Türkiye’nin beyin göçü sorunu: Olgular ve Algılar

Doç. Dr. Atakan Hatipoğlu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz Mart ayında partisinin Pendik İlçe Kurultayı’nda yaptığı konuşmada, "Bazılarının burayı yaşanmaz bulup yurt dışına gitmeyi söylediğini duyuyorum. Eğer Türkiye'de yaşamayı kendine yük sayanlar varsa aradıkları dünya burası da değil. (…) Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım. Çünkü bunlar ülkemize yük" diye konuşması, bir süredir devam eden Türkiye’nin eğitimli ve yüksek niteliklere sahip insanlarının yurt dışına göçtüğü tartışmaları ile ilgiliydi.[1] Bu tartışma Erdoğan’ın konuşmasından kısa bir süre önce kamuoyunun gündemine gelen bir veri ile alevlenmişti. TÜİK’in açıkladığı 2017 yılına ait rakamlara göre ülkenin nitelikli yani iyi eğitimli genç nüfusunun Türkiye’den göç etme eğiliminde bir artış vardı.

Bu çalışmada iki iddia ileri sürülmektedir. İlk olarak, beyin göçü Türkiye’nin son elli yıldır yaşadığı ciddi bir sorun olarak, 1990’lardan itibaren artış gösterme eğilimine girmiştir. Bu makalede söz konusu artış eğiliminin hangi etmenlerle ilişkili olduğu tartışılmakta ve artışın sadece son birkaç yıldır hükûmetin takip ettiği siyasetlere özgü bir sonuç olarak görülemeyeceği iddia edilmektedir. İkinci olarak, son aylarda gündeme getirilen beyin göçü tartışmalarının, siyasal mücadeleye hizmet eden bir çıkarım (argüman) olarak işlev görmekte olduğudur. Beyin göçü olgusu siyasal ve toplumsal istikrar ile ilişkili bir sorundur. Türkiye’de hükûmetin özellikle belirli bir tarihten sonra otokratlaşmaya başladığı, böylece olağanın üzerinde bir beyin göçünün ortaya çıktığı iddiası ise bazı sorunlar içermektedir. İddianın kaynağı olan çevrelerin Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde tam bütünleşmeden yana bir siyasî çizgiye ideolojik ve/veya kültürel olarak yakın oldukları görülmektedir. Bu durum, beyin göçü çıkarımlarını, siyasal mücadelede karşı tarafı köşeye sıkıştırmaya dönük bir slogan haline sokmaktadır.

Türkiye’den yurt dışına nitelikli işgücü göçü konusu istatistik bilgilerin yetersizliği nedeniyle, spekülasyon üretmeye elverişli bir konudur. Türkiye’de beyin göçü (brain drain) olgusu yeni bir sorun değildir. 1960’lardan bu yana konu ile ilgili sınırlı sayıda da olsa çalışma yapılmakta ve soruna dikkat çekilmektedir. Son yıllarda Türkiye’nin nitelikli işgücünde yaşadığı kayıpta bir artışın olması, bu makalede işaret edeceğimiz bazı etmenlerle ilişkisi içinde anlaşılabilir ve açıklanabilir bir olgudur. Bu etmenler hesaba katıldığında sadece Türkiye’ye özgü bir beyin göçü oran artışı ile karşı karşıya olmadığımız, aksine küresel düzeyde etkisini hissettiren gelişmelerden nasibimizi almakta olduğumuz anlaşılmaktadır. Ancak Türkiye’nin son yıllarda siyasal rejimine yönelik eleştirilerden kaynaklanan bir göçün yaşandığına ilişkin tespitler, zaten artmakta olan beyin göçü olgusundan ayırt edilmesi gereken bir özellik göstermektedir. Nitelikli işgücü göçü sorunu, istatistik bilgi eksiğinin de yardımıyla, üzerinde spekülatif yorumlar yapılabilecek bir boşluk oluşturabilmektedir. Görüldüğü kadarıyla, konu ile ilgili yorumların bir kısmında, siyasî ve psikolojik nitelikler taşıyan eleştirel ve sınırlı bir göç hareketi, Türkiye’nin genel beyin göçü sorunu ile üst üste bindirilerek aynılaştırılmakta ve olduğundan çok daha büyük bir sorun olarak gündeme taşınmak istenmektedir.

Göç sorununun boyutları

Uluslararası Göç İstatistiklerini yayımlayan TÜİK rakamlarına göre, 2017 yılında Türkiye’den göç edenlerin sayısı yüzde 42 artarak 253 bin 640 kişiye ulaşmıştır. Türkiye’ye dışarıdan göç edenlerin sayısı 466 bin 333’tür. Bu insanların işgücü vasıfları hakkında bir bilgi verilmemiştir. Rakamlar Türkiye’nin uluslararası göç hareketi bakımından bir istasyon işlevi gördüğüne işaret etmektedir. Çünkü Türkiye’den göç edenlerin tamamı Türkiye vatandaşı değildir. Daha önce Türkiye’ye giriş yapmış, bir süre kaldıktan sonra çıkmış olan insanların sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Aşağıdaki tablo 2017 yılında Türkiye’ye gelen ve Türkiye’den çıkış yapanların milliyetlerine göre oranlarını göstermektedir.

Vatandaşlık ülkesine göre Türkiye'ye gelen ve Türkiye'den giden
göçün en fazla olduğu ilk 5 ülke (2017)

Image removed.

Kaynak: TÜİK, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30607

Türkiye’den göç eden 253 bin 640 kişinin % 43,7’si beş yabancı ülkeden daha önce gelmiş olanların ülkemizden ayrılmış olanlarından oluşmaktadır. İlk beş sıralamasında yer almayan daha küçük oranlardaki ülke yurttaşlarıyla birlikte yüzde elliye yakın bir oranın küresel hareketliliğe bağlı veya komşularımızdaki istikrarsızlıkla ilişkili olarak oluştuğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin daha gelişmiş ülkelere doğru olan göç hareketinin geçici konaklama istasyonlarından biri olarak işlev gördüğü söylenebilir. Geri kalan yüzde elli civarındaki insanın Türk vatandaşı olduğunu ve bunların sayısının 130 bine yakın olduğunu söyleyebiliriz.

 

Yurt dışından gelen ve yurt dışına giden göçün en fazla olduğu ilk 5 il (2017)

Image removed.

Kaynak: TÜİK, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30607

Göçün geldiği ve gittiği iller arasında İzmir ve Bursa arasındaki sıra kayması dışında bir mütekabiliyet olduğu görülmektedir. Bu beş ilin nüfus toplamı 29 milyonu bulmaktadır. Hem beyin göçünün konusu olan insan kaynağının hem de sanayi şehirleri olması nedeniyle mavi yakalı sanayi proletaryasının nitelikli işgücü birikiminin yoğunlaştığı yerlerdir. Türkiye’den göç edenlerin yaş grupları bakımından en fazla yoğunluğun 25-29 yaş grubunda olduğu tespit edilmektedir. Göçenlerin üçte biri (% 34,7) 20-34 yaşları arasındaydı.[2] Bu yaşların eğitimini tamamlamış ve ekonomik verimliliği yüksek insanlara işaret ettiği ortadadır. Yukarıda da belirtildiği üzere, bunların ne kadarının ne düzeyde vasıflı işgücü olduğunu ve beyin göçü kapsamına girmesi gerektiğini tespit etmemizi sağlayacak sağlıklı istatistik veriler yetersiz olmakla birlikte, Prof. Dr. Muammer Kaya’nın 2007 tarihli “Türkiye’de Araştırma Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?” başlıklı araştırmasında, Türkiye’den 1981-2000 yılları arasında ABD’ye 65.000, OECD ülkelerine iki milyona yakın 25 yaş üstü insanın göç ettiği bildirilmiştir. Bunların yaklaşık yüzde 60’ı yüksek öğrenim görmüş kimselerdir. Raporda, Türkiye en fazla beyin göçü veren 34 ülke içinde 24. sırada yer almakta olduğu ve iyi eğitim gören yüz kişiden 59’unu kaybettiği belirtilmektedir. Hâlihazırda öğrenim gören gençler arasında yurt dışında çalışmak ve yaşamak isteyenlerin oranı % 73 düzeyindedir.[3] Bu veriden hareketle 2017 yılında Türkiye’den göç eden yaklaşık 130 bin Türk vatandaşının yaklaşık yüzde altmışına tekabül eden 70-80 bin kadarının nitelikli işgücü kategorisinde olduğu söylenebilir. Yurt dışına en çok göçü veren bu iller, gündeme getirilen siyasal rejimin niteliğinden kaynaklı göç olgusunu açıklamak bakımından sosyo-ekonomik ve kültürel şartları ile en avantajlı olanlardır. Metropol karakteri taşımalarından dolayı, bireyler üzerindeki sosyal kontrolün daha zayıf olduğu, ikincil ilişkilerin daha yaygın olduğu ve dolayısıyla bireyler üzerindeki sosyo-kültürel baskının görece daha az hissedileceği mekânlardır. Nüfus bileşimleri heterojendir ve oy oranlarının dağılımı bakımından geniş bir spektruma sahiptirler. Dolayısıyla tartışma konusu olan siyasî ve psikolojik göçün “iticilik” şartını görece daha az ölçüde taşımaktadırlar.

Sosyologların dünyada ve ülkemizde göç olgusu üzerine incelemelerinin yoğunlaştığı alan iç göç olagelmiştir. Ulus devletlerin sınırlarına hâkim olabildikleri ve emek dolaşımını denetimleri altında tutabildikleri dönemlerde, işçi göçü çeşitli incelemelere konu olmakla birlikte, iç göçler karşısında öncelikli bir sorun halini almamıştı. Bu açıdan ABD bir istisna kabul edilebilir. Çünkü nüfus bileşimi esas olarak dışarıdan aldığı göçlerle oluşan ve temel meselesi bu heterojen kitleyi eritme potası (melting pot) içinde kaynaştırıp milletleştirmek olan bu ülke, dış göç dinamiklerine de yoğunlaşmak zorundaydı. İç göç olgusu, köyün iticiliği-kentin çekiciliği ekseninde incelenmiştir. Kenti çekici ve göç edilebilir kılan unsur, öncelikle ekonomik ve toplumsal özgürlüktür. Kent ekonomik imkânlar ve seçenekler açısından daha çok seçenek sunarken, toplumsal denetimin zayıflamış olması nedeniyle hareket serbestîsinin koşullarını taşır. Kentin bireyi atomize edici karmaşası, göçmenlerin kültürel yakınlık taşıdıkları kimselerle birlikte oturmaları, kent içi hemşehrilik, din-mezhep birliği vb. ekseninde dayanışma ağları kurmaları ile atlatılmaya çalışılır. Dış göç olgusu da kendine özgü özellikler taşımakla birlikte, ulusal koşulların iticiliği-dış ülke koşullarının çekiciliği dinamiğinin izlerini taşımaktadır.

Gelişmiş ülkelerde sanayinin otomasyona ve bilgisayar desteğine kavuşması ölçüsünde, vasıflı mavi yakalılar kadar hatta ondan da çok yüksek öğrenim görmüş beyaz yakalı göçü önem kazanmaya başladı. Beyin göçü tartışma ve araştırmaları bundan sonra yoğunlaştı. Son yıllarda ise dünyanın küreselleştirilmesi yolundaki saldırılar ve ulus devletlerin uğradığı erozyon, yeniden niteliksiz göçü gündeme taşımış durumdadır. Ancak bu kez insan kaçakçılığı, sınır ihlalleri, kitlesel iltica vb. sorunlar eşliğinde…

Türkiye’nin beyin göçü gerçeği

Beyin göçü, uluslararası göçün özel bir türüdür. Yüksek öğrenim görmüş, akademik veya entelektüel donanıma sahip bireylerin, edindikleri formasyona uygun işlerde çalışabilmek, hayat standardı beklentilerine uygun ücretlere erişebilmek ve sosyo-kültürel arayışlarına cevap veren ortamlarda yaşayabilmek amacıyla, bu avantajları sağlayabileceğini düşündükleri başka bir ülkeye göç etmeleri olayıdır. Beyin göçünü temsil eden nitelikli meslek grupları üst düzey müdür ve yöneticiler, mühendis ve uzman teknisyenler, bilim insanları, iş adamları ve öğrencilerdir.[4] Yetişmiş ve uzmanlaşmış insan faktörünün ekonomik ve toplumsal gelişmedeki önemi dikkate alınırsa, genç ve eğitimli nüfusun azalmasının ciddiye alınması gereken bir sorun olduğu kolayca anlaşılacaktır.[5]

Niteliksiz göçmen hareketlerinde, işsizlik ve ücret yetersizliği en önemli belirleyici iken, nitelikli göçmenlerde mesleki tatmin duygusu ve kendini gerçekleştirme gibi değişkenler de önem kazanır. Yüksek nitelikli insan göçünün ortaya çıkmasının itici nedenleri arasında ekonomik olduğu kadar siyasal istikrar da önem taşımaktadır. İşe alımlarda liyakat ilkesinin çiğnenmesi, yükselme yollarının kapanması, iş huzuru ve iş barışının eksikliği, mobbing uygulamaları, siyasal kutuplaşma ve gerilimler, belirsizlik, partizanlık, nepotizm ve patronaj gibi siyasal ahlakın çöküş emareleri, beyin göçünü tetikleyen siyasal etmenler arasında yer almaktadır. Sayılan bu sorunların, Türkiye’de çok partili rejime geçtikten sonra hiçbir zaman gündemden düşmediği, Türk toplumu için bilindik sorunlar olduğu ortadadır. Özellikle paralel devlet yapılanmasının kurumlaşmaya çalıştığı dönemde, FETÖ terör örgütünün ulaşmak istediği hedefler bakımından siyasal ahlak ilkelerinin daha pervasız biçimde çiğnendiği bilinmektedir. Ancak ilginç olan nokta, Türkiye’den nitelikli işgücünün göçtüğüne ilişkin uyarıların bu dönemde değil, FETÖ’nün tasfiyesinin başlamasından sonra yoğunlaşmış görünmesidir. Bunun nedeni aşağıda tartışılacaktır.

Türkiye’deki beyin göçü sorununun esas kaynağı insan yetiştirme düzeni ile Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu insan kaynağı arasındaki eşgüdümsüzlüktür. Yüksek nitelikler edinen gençlerin en seçkinleri başta olmak üzere, bir kısmı ekonomik hayatta “karşılıksız” kaldıklarını görmekte ve göç etmektedirler. Beyin göçünün bu türüne “beyin taşması” denilmektedir.[6] Bu haliyle beyin göçü, Türkiye’nin 1960’lı yıllarda başlayan doktor ve mühendis göçünden bu yana aşina olduğu ve sıkıntısını çektiği bir sorundur. Bu tarihlerden önce en bilinen örneklerinden birini 1948’de Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran ve Muzaffer Şerif’in Ankara Üniversitesi’nden siyasal baskıyla atılmaları ve Boran hariç, yurt dışına çıkarak iş bulabilmeleri olayının oluşturduğu nitelikli işgücü göçleri yaşanmıştı. Fakat bu tür örnekler tekil kalmakta daha da önemlisi henüz bir beyin göçü literatürü oluşmadığı için farkındalık oluşmamaktaydı. Devrim dalgasının yükseldiği, sosyalizm ve ulusal bağımsızlık hareketlerinin başarılar kazandığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bağımlılık emperyalizm, azgelişmişlik ve ulusal kalkınma gibi kavramlar gündeme taşındı. Kalkınma arayışı içindeki ülkelerin, yetiştirdikleri nitelikli insanları kapitalizmin merkez ülkelerine kaptırmaları bu dönemde sorunsallaştı. 1973 yılına gelindiğinde Türkiye nitelikli işgücünün % 17’sini yurt dışına kaptırmış durumdaydı.[7] Günümüzde dünyada en fazla beyin göçü veren 32 ülke içinde Türkiye 24. sıradadır.[8]

1971’de Türk Tabipleri Birliği Başkanı Erdal Atabek’in ABD’ye yerleşmiş Türk hekimleri üzerine yaptığı araştırma, gelecek endişesi, ülkedeki belirsizlikler, çalışma şartlarının olumsuzlukları ve kişiliklerinin yıpranmasına neden olan etmenlerin itici; ABD’de hekimlik mesleğinin saygınlık düzeyi, teknik imkânların yüksekliği, mesleki gelişme şansının yüksekliği ve gelir düzeyi etmenlerinin çekici rol oynadığını ortaya koymuştur.[9]

2002 tarihli bir araştırmanın bulguları, yurt dışında kalmayı tercih eden Türkler arasında yüksek gelir beklentisinin esas güdüyü oluşturmadığını ortaya koymuştur. En önemli çekici neden, yurt dışındaki yaşam tarzıdır. Verilen cevaplarda yurt dışında daha düzenli ve sistemli bir yaşam olanağı, daha doyurucu bir kültürel yaşam, çocuklar için daha iyi eğitim imkânları, eşin işinin yurt dışında olması ya da yurt dışında yaşamayı tercih etmesi gibi etmenlerin öne çıktığı görülmektedir.[10] Bir başka deyişle Türkiye’de yetişme ve eğitim tarzı bakımından Batı sisteminin merkez ülkelerine kültürel bir yakınlık edinen kimseler, aldıkları eğitimin seçkin nitelikleri elverdiği takdirde, gelir ve hayat standardı beklentisini değil, sosyo-kültürel alışkanlıkları yurt dışına göç etmenin esas güdüsü haline getirmektedirler. Araştırmanın yapıldığı tarih, son aylarda gündeme gelen ve Erdoğan yönetimi bağlamında kullanılan otokratlaşma, diktatörlük, faşizm, muhalif avı vb. çıkarımların ortada olmadığı bir dönemi işaret etmektedir. Bu durum, Türkiye’nin son elli yıldır yaşamakta olduğu beyin göçü sorununun yeni olmaması gibi, sosyo-kültürel güdülerden kaynaklanmasının da yeni sayılamayacağını göstermektedir. Aynı araştırma, göç edenler açısından Türkiye’yi itici kılan etmenler arasında mesleki deneyimi ilerletme, Türkiye’de iş kurma koşullarının olmaması, ekonomik istikrarsızlığı bulgulamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de ekonomik belirsizlik ve zorlukların “ittiği” nitelikli insan kitlesi arasında, aldığı eğitimden dolayı yurt dışında hayat kurma şansına en fazla erişen ve bu eğitim tarzı Batılı sosyo-kültürel kalıplara uyumu kolaylaştırdığı için yurt dışına göç seçeneği tarafından en fazla “çekilen” kitle eskiden olduğu gibi bugün de göç etmeyi sürdürmektedir diyebiliriz.

Yakın zamanlarda yapılmış bir çalışmada Türkiye’den göçmüş olan eğitimli insanlar arasında geri dönmeme eğilimlerini besleyen en önemli faktörün ülkenin sosyal durumu olduğu bulgulanmıştı. Buna göre Türkiye’ye ilişkin karamsar duyguların kaynaklarından biri Gezi Parkı olaylarıydı. Sosyal baskı altında hisseden denekler, çocuklarını Türkiye’nin eğitim sistemindeki sorunlardan dolayı yurt dışında yetiştirmek istediklerini belirtmişlerdi.[11] Öyle ki, Türkiye’den ayrılarak yurt dışında yaşam kurmuş bireylerden bazıları orada Türkiye’dekinden daha az ücret aldıklarını, iş bulamadıkları dönemler olduğunu fakat iş hayatında manevi tatmin, sosyo-kültürel yaşam ortamı ve eğitim sisteminin daha iyi olması nedeniyle kalmayı tercih ettiklerini bildirmişlerdir.[12] Gezi Parkı olayının bir karamsarlık nedeni olarak sunulması dikkat çekicidir. Bu olayla ilgili yapılan yaygın yorumların neredeyse en önemli kesişme noktası, Erdoğan yönetiminin muktedir görüntüsünü zayıflattığıdır. Resmî rakamlara göre, Türkiye’nin 79 şehrinde 12 milyon insanın protesto gösterilerine katıldığı ve özellikle kentli ve eğitimli insanlar arasında büyük bir gerilimin biriktiğini gösteren bu olay, Türkiye’de baskıcı bir rejimin kurulduğunu değil, kurulamadığını kanıtlamaktadır. Bu gerekçelendirme tarzı, yurt dışına nitelikli işgücü göçünde olgular kadar algıların da etkili olduğunu göstermektedir. Göç kararı verildikten sonra bu kararın meşrulaştırılması ve açıklanması sürecinde ülkenin durumuna ilişkin seçici bir okuma yapılmaktadır.  

Beyin göçünün artışına yol açan etmenler

Beyin göçü sorunu bütün dünyada artma eğilimi göstermektedir. 1990’lardan itibaren bu artışta daha yüksek bir ivmelenme gözlenmeye başlanmıştır. Bu açıdan Türkiye’ye özgü olmayan ama Türkiye’ye de büyük zarar veren bir sorun halindedir. Nitelikli eğitim almış insanların başka ülkelere göç etme eğilimini teşvik eden başlıca nedenleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1-Küreselleşme: 1989-1991 yılları arasında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile iki kutuplu dünya düzeni sona erdi. Rakipsiz kalan ABD, “yeni dünya düzeni” konseptini açıkladı ve kendisini dünyanın jandarması ilan etti. Bundan sonra yapılmaya koyulduğu iş, uluslararası kapitalizmin dışında kalmış bütün ülkeleri emperyalist sistemle bütünleştirmek oldu. Dünyanın merkezinde ABD’nin olduğu tek bir ekonomik sistem olarak örgütlenmesi sürecine küreselleşme denildi. Görünüşte ulaşım ve iletişim teknolojisindeki olağanüstü gelişmelerin adıymış gibi duran ve toplumlar arasında bilgi-iletişim bütünleşmesine gönderme yaptığı düşünülen (düşünülmesi istenen) küreselleşme, gerçekte malî piyasaların önündeki ulus devlet engelinin ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildi. Dünyayı küreselleştiren güçler, ulus devletlerin gümrüklerini, kamu varlıklarını, ulusal tarım, hayvancılık, sanayi, ticaret, bankacılık, ulaştırma vb. ekonomik temellerini oymaya giriştiler. Ulusal bağımsızlığın geride kaldığı, artık “karşılıklı bağımlılık” çağına girildiği iddia edildi. Ulusal ekonominin tasfiyesi, çevre ülkeler açısından üretimden kopuş anlamına geliyordu. Üretimden elde edilen kaynakların azalması, borçlanmaya dayalı bir rantiye ekonomisi ile ikame edildi. Nitelikli işgücünü istihdam etmekte zaten zorluklar yaşayan ve beyin göçü ile kaybeden azgelişmiş/gelişmekte olan ülkeler, reel sektörden ve üretimden koptukça yetişmiş insan kaynaklarını daha büyük ölçüde kaybetmeye başladılar. Öte yandan iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmelerin, uluslararası hareketliliği kolaylaştırdığı da bir gerçektir. Günümüzde yurtdışına göç etmek ve istendiği anda geri dönmek arkada kalan on yıllara oranla çok daha kolaydır.

2-Ulusal değerlerin erozyonu: Ulus devletin ekonomik erozyonu, sosyo-kültürel erozyonla tamamlanmaya çalışıldı. Toplumu birleştiren ve milletleşmeyi sağlayan değerler zayıflatıldı. Birleştirici vasfı olmayan mikro milliyetçilikler, din ve mezhep ayrımcılığı teşvik edildi. Millî tarih, resmî tarih olarak damgalandı ve itibarsızlaştırıldı. Kozmopolitlik, vatansızlık, millî değerlere karşı mesafeli olma, asker ve ordu düşmanlığı, anarşizm gibi akım ve eğilimler teşvik görmeye başladı. Neoliberal piyasa ekonomisinin bütün kaynakları dağıtacağı varsayımını benimseyen sağ ve solun ideolojik ayrımları belirsizleşti. Oluşan boşlukta etnik, dini, cinsel vb. kimlikleri esas alan ve kendisini “demokratik” olarak niteleyen bir siyaset anlayışı yaşam zemini buldu. Küreselleşme sürecinde merkez ile çevre ülkelerin daha da entegre olması, özellikle nitelikli işgücünün hareketliliğini kolaylaştırırken, ulus devletin ve ulusal değerlerin erozyonu, nitelikli işgücünü ülkesine bağlayan çapanın zayıflamasına yol açtı. Son on yıllarda liberalizmin kültürel düzlemde toplumcu ve dayanışmacı değerlerin yerine bireyci değerleri öne çıkardığı ve bir “ben nesli” yaratmaya destek olduğu söylenebilir. Kendini fazlasıyla önemseyen kuşaklarda toplumsal veya kültürel zorluklara katlanma azmi daha düşüktür. Yüksek öğrenimin sağladığı sosyal sermaye, bireyin öz güvenini ve saygınlık beklentisini daha da yükseltmektedir. Böylece ülkelerinde layık olduklarına inandıkları değeri görmeyen ya da görmediklerine inanan kimselerin, değerlerinin takdir göreceği ülkelere göç etmesi kolaylaşmaktadır.

3-Bilgi teknolojilerine dayalı üretim: Kapitalizmin merkezleri, 20. yüzyıla damga vuran sanayileşme dönemi boyunca esas olarak nitelikli kol gücünü kendilerine çektiler. Örneğin 1960’ların sonlarında Türkiye’den başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine yönelen işgücü göçünün en önemli ayağını, nitelikli mavi yakalılar oluşturdu. Batı’da lise çağındaki gençlerin yüzde altmışı meslek okullarında okurken, yüzde kırkı üniversiteye hazırlayan liselerde öğrenim görüyordu. Fordist bant üretimi temelinde işleyen ağır sanayi sistemi, insan kaynaklarının planlanmasında ve başka ülkelerden ithal edilmesinde belirleyici olmaktaydı. Beyin göçü giderek daha fazla dikkat çeken bir sorun olmakla birlikte, kitlesel işgücü hareketi içinde görece düşük oranda kalmaktaydı. 1980’lerden itibaren sanayi üretimine bilgisayar teknolojisinin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte yüksek nitelikli işgücünün önemi artmaya başladı. Bir süre sonra bizatihi yazılım sektörü başlıca insan kaynağı talep edicisi haline geldi. Bilgisayar ile iletişimin birleşmesiyle oluşan bilişim alanı, günümüzde hâlen yüksek eğitimli insan kaynağını merkez ülkelere çeken en önemli sektörlerden biri durumundadır.

4- Prekaryalaşma: Neoliberalizmin iş gücü piyasasındaki etkilerinden biri esnek istihdamı norm haline getirmek oldu. Sosyal refah devletinin tasfiyesi sürecinde iş güvencesini ortadan kaldırmaya dönük adımlar atıldı. Güvencesiz (precarious) ile işçi sınıfı (proletarya) sözcüklerinin bir bileşimi olan prekarya bu sürecin sonucu olarak ortaya çıkan bir kesimi anlatmak üzere ortaya atılmıştır. Eğitimin ticarileşmesi ve metalaşması süreci, özellikle gençlerin prekaryalaşmasına destek olmuştur. Standing İspanya’da öğrencilerin % 40’ının mezun olduktan sonra eğitim sürecinde edindikleri becerilerle ilgisi olmayan düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalıştıklarını belirtmektedir.[13] Bütün Batılı ülkelerde durum buna benzer olduğundan, özellikle rakiplerine göre daha seçkin bir eğitim almış olanların en azından kendi formasyonlarına uygun mesleklere erişebilme şansını başka ülkelerde denemeye yönelmeleri olağandır.[14] Gelişmiş ülkeler arasındaki nitelikli işgücü hareketliliğine beyin göçü değil, beyin transferi denilmektedir. Gelişmiş Batılı ülkelerdeki üretimden kopuş, işsizlik, esnek istihdam ve güvencesizleşme beyin transferi hareketliliğini arttırmaktadır. Prekaryalaşma olayı, salt gençleri değil, ek iş arayışındaki yaşlı nüfusu, etnik azınlıkları, göçmenleri ve kadınları da etkilemekte, kurbanlarını onlar arasından seçmektedir. Bu kesimler arasında güvencesiz ve düşük ücretli çalışmanın tehdit ettiği gençler, uluslararası göçün en önde gelen öznesi durumundadırlar.

5-Siyasal yozlaşma: Neoliberalizmin ürünleri olan özelleştirme, serbestleşme (deregülasyon) ve devletin küçültülmesi programı, bu programı hayata geçiren bütün ülkelerde, yolsuzluk vakalarının (örneğin hayalî ihracat) artmasına neden oldu. Kamusal hizmet alanının daraltılması sırasında özel sektörün eskiden kamunun denetimindeki alanda yürüteceği faaliyetlerin yasal çerçevesini çizecek ve denetleyecek çerçeveyi oluşturmakta geç veya yetersiz kalması, bir etik alan boşluğu yaratmıştır.[15] Öte yandan iktidarın kişiselleşmesi ve parti-parlamento ikilisinin lider-medya ikilisi karşısında güç kaybetmesi, iktidar kullananların denetlenebilirliğini güçleştirmiştir. Medya bu süreçte eğer muhalifse iktidarı denetleyen, eğer yandaş ise denetimi engelleyen ve toplumu manipüle eden muğlâk bir konuma yerleşti. Böylece kamu yönetiminde ve politikada yozlaşma, adımlarını dikkatli atan ve özellikle medya ile işbirliği yapan bir siyasî çevre için daha risksiz bir hal aldı. Nitelikli insan göçünün itici nedenleri arasında siyasal istikrarsızlık, belirsizlik, liyakat ilkesinin çiğnenmesi gibi nedenler de bulunmaktadır. Gerek kamuda gerekse özel sektörde karşılaşılan mobbing, siyasal baskı ve nepotizm uygulamalarının, çalışanlar üzerinde bıkkınlık, ümitsizlik, karamsarlık, haksızlığa uğrama veya uğrayacağı korkusu yaratmaması mümkün değildir. Bu durum seçkin okullardan mezun olanlar arasında yurt dışında iş aramayı bir seçenek haline getirmektedir.

Sıralanan etmenler arttırılabilir. Ancak beyin göçü sorununun büyümesinin Türkiye’ye özgü olmayan, ama Türkiye’yi de kapsayan daha geri plandaki bazı gelişmelerle ilişkili olduğunu göstermek için yeterlidir. Açık toplum koşullarında hiçbir ülkenin beyin göçü sorununu nihaî olarak durdurma şansı yoktur. Ancak kalkınma yolunda millî bir strateji izlemeyen, aksine kendisini küresel sistemin ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel etkilerine alabildiğine açan bir ülkenin, beyin göçünün koşullarına kendisini olabildiğince açtığı ortadadır. Buna ulusal ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun olmayan ve genç nüfusun istihdam baskısını hafifletmeye dönük bir eğitim politikası/politikasızlığı izlemek de eklenecek olursa, Türkiye gibi ülkelerin beyin göçü kayıplarında ivmelenme yaşanması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, planlı bir sanayileşme programı uygulamak şöyle dursun, son kırk yıldır üretimden koparak borçlanma odaklı bir ekonomi modeli uygulayagelmiş olan Türkiye, yıllık 1000’in üzerinde maden mühendisi mezun etme kontenjanıyla, bütün dünyanın maden mühendisi ihtiyacını karşılayacak bir insan kaynağı plansızlığı içinde eğitim yapmaktadır.[16]

Beyin göçünün siyasallaştırılması

Ülkelerini yaşanmaz bulanlar,

Ülkelerini “yaşanmaz”laştıranlardır.[17]

Türkiye’den son yıllarda göç edenler üzerine yapılan haber ve yorumlar incelendiğinde, Türkiye’nin son elli yıldır yaşamakta olduğu beyin göçü sorununun olağandışı bir ivme kazandığı gerçeğinin vurgulandığı görülmektedir. Fakat bazı kaynaklarda bu ivmelenmenin en önemli gerekçesi Türkiye’de rejimin otokratlaşması olarak gösterilmektedir. Gerçekten de nitelikli göçün itici nedenleri arasında psikolojik nedenler de bulunduğu bilinen bir gerçektir. Yaşadıkları ülkenin olumsuz hayat standartlarından memnuniyetsizlik duyan ve öngörülebilir bir gelecekte bu standartların yükseleceğinden umudunu kesen insanlar başka ülkelere gidebilirler.[18] Ancak Türkiye’deki beyin göçü olgusu yukarıda sayılan ve Türkiye’ye özgü olmayan diğer etmenler ikincil plana itilerek, salt rejimin niteliği bağlamında açıklanabilir bir olgu gibi durmamaktadır. Bu tartışma bağlamında 2018 Nisan’ı gibi yakın bir tarihte yapılmış bir tasnif denemesi üzerinden konuya daha yakından bakmak mümkündür.

Son dönemlerde yurt dışına göçmüş Türklerin altı grupta toplanabileceğini belirten Alisait Yılkın, bu grupları endişeli muhafazakârlar, imzacılar, cemaatçiler, beleşçiler, gayrimüslimler ve milyonerler olarak tasnif etmekte ve aralarındaki en büyük grubun endişelilerden oluştuğunu belirtmektedir. Yazısından Türkiye’de iyi bir gelir ve statüye sahip oldukları, yabancı dil bildikleri, muhafazakâr-liberal görüşlere sahip oldukları ve AKP’ye oy verdikleri söylenen bu gruptaki insanların, kendilerini neden endişeli hissettikleri iyi anlaşılmamaktadır.[19] Muhafazakâr siyasî görüşe sahip oldukları ve AKP seçmeni oldukları halde bir KHK ile her an işinden olabileceklerini düşünmelerine neden olan nedir? FETÖcü olarak anılma korkusuyla Türkiye’deyken Cuma namazlarına bile gitmekten çekindiklerini söylediklerini öğrendiğimiz muhafazakâr-liberal bir göçmen kitlesinin varlığı, hayatın olağan akışına uymamaktadır. Türkiye’de FETÖ iltisaklı olmayan hangi muhafazakâr çevrenin mensupları, tekil örneklerin ötesinde, geleceklerinden endişe ederek yurt dışına yerleşmelerine neden olacak ölçüde endişeye düşürülmüşlerdir?

Bir diğer göçmen grubu, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atarak Türk Silahlı Kuvvetlerini PKK ile mücadelesini sonlandırmaya ve silah bırakarak egemenlik mücadelesinde PKK’ya alan terk etmeye çağıran ve işten atılan akademisyenlerdir. Bu insanların bir kısmı yurt dışına çıktılar. Ancak imzacıların toplam sayısı bile kitlesel bir göçü açıklamaya yetecek düzeyde değildir. İmzacı olmamakla birlikte, bu akademisyenlerin atılmaları karşısında kendilerini güvencesiz hisseden ve yurt dışına gitmeye karar veren bir kitlenin varlığı tahmin edilebilir. Bir başka deyişle akademisyenlerin kendilerinden çok, atılmalarıyla oluşan atmosferin etkisinin daha önemli olduğu söylenebilir. “Sahip oldukları yetenekler bakımından işsiz kalma tehlikesinden en uzak olduğu düşünülecek kesimler bile bir anda işsiz kalabiliyorlarsa, kimsenin güvencesi yok demektir” şeklinde özetlenebilecek bir ruh haline giren bir grup insanın varlığından söz edilebilir. Bu çıkarımın ne kadar haklı olduğu, sonuçlarla nedenler arasında gerçekçi bir bağ kurulmuş olup olmadığından bağımsız bir şekilde, bir kısım insanın “sıranın kendilerine geleceği” şeklinde bir kaygıya kapılmış olmaları mümkündür. Burada hükûmetin süreci iyi yönetemediği, verilen işten çıkarma cezalarının olabilecek en uygun ceza olmadığı vb. söylenebilir. Hatta hükûmetin böyle bir kaygı ikliminin oluşmasında kısa vadede siyasî bir kazanç öngördüğü, ideolojik hegemonya kurmasının önünde engel olarak gördüğü bir kesimi sindirmesine hizmet edecek bir fırsat olarak değerlendirmek istediği iddia edilebilir. Ancak bundan daha önemli olan nokta, gayrimeşru bir konumda kaldıklarını hissedenlerin psikolojik çöküntüsünün dışa yansımakta olduğudur. Yılkın, eşi PKK’ya destek bildirisine imza attıktan sonra Almanya’ya göçmüş bir kimseyle görüşmesini aktarırken, Antalya’da oturdukları sırada eşi bakkala gittiğinde dahi başına bir şey gelebilir endişesi içinde yaşadıklarını, oysa Almanya’da huzurlu olduklarını söylediğini belirtmiştir.[20] Bu psikolojik durum, başka bir örnek üzerinden daha da karakteristik şekilde izlenebilmektedir.

2018’in Şubat ayında gündeme gelen bir habere göre, yazar ve akademisyen Murat Belge, İngiltere’deki Oxford Üniversitesi bünyesindeki “risk altındaki akademisyenler” bursuna başvurmuştu. Adı geçen türden burs ve fonlar, kendi ülkelerinde görüşleri ve çalışmaları nedeniyle yaşamsal risk altındaki akademisyenleri “kurtarma” amacına dönük olarak ihdas edilmiştir ve başka Batılı ülkelerde de bulunmaktadır. Kamuoyunda ilgi çekici bulunan esas nokta, Belge’nin hangi gerekçeyle kendisini yaşam tehlikesi altında hissettiğiydi. Bu sorunun cevabı için Belge’nin içinde bulunduğu psikolojiyi dışa vuran bir köşe yazısına başvurmak yerinde olabilir. Bu köşe yazısının Belge’nin şahsında kendisini güvencesiz hisseden bir kesimin içinde bulunduğu ruh halini temsil ettiği söylenebilir.

26 Aralık 2017 tarihli “Çok tehlikeli bir gidiş” başlıklı yazısında Belge, 15 Temmuz’dan sonra çıkarılan ve o gece silahlı direniş gösterenlerin suç işlemiş sayılmayacağını karara bağlayan kararname üzerine değerlendirmelerini aktarmaktadır. AKP’nin bundan sonra yapılacak o gecekine benzer davranışları suç olmaktan çıkarttığını belirten Belge, hükûmetin terör eylemi kavramının içini boşalttığını, Nazlı Ilıcak, Altan Kardeşler ve Osman Kavala gibi isimlerin keyfi biçimde terörist ilan edilebildiği ve üstelik buna itiraz etme şansının kalmadığı bir ortama girdiğimize işaret ediyor. O günlerde gündeme gelen “Halk Özel Harekât” türü paramiliter örgütlenmeler üzerinden iktidarın kendine bağlı yeni bir silahlı örgüt kurduğunu söyleyen Belge, Gezi olayları sırasında “evde zor tutulduğu” söylenen gücün, önümüzdeki dönemde her tür iktidara muhalif çevrenin “terörist” ilan edildikten sonra tasfiye edilmesinde başvurulacak bir fiili güç olarak örgütlendiğini ima etmektedir. Liberal-demokratik düzenin kurumlarının işlevsizleştirildiği bu ortamın buzdağının görünen kısmı olduğunu söyleyerek yazısını tamamlamaktadır.[21] Belge’nin tespitleri, artık can güvenliği de dâhil, anayasal hak ve güvencelerin tümünün geçersiz olduğu bir duruma işaret etmektedir. Böyle bir ortamdan derhal uzaklaşmak, yapılabilecek en akılcı davranış olmaktadır.

Bu yazıda kendisini toplumsal ve siyasal açıdan güçsüz değil, yanlış ata oynamış olma nedeniyle yanlış zeminde duran, meşruiyet ve haklılık iddiasını kaybetmiş bir duruşun psikolojisini okumak mümkündür. Belge’nin “okumasında” Türkiye’de ne AKP dışında bir siyasal güç, ne yargı, ne AKP’nin denetiminde olmayan bir ordu ve polis, ne sivil halk ne de bir başka bağımsız güç odağı vardır. Aslında başından beri ülke gerçeklerinden kopuk bir entelijensiyanın geçmişte tarikatlarla sivil toplum ve demokrasi hesapları yaparken, Batı’dan demokrasi geleceğini iddia ederken veya FETÖ ile birlikte “yetmez ama evet” derken içinde bulunduğu yanlış stratejik mevzilenme, bu kez 15 Temmuz sonrası Türkiye’sini okurken ve kendi canı ile ilgili kaygı duyarken de sürdürülmektedir.

Gerçekten risk altında hisseden ve kaçmanın yollarını arayanların ise ruh hallerinin çözümlenmesi derslerle doludur. Bunlardan biri olan Murat Belge, Refah Partisi’nin hükûmet kurduğu 1990’ların ortalarında şeriat gelirse “Rodos’a kaçacağını” ilan ederek gündeme gelmişti. Esasen bu ruh hali, belli bir türden mücadele vermek ya da mücadele adını verdiği belli türden eylemler, görüşler vs. içinde olmakla tanımlanabilir. Burada karşımıza çıkan ruh hali, içinde yaşadığı topluma eleştirel bir mesafe koymak, ama aynı zamanda onun bir parçası olmak değildir. Bu bir aydın tavrıdır. Oysa burada görülen, parçası hissetmediğin, tasada ve kıvançta birleşemediğin bir nesneye dışarıdan bazı müdahaleler yapmak, tutmayınca da kendini boğuluyor hissedip, nefes alabileceğin yere gitmektir.

Bahsedilen ruh haline bir başka örnek, geçtiğimiz günlerde basına yansımıştır. Eşi Tolga Savacı ile birlikte ABD’ye yerleşen Nermin Bezmen, “Valla biz Türkiye'de karı koca Tolgacığım’la (Savacı) birlikte verebildiğimiz kadar mücadele verdik ülkemizde kalmak için ama çevre şartları, hem bizim mesleklerimizi hem ruh halimizi o kadar törpüleyici bir kıvama geldi ki artık kızmak üzülmek, can sıkıntısı, isyan, gözyaşı, bütün bunlarla duyarlı olduğumuz sosyal olaylar, siyasi olaylar, bizi bir şekilde farklı düşünmeye, farklı bir coğrafyada sıfırdan da olsa bir hayata başlamaya itti.” diye konuşmuştur. Bezmen’in ruh halini törpüleyerek ABD’ye yerleşmesine neden olan olayların çocuk gelinler, kadın cinayetleri, artan tecavüz vakaları, sahte şeyhler türünden ve dinci yobazlığın kimi görünümleridir. Bezmen “bütün bunların arkasında, bunları cezalandırmaktan ziyade destek olan bir sistemin varlığı beni gözyaşlarıyla isyana iten konulardı.” demektedir.[22] Bezmen’in, ülkemizin yaşadığı toplumsal olumsuzluklar karşısında kızmak, üzülmek, ağlamak ve canının sıkılması gibi tepkiler vermesine rağmen, bütün bu mücadelelerinin fayda etmemesi üzerine zaten sık sık gittiği ABD’ye temelli yerleşmekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılmaktadır. Bu örnekler, yaşam tarzları ve kültürel zihin kodları bakımından yabancılaşma yaşayan insanların, yurt dışına göçmelerine psikolojik bir savunma mekanizması üzerinden meşruiyet kazandırdıklarını göstermesi bakımından anlamlıdır.

15 Temmuz sonrası kamudaki görevlerinden ihraç edilen ya da dışarı çıkmadığı takdirde cezaî yaptırımla karşılaşabileceğini düşünen FETÖ bağlantılı kimseler de yurt dışına göç rakamları üzerine yapılan tartışmalarda gündeme getirilmektedir. Özellikle OHAL’in ilanından sonra FETÖ’nün daha alt düzey mensupları ve bağlantılılarının yurt dışına çıkışlarında artış gözlenmiştir. Doğrudan bir iltisak içinde olmayanların da, Türkiye’de iş bulma imkânlarının kalmadığını ya da toplumsal bir dışlanmaya maruz kalmalarının temel göç güdüsünü oluşturduğu bildirilmektedir.[23] FETÖ üyeleri, -bu örgütün geçmişten beri işlediği suçlar bir tarafa bırakılsa bile- Ergenekon ve Balyoz davalarında Türkiye’nin asker ve sivil yurtsever insan birikimini “biçmeye” dönük bir hareketi bilerek ve isteyerek desteklediler. Bu örgütün kamu personel sınavlarının sorularını çaldığını, hak yediğini, insanlara baskı yaptığını ve iftira attığını bilmezden gelerek –ya da onaylayarak- madden ve manen desteklediler. 15 Temmuz kalkışması, bu suç örgütünün faaliyetlerinin taraftarları açısından da daha fazla bilmezden gelinemeyeceği bir kırılma noktası oldu. Bu nedenle yaşanan tasfiyelerin bir nitelikli insan gücü kaybı sayılamayacağı açıktır. Hiçbir devlet, kendisinin içine kötü niyetle sızmış ve kadrolarının önünü komplolarla aça aça ilerleyen bir terör yapılanmasının mensup, işbirlikçi ve sempatizanlarını salt iyi yetişmiş ve nitelikli oldukları gerekçesiyle koruyamaz. Beyin göçü, ülkede kalmaları halinde ulusal amaçlara hizmet edebilecek insan kaynağının kaybı anlamına geldiği için büyük bir sorundur. Eğitimli FETÖ iltisaklıların yurt dışına kaçması ise beyin göçü tanımı kapsamına girmemektedir. Bu insanlar Türkiye’nin “beyin”leri olamamışlardır.

Yılkın’ın tasnifini takip ettiğimizde karşımıza çıkan “beleşçi” (free rider) göçmen grubunun risk altındaki akademisyenler burslarından yararlanma amacındaki kimseler olduğunu anlıyoruz. Burada söz konusu olanlar, gerçekte siyasî baskı vb. tehlikeleri altında olmayan fakat Avrupa ülkelerinde çalışma, kariyer yapma fırsatını bu fonlardan yararlanmak suretiyle değerlendirmek isteyen bir fırsatçı grubun varlığıdır.

Son olarak 2016 yılında mal varlığı bir milyon doların üzerinde olan 6 bin kişinin Türkiye’den ayrıldığı bildirilmektedir. Bu rakam 2010 yılına göre altı kat artış göstermiştir.[24] Bu insanların büyük kısmı daha çok teknoloji-yoğun işler yapmakta olan ve Türkiye’de işlerini yürütmek için gereken niteliklere sahip işgücünü bulmakta zorluk çektikleri için işlerini yurt dışına taşıyan kimselerdir. Bir başka deyişle, nitelikli insan kaynağını yurt dışına kaptıran Türkiye, bir süre sonra o insanların peşinden sermayedarlarının da bir kısmını yurt dışına kaptırabilmektedir.

Sonuç: Olgular ve algıları ayırt etmek

Yurt dışına nitelikli insanların göçü, iç göçlerden farklı bir dinamiğe oturmaktadır. Daha iyi imkânlara erişme güdüsü bakımından itici-çekici dinamiği sabit kalmakla birlikte, ekonomik olmayan faktörler öne çıkabilmektedir. Başka ülkelerde de çalışma koşullarına sahip olan kimseler, kendi ülkelerinde daha liberal bir iklimin olması konusunda daha yüksek bir beklentiye sahip olmaktadırlar. Terör, can güvenliği endişesi, toplumsal barış ve hoşgörünün

azalması, siyasal istikrarsızlık, kültürel çoğulculuğun erozyonu gibi olumsuzluklardan uzak

kalmak talep edilmektedir. Bu tür talepler, özünde toplumun her kesiminin talepleridir. Fakat bunları yurt dışında aramaya yönelebilmek bazı özel vasıflara sahip olma avantajını gerektirmektedir: İyi derecede yabancı dil bilmek, yurt dışında aranan mesleklere sahip olmak, yurt dışı tecrübesi yaşamış olmak ve/veya dışarıda hayat kurmak için gereken asgari parasal imkânlara sahip olmak gibi… Nitekim Türkiye’den göç eden genç nüfusun özellikleri bundan farklı değildir. Bu kesimin göç hareketi, yeni olmadığı gibi 1990’lardan bu yana yıldan yıla artış göstermektedir.

Beyin göçünün önemi, ulusal kalkınma için gereken insan kaynağının kaybedilmesi anlamına gelmesinden kaynaklanır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, salt nitelik değil, o niteliğin ulusal kalkınma stratejisi içinde yer alması gereğidir. Ulusal kalkınma siyasî strateji meselesidir. Bu strateji ilk olarak bağımsızlığı esas almak zorundadır. Aksi halde ancak kısmî ekonomik gelişmeler sağlanabilir. Bağımsız olmayan bir ülkenin kalkınması ancak uluslararası işbölümü içinde kendisine verilen görevleri yerine getirmesini sağlayacak sektörlerde ve sistemin ihtiyaç duyduğu oranda sağlanabilir. Dolayısıyla sistemin merkez ülkeleri ile arasındaki makası kapatması, “muasır medeniyet seviyesine” çıkması yapısal olarak imkânsız olacaktır. Kalkınma stratejisini bağımsızlık esasına dayandıran bir ülkenin, bu stratejiyi tamamlayacak millî hedeflerle uyumlu bir sosyo-kültürel ortama ihtiyacı vardır. Yüksek nitelikler taşıyan, iyi eğitimli fakat millî amaçlarla kültürel olarak bütünleşmemiş, kozmopolit ruh haline sahip insan kaynağı, güvenilir ve üzerine uzun vadeli hesap yapılabilir nitelik taşımaz. Batı karşısında içine düştüğü aşağılık kompleksi ile millî kültürüne yabancılaşan aydınların göç etmeseler bile ülkeleri için kayıp sayılmaları gerektiği açık bir gerçektir.[25] Bu yüzden beyin göçünü engellemenin ekonomik tatmin, iş ortamı avantajları vb. gibi maddi unsurlarını tamamlayacak şekilde kültürel ve ideolojik etmenlerce de desteklenmesi gerekir.

Nitekim eski sömürgelerde beyin göçü, sömürgeci ülkeye doğrudur. Kültürel yakınlık, beyin göçünün hedefini etkilemektedir. Örneğin Sudan, Endonezya, Filipinler gibi ülkelerin eğitimli nüfusu İngiltere, Kanada ve ABD’ye göç ederken, Cezayir, Tunus, Fas ve Nijerya için bu göç Fransa’yı hedef tutmaktadır. Keza ABD tarafından “kurtarılan” Güney Kore’de 1953-1968 yılları arasında öğrenim görmek için ABD’ye gönderilen 7 bin öğrencinin 6 bini (% 85’i) geri dönmemiştir.[26] Türkiye’nin Batıcılaşması, Küçük Amerika olma stratejisini benimsemesi, küresel piyasalarla bütünleşmesi ile liberal bireyciliğin yükselişi göç edilen ülkelerin toplumsal ve kültürel yapılarına yönelik bir sempati ve dolayısıyla akışkanlık zemini oluşturmaktadır.

Türkiye’de beyin göçü tartışmalarının son iki-üç yıldır gündeme geliş biçimi dikkate alındığında, bir yenilik olarak, göç edenler arasına siyasal nedenlerle Türkiye’de kalma şansını kaybetmiş FETÖcüler, yanlış bir siyasal strateji izlemelerinin sonucunda kendilerini güvensiz hisseden liberal sol akademisyenler vb. gibi çevrelerin eklenmesi dikkati çekmektedir. Bu kesimlerin nitelikli göçmen nüfustan farklı olarak örgütlü ve siyasal olmaları, artan beyin göçü olgusunu yürüttükleri siyasal mücadelede kendi lehlerine bir algı oluşturmak amacıyla kullanmaya çalıştıklarını düşündürtmektedir. Türkiye’nin beyin göçü rakamları içinde kayda değer bir yekûn oluşturmayan bu kesimler, kendi konumlarını toplumsal bir sorun olarak sunabilmek amacında gibi görünmektedirler. Hangi etmenlerin sonucu olarak artma eğilimi gösterdiği yukarıda açıklanmış olan beyin göçü olgusunu, kendi konumlarıyla iç içe geçirmek suretiyle kullanmaya çalıştıkları düşünülebilir.

Arkada kalan süreçte AKP hükûmetinin, beyin göçü söylemi üzerinden siyasal algı yaratma çabalarına maalesef zemin sağladığı görülmektedir. Bilindiği üzere AKP’nin oy oranı eğitim düzeyi düştükçe artmaktadır. Bu realite, AKP tarafından siyasal üstünlük sağlamanın bir imkânı olarak kullanılmıştır. Sola karşı sağı, eğitimliye karşı eğitimsizi, kentliliğe karşı gelenekçiliği kutuplaşmaya itmenin her zaman oy çoğunluğu sağladığı ortadadır. Kendi seçmen kitlesini “Anadolu çocukları” olarak kodlayarak, nitelikli insan kaynağını “elitler” diye hedef haline getiren bir söylem tutturulmuştur. Popülist siyasetler, seçkin karşıtlığı ve cehaletin övgüsünün halk katmanları içindeki yansıması, hekim cinayetleri, öğretmenlere yönelik öğrenci saldırıları ve kadın cinayetleri türünden eğilimlerin teşvik edilmesi olmuştur. Bu koşulların yabancı dilde eğitim veren okullardan mezun ya da ailevi nedenlerle iyi eğitim imkânlarına erişme şansı bulabilmiş, liberal-bireyci düşünce ve yaşam tarzına sahip, takdir beklentisi yüksek, örgütsüz ve dolayısıyla olan biten karşısında kendisini çaresiz, edilgen hissederek büyük bir karamsarlık duygusuna kapılmış olan genç nüfus arasında yurt dışına gitmeyi kolaylaştıran bir rol oynadığı söylenebilir. AKP açısından seçim kazanma gibi kısa vadeli bir strateji için son derece rasyonel olan fakat uzun vadede veya kritik anlarda toplumu birleştirme yeteneğini tümüyle sakatlayan bu yaklaşımın, nitelikli insan gücüne ihtiyaç duyulduğu ölçüde bir çıkmazı temsil ettiği ortadadır. Öte yandan Türkiye ekonomisinin bir üretim ekonomisi olmaması ve üniversite sisteminin ekonominin ihtiyaçlarından kopuk olması, mezunlar arasında en nitelikli olanların, yurt dışına gitmesinin yakın bir gelecekte de önlenemeyeceğini göstermektedir.

 

[1] https://www.haberturk.com/erdogan-turkiye-de-yasayamam-diyenleri-biletini-alip-gondermek-lazim-1900134#

[2] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30607

[3]http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetayArsiv&ArticleID=218373&Kategori=ekonomi&AuthorID=57&b=

[4] Seyla Meltem Sağbaş, Beyin Göçünün Ekonomik ve Sosyal Etkileri: Türkiye Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2009, s.33

[5] Beşeri sermayenin kalkınmadaki rolü hakkında bkz. Önal Sayın, İnsan Faktörünün Sosyal ve Ekonomik Gelişmelerdeki Yeri, Önemi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İzmir, 1983

[6] Şenay Gökbayrak, Gelişmekte Olan Ülkelerden Gelişmiş Ülkelere Nitelikli İşgücü Göçü ve Politikalar: Türk Mühendislerinin “Beyin Göçü” Üzerine Bir İnceleme, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006, s.336

[7] Tahsin Bakırtaş ve Orhan Kandemir, “Gelişmekte Olan Ülkeler ve Beyin Göçü: Türkiye Örneği”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Eylül 2010,, cilt 18, no: 3, s.966

[8] Sağbaş, age, , s.65

[9] Akt. Gülden Kaçar, Türkiye’de Beyin Göçü ve Tersine Beyin Göçü Olgularının Değerlendirilmesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eskişehir, 2016, s.76

[10] Aysıt Tansel ve Nil Demet Güngör, Türkiye’den Yurt Dışına Beyin Göçü: Ampirik Bir Uygulama, s.5 https://www.researchgate.net/publication/5173566_Turkiye'den_Yurt_Disina_Beyin_Gocu_Ampirik_Bir_Uygulama

[11] Kaçar, age, s.73-74

[12] Kaçar, age, s.77

[13] Guy Standing, Prekarya Yeni Tehlikeli Sınıf, çev. Ergin Bulut, İletişim Yay., İst., 2015, s.120

[14] Gelişmiş ülkeler arasındaki nitelikli işgücü hareketliliğine beyin göçü değil, beyin transferi denilmektedir. Gelişmiş Batılı ülkelerdeki üretimden kopuş, işsizlik, esnek istihdam ve güvencesizleşme beyin transferi hareketliliğini arttırmaktadır.

[15] Muhsin Özdemir, “Kamu Yönetiminde Etik”, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 7, 2008, ss. 179–195, s: 2008, s.188

[16] Sağbaş, age, s.69

[17] Cemil Meriç, Bu Ülke, Ötüken Yay.,İst., 1974, s.24

[18] Sağbaş, age, s.7

[19] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/04/13/turkiyeden-kimler-neden-goc-ediyor/

[20] https://www.youtube.com/watch?v=zpEHXXWLjhA

[21] http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/cok-tehlikeli-bir-gidis,18804

[22] https://odatv.com/ulkemizde-kalabilmek-icin-cok-mucadele-verdik-12101816.html

[23] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/04/13/turkiyeden-kimler-neden-goc-ediyor/

[24]https://www.ntv.com.tr/galeri/ekonomi/milyonerler-baska-ulkeye-tasindi-en-yuksek-artis-turkiyede,kvfL8WYxBUODEZHD-LQnxw/Qq7Hm19o6kaNPzsyzcb6JQ

[25] Numan Kurtulmuş, Gelişmekte Olan Ülkeler Açısından Stratejik İnsan Sermayesi Kaybı: Beyin Göçü, s.206 http://dergipark.gov.tr/download/article-file/9622

[26] Kurtulmuş, age, s.208-209

Güncel