleri kapitülasyonların kaldırılmasını sağlamak da dâhildir.

-          Siyasal iktidar gücünün Saraya geçmesini engelleyerek Babıâli’de kalmasını sağlamak.

Diğer taraftan liberal reformistlerin temsili veya anayasalı bir sistem kurmayı arzuladıklarına ilişkin veri yoktur. Aksine İlber Ortaylı siyasal katılım ve mahalli demokrasi için “böyle bir siyasi gelişme onları ürkütürdü” diyor.[11] Temsili sistem ve anayasa talebi, illegal olarak liberal bürokrasiye karşı mücadele etmek için kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti tarafından savunuldu. Cemiyet doğrudan, başta Âli Paşa olmak üzere liberal bürokrasinin liderlerini hedef alıyordu.

Hariciye Nazırı Fuad Paşa, Londra sefiri Musurus Bey’e “Avrupa, fermanın (Islahat Fermanı) ülkede manevi bir devrim yani yedi yüzyıl süren bir durumun değişimi olduğunu yadsımamalıdır” diye yazmıştı.[12] Osmanlı evrakında devrim çok ender olarak olumlu bir anlamda kullanılmıştır ve Fuad Paşa’nın bu cümlesi o ender örneklerden biriydi. Devrim 19. yüzyıl Osmanlı evrakında entrika, komplo gibi kavramlarla bir arada kullanılıyordu. Babıâli Garibaldi, Mazzini gibi İtalyan devrimcileri, Enternasyonal’i, Paris Komününü bile kendisine tehdit olarak algılıyordu ve bunlara karşı düşmanca bir tavır almıştır. Örneğin Âli Paşa, Paris Büyükelçisi Mehmet Cemil Paşa’ya gönderdiği bir yazıda, “Sayın Büyükelçi, size Babıâli’nin, Erternasyonal’in yaymaya çalıştığı iğrenç ve korkunç prensiplerin propagandasını engellemek amaçlı tüm anlaşmalara katılacağını bildirmek isityorum” diye yazmıştı.[13] Hatta Babıâli kendi liberal politikalarının başarılarını, Avrupa devrimleriyle kıyaslayarak göstermeyi tercih ediyordu. Âli Paşa, Fransız Büyükelçi Bourée’ye yazdığı kişisel bir mektupta, devrimlerin Fransa ve Avrupa’da nelere yol açtığının görüldüğünü, düzenin ancak bir yüz yıllık emek ve kan seli sonucunda kurulabildiğini söylemişti.[14] Fuad Paşa da 1867’de Paris ve Londra sefaretlerine gönderdiği bir sirkülerde Avrupa’da değişimlerin uzun ve kanlı olduğunu iddia ettikten sonra, “Türkiye’de gerçekleştirilen basit bir idari reform değildir; girişilen ve büyük ölçüde tamamlanmış sosyal ve dini reformdur. Biz kendi orta çağımızı yirmi yılda aştık.” demişti.[15] Buradaki mukayese devrimler ile Babıâli’nin liberal reformizmi arasındadır. Babıâli’nin liberal bürokratları için reform, devrimin bir anlamda karşı-teziydi.

Mustafa Reşid, Âli ve Fuad Paşaların temsil ettiği şekliyle Türkiye’deki birinci liberal dalga, 1871’de Âli Paşa’nın ölümüyle son bulmuştur. Âli Paşa’dan sonra iktidar, mutlakiyetçilerin lideri sayılabilecek Mahmud Nedim Paşa’ya verildi. Erdem Sönmez’in ifadesiyle, “Taslağı Abdülaziz döneminin sonlarında Mahmud Nedim Paşa tarafından çizilen mutlakiyetçi bir rejim inşa edilir.”[16]

Bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı Avrupa’dan farklı olarak Türk liberalizmi iktidarın merkezinde doğmuştu ve taşıyıcıları bürokrasi özellikle de Babıâli’nin Hariciye kökenli yöneticileriydi. Liberal politikalarını, Sultan’a mal ederek savunuyorlardı; yani kalpten monarşist ve devrim karşıtıydılar. Birçok vaatlerinin gerçekleştirilebilmesi, içerde Tanzimatın finansmanında kullanılacak tasarruflara sahip bir sınıf bulunmadığından, Avrupa mali sermayesiyle kurulacak ilişkiye bağımlıydı.

Türkiye’deki liberalizmi anlamak üzerine yapılan fakat Tanzimatın reformist liberalizimini dışarıda bırakan çalışmalar eksik kalacaktır; çünkü Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa iktidara gelmiş ilk Türk liberalleri sayılmalı.

 

[1] Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 61.

[2] Alphonse de Lamartine ve İstanbul Yazıları, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1971, s. 106.

[3] Macit Kenanoğlu, Osmanlı Ticaret Hukuku, Lotus Yayınları, Ankara, 2005, s. 17.

[4] Mathurin Joscph Cor, "Le Butget De La Turquie", Revue Des Deux Mondes, T 7, 1 850 Septembre.

[5] Akt. Max Roche, Education, Asistance et Culture Franfaises Dans l'Empire Ottoman 1784-1868, ISIS Press, İstanbul, 1989, s. 163.

[6] Ubucini, 1855'te Türkiye, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1977, s. 147.

[7] 13 Mayıs 1868, Fuad Paşa’dan Yurtdışındaki Babıâli Temsilciliklerine, Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi (COA) HR SYS 1861/10/12.

[8] 06 Mayıs 1868, Fuad Paşa'dan Musurus Bey'e, COA HR SYS 1861/9/2.

[9] Eric Hobsbawın, Sermaye Çağı 1848-1875, Dost Yayınevi, Ankara, 2004 s. 32.

[10] 18 Temmuz 186l, Rüstem Bey'den Ali Paşa'ya, COA HR SYS 1869-D/4/5.

[11] İlber Ortaylı, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu Seçme Eserler II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s. 269.

[12] COA HR SFR (3) 27/18/1.

[13] 05 Temmuz 1871, Âli Paşa’dan Mehmet Cemil Paşa’ya, COA HR SYS 439/3/59.

[14] 23 Ağustos 1870, Ali Paşa’dan Bourée’ye, Bibliotheque National, Departement des Manuscrits, N.A.F. 22920, p. 20.

[15] COA HR SYS 478/1/102.

[16] Erdem Sönmez, Ahmed Rıza Bir Jön Türk Liderinin Siyasi-Entelektüel Portresi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s. 60.