Öncelikle bu tanımlama ile tam olarak ne anlatılmak istendiği açıklanmalıdır. Çünkü postmarksizm adı altında, her kritik konuda bir araya getirebileceğimiz bir düşünürler kulübü gerçekte bulunmaz. Bu tanım vasıtasıyla işaret edilen yazarların arasında ne felsefî bir tutarlılık ne de siyasette genel bir uzlaşı mevcuttur. O halde bir tanım yapabilmek amacıyla öncelikle genellemeye başvurulmalı. Belki ilk bakışta akla en yatkın olan genelleme, bu yazarların, Marx’ın temel metinleriyle veya bir parçasıyla bağını koruduğu, ama vardıkları sonuçlarda onunla uzlaşmadığıdır.
Örneğin bu yazarların bir kısmı (en belirgin olarak Hardt ve Negri), Grundrisse’deki otomasyon tahlillerinden yola çıkarak küreselleşmiş dünyanın doğrudan komünizme doğru ilerlediğini söylemektedir. Yani iddia odur ki, küreselleşme karşıtı stratejiler bu durumda komünizmin aleyhine çalışmaktadır. Benzer olarak Jameson ve Massumi, çıkış noktaları apayrı hatta zıt olsa da, postmodern küreselleşme çağının enternasyonalist bir eğilim ve iletişim potansiyeli barındırdığını öne sürerek, bu noktadan ulus devletlere doğru geri adım atılamayacağına inanmaktadır. Bir başka grup (en başta Holloway), artı-değer yasasının uç bir yorumuyla, kamu sermayesine de karşı olarak doğrudan anarşizme atlanmasını savunmaktadır. Yine bir başka grup (Badiou çevresi), doğrudan küreselleşme taraftarı değildir ama komünizmin ulusal bağlamdan koparılması gerektiğini savunmakta ve anarşizme yakın çözümler önermektedir. Son olarak bir grup (Laclau ve Mouffe), sosyalizm fikrinden vazgeçmiş değildir, ama sosyalizmi demokratik devrimin devamında değil, demokratik bir siyasetin parçası olarak düşünmüştür.
Çerçeve kabaca böyle. Yine de bu yazarlara neden toplu halde postmarksizm olarak işaret edildiği açık değil. Çünkü benzer tartışmalar, hem de aşağı yukarı aynı kamplaşmalarla, yirminci yüzyılın başında da mevcuttu. Örneğin Hardt ve Negri’nin küreselleşme imparatorluğunun komünizme götüren köprü olduğu fikri, Kautsky’nin Ortodoks Marksizmini, yani öncü partinin emperyalizme karşı savaş örgütlemek yerine, emperyalizmin hazırladığı “son kavga” (sosyalist devrim) için hazırlık yapmasına dair düşünceyi anımsatır. Diğer yandan, çıkış noktaları farklı olan anarşizm varyasyonları ve özerklik fikirleri sadece bugüne özgü marjinal düşünceler değildir, yüz yıl önce de çokça bulunmakta ve tartışılmaktaydı. Son olarak, Lenin’in iki aşamalı kesintisiz devrim tezi yerine, demokratik ve sosyalist görevleri tek aşamada birleştiren eski teoriler, Laclau ve Mouffe’nin demokrasi ve sosyalizmi birleştiren radikal demokrasi teorisiyle hâlâ bir bakıma sürmektedir.
O halde tabloya yakından bakıldığında, aslında daha başka bir sorun göze çarpar. “Marx’ın temel metinlerinden veya bir parçasından yola çıkarak farklı siyasi sonuçlara ulaşan yazarlar” tarzı bir genelleme şu aşamada yeterli değildir, hatta esas sorunu gizlemekte oldukça başarılı görünmektedir. Çünkü açıktır ki, esasında postmarksizm olarak sınıflanan teoriler, Lenin’in yüz yıl önce defalarca polemiğe girdiği bir grup düşünürün tezlerini (emperyalizm yanlısı Marksizmler, anarşizm varyasyonları ve özerklik savunucuları, tek aşamalı devrim teorileri vs.) günümüzün jargonuyla sürdürmektedir. Yani özetle, dünya savaşları, soğuk savaş ve nihayet SSCB’nin çöküşünden sonra, soldaki temel tartışma noktaları arasında bugün hâlâ çok büyük farklar bulunmaz.
Bu sebeple şimdi postmarksizmin daha doğru bir tanımını vermemiz gerekir: “Marx’la bağını koruyan, ama Leninist devrim tezine muhalefet eden teoriler.” Bu şimdi daha doğru görünüyor, yine de Lenin’in eski muhalifleriyle yeni muhaliflerini ayırmayı başaramaz. Yüz yıl önceki Lenin karşıtlarına neden postmarksist denmediğini, öte yandan bugünkülerin neden öyle tanımlanması gerektiğini açıklayamaz. Moda haline gelmiş post- ön ekinin kullanım alışkanlığıdır diyerek de konuyu kestirip atamayız. Çünkü Leninizme muhalefet biçimlerinde yüz yıllık bir tutarlılık mevcut olsa da, postmarksist olarak tanımlanan yeni grubun içinde, aralarındaki onca farka rağmen başka bir jargon birliği yine de mevcuttur.
Bu jargon, iyi bilindiği üzere, ulus devlet modelini sorgulayan ve kimlik siyasetini, sınıf siyasetinin yanına veya önüne koyan dil birliğidir. Kısaca gözden geçirelim: Hardt ve Negri, küreselleşmiş imparatorluğa bağlanmayan veya yeterince bağlanmayan ulus devletlerdeki kimlikçi siyasetleri ve ABD öncülüğündeki askerî müdahaleleri desteklemektedir (bkz. İmparatorluk). Öte yandan, anarşizm ve özerklik yanlıları ya ulus devlet modeline karşı etnik kimlik siyasetinden yola çıkmaktadır ya da ulus devlet modelinin askıya alındığı kimliklerin birliğini (hep beraber) savunmaktadır. Laclau ve Mouffe’nin tek aşamalı demokratik siyaseti ise en az anlaşılmış olandır. Burada yaygın kanaatin aksine ne işçi sınıfı ne de sosyalizm fikri reddedilmiştir, ama sınıfla kimlikler (yani “demokrasi”) aynı düzeyde ele alındığından, sınıf artık emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın değil “kimliklerin kurtuluşunun” öncüsüne dönüşmüştür. Sosyalizm de bu durumda, nihayet “demokratik” bir karakter kazanacaktır. Bir başka deyişle, toplumdaki tüm kimliklerin ortak paydası ve kurtarıcısı olarak tanımlanan işçi sınıfı fikri, inanışın aksine, kimlikçi siyasetin panzehiri değildir ama Laclau ve Mouffe’nin kimlikçi demokratik sosyalizmi ile oldukça uyumludur.[1]
O zaman şimdi doğruya en yakın tanımı vermemiz gerekir; “postmarksizm, Marx’la bağını koruyan ama Leninist devrim teorisine bu sefer kimlikçi bir duyarlılıkla muhalefet eden, böylelikle yüz yıl önceki Lenin muhaliflerinin vardığı siyasî sonuçların benzerlerine ulaşan bir grup teoridir.” Ama neden genellemeye başvuruyoruz? Aralarında onca ihtilaf bulunan bir grup düşünürü bir kategoride birleştirmek için bunca çaba niye? Bir postmarksizm tanımı yapılmasındaki amaç, eğer lafazanlık yapıp devrimden kaçmak, dünyayla ve gerçeklikle bağları koparmak ise, yapılan iş gerçekten de anlamsız ve hatta zararlı olacaktır. Ama eğer postmodern dünyanın gerçekliğinde işleyen bir düşünsel sisteme işaret etmek amacıyla bir tanıma başvuruyorsak durum değişir. Çünkü burada amaç, salt tanımlamaya başvurmak değil ama bu genellemenin ardından karşı-devrimci akademik bir makinenin işlevini ortaya koymaktır.
Genel tanım altında kabaca üç parçaya işaret ettik: küreselleşme yanlısı Marksizm, anarşizm/özerklik ve tek aşamalı demokratik sosyalizm. Aralarındaki onca ihtilafa rağmen bir genelleme yapabilmişsek, bunun sebebi üç parçanın uzlaşı noktalarının bolluğu değil ama esasında bir arada işleyebilme yeteneğidir. Pekiyi üç farklı parça nasıl olup da bir arada çalışabilen bir karşı-devrimci toplanışı şekillendirebilmektedir? İşleyebilmesi için parçaların arasında en azından asgari bir ahenk gerekmez miydi? Belki de bu bir önyargıdır, çağımız heterojen parçalardan ilginç makineleri montajlama konusunda oldukça başarılıdır. Ve sanıldığının aksine, kişilerin postmarksist makineye dâhil olması için onların bu ayrık teorilerden birine veya birkaçına vakıf olması gerekmez. Akademik makine, kendini devrimci olarak tanımlayan kişileri, asla teorik konularla meşgul olmasalar da kapma ve şekillendirme potansiyeline sahiptir.[2]
Ama bu nasıl olur? Bazı kişiler, üç parçadan sadece birini seçer ve tutarlı bir şekilde orada kalır. Örneğin küreselleşme yanlısıdır ve şimdilik sosyalizme de çeşitli anarşizm denemelerine de karşıdır; veya özerklik yanlısıdır ve sosyalizme karşı olduğu kadar küreselleşmeci ideolojilerin de karşısındadır. Olabilir. Bazı kişiler ise üç parça arasında gider gelir. Örneğin etnik bir kimlikçi siyaseti önceden anarşizan ve özerklik yanlısı tarzda savunurken sonradan fikir değiştirir ve ABD öncülüğündeki küreselleşmenin bu kimliğin “özgürlüğü” için daha elverişli bir ortam yarattığına inanmaya başlar, sonra belki en iyisinin kimlikçi demokratik sosyalizm olduğu kanaatine varabilir ve bu böyle sürer gider. Bu da olabilir. Ve nihayet bazıları, üç parçayı aynı anda ifade eder: örneğin kişi kimlikçi özerklik yanlısıdır ve bu sebeple hem küreselleşmenin ulus devletler karşısında yarattığı avantajlı ortamdan hem de ülke solundaki tek aşamalı demokratik sosyalizm eğilimlerinden yararlanmaya çalışır. Birini seçerek, birinden diğerine geçerek veya her birini aynı anda ifade ederek kişiler postmarksist toplamın dişlileri arasında faaliyet gösterir. Dahası, kişi parçalardan birinden kesinlikle vazgeçse bile, diğer iki parça veya parçaların arasında her zaman kurulabilecek yeni sentezler kişiyi kapmak için hazır beklemektedir.
***
Buraya kadar üç parçalı toplanışın nasıl işlediğine işaret etmekle beraber onun ne işe yaradığını henüz söylemedik. Her makine elbette bir işe yarar. Ama akademik postmarksizm makinesi tarafınca kişilerin kapılması, esasında makinenin yaptığı en son iş değildir, daha çok kişiler onun yakıtıdır. Veya daha Marksist bir dile başvuracak olursak, tüketim aynı zamanda üretimdir. Akademik makine yakıtını tüketirken aynı zamanda bir şey üretmektedir. Ama ne üretmektedir?
Görüleceği üzere, makine her tarafından, Leninist devrim stratejisine karşı sofistike bir düşmanlığı üretmektedir. İlk aşamada ulusal bağımsızlığın sağlanması ve sonraki aşamada sosyalizme geçilmesi gibi geçerliliğini yirminci yüzyıl boyunca farklı kıtalarda ve defalarca kanıtlamış bir haklı savaşımın yerine, postmarksizm, gerçekçi devrimci silsileyi koparmak için aşamalardan ilkine karşı akademik ve siyasî bir saldırıya geçer. Bir başka deyişle, ulusal bağımsızlık yerine küreselleşme, anarşizm, özerklik ya da demokratik sosyalizm gibi sözde daha ileri bir evreyi savunuyor görünürken, aslında yirminci yüzyılın gerçek devrimlerine soldan bir düşmanlık üretmektedir. Postmarksist olmanın ilk şartı yirminci yüzyıl devrimciliğine karşı sadece eleştirel değil düşmanca bir tutum edinmektir. Ve bu noktadan itibaren artık sadece “eski kafalı sosyalistler” değil, ama dünyanın her tarafındaki ulusal bağımsızlık savaşçıları da (başta Atatürk olmak üzere) hedeftedir.
***
Akademik makinenin somut üretimleri hakkında bir not: bu üç parça, aralarındaki bütün ihtilaflara rağmen, konu ulus devletleri ABD destekli bölme süreçleri, Suriye kuzeyindeki anarşizm ya da genel olarak demokrasi olduğunda (artık kastedilen her neyse), örneğin Türkiye ve komşu ulus devletlere karşı imza kampanyalarında birleşmekten asla geri kalmazlar. Yazılarında birbirini beğenmeyip kıyasıya eleştiren yazarlar, Batı Asya devletleri hakkında aynı metinlere imza atarlarken bütün tartışmaları adeta noktalar ve barışırlar.
Şu durumda tanımı bir parça daha genişletmek ve genel işlevi olarak ortaya koymak gerekir: “postmarksizm, Marx’la bağını koruyan ama Leninizme bu sefer kimlikçi bir duyarlılıkla muhalefet eden, böylelikle yüz yıl önceki Lenin muhaliflerinin vardığı siyasî sonuçların benzerlerine ulaşan bir grup teoridir. Bunu yaparken bazen oldukça farklı noktalardan bazense eşgüdümlü bir şekilde ulus devletleri ve ulusal bağımsızlık hareketlerini hedef alırlar ve bir arada adeta görünmez bir karşı-devrimci makineyi şekillendirirler.”
En büyük yanılgı, postmarksizmin işe yaramaz bir grup laf salatası olduğuna dair inanıştır. Oysa durum öyle değildir; bir işe yaramıyor değildir, toplam halinde faal bir karşı-devrimci makinedir: Emperyalizmi hedef alan atılımlara soldan muhalefet etmekte ve böylesi hareketlerin çağdışı olduğu yönünde daimi bir propaganda yapmaktadır. Bu yöntemle, savaştan kaçma davranışlarına kullanıma hazır akademik ve medyatik araçlar ve gerekçeler sağlamaktadır.
[1] Laclau ve Mouffe’de, işçi sınıfının her zaman merkezde olması bir kural değildir, ama kimliklerin ve onların taleplerinin öncüsü olduğunda reddedilecek bir durum da değildir.
[2] Bunda olası ki akademiden sivil toplum kurumlarına, medyaya ve daha sonra sosyal medyaya silsile halinde taşan fikir akışı etkili olmalıdır ama araştırılmayı gerektirmektedir.