Âdem ile Havva yasak ağaçtan yediğinde, sadece yemişleri toplayarak yaşayabildikleri Cennetten kovulup, emekleriyle geçinmek zorunda oldukları dünyamıza geldiler. Eski Ahit’te (Bap 3) yazıyor: “Böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek üzere çıkardı.”[1]
Acaba Eski Ahit, Tarım Devrimi öncesini Cennet, göçebe yaşamın ortadan kaldırılmasına sebep olanları Şeytan olarak tasvir etmek istemiş olabilir mi?
Bu yorum tartışmalıdır. Fakat çiftçi olan Kabil, çoban olan kardeşi Habil’i öldürdüğünde, bu ilk cinayetin göçebe çoban toplumuna karşı işlendiğini biliyoruz. Cinayetle suçlanmak devrimlerin kaderidir ve Tarım Devrimine istisna uygulanamazdı. Yaşar Kemal de Binboğalar Efsanesi’nde, 20. yüzyılda konargöçer Türkmen obasının yerleşik hayata yenilmesini yani çok gecikmiş tarım devrimini hüzün verici trajik bir olay olarak anlatır. Bu romanın iddiasıdır, “İskândan önceyi Türkmen bir altın çağ olarak ansır.” İskândan öncesi cennettir, göçebe çoban, hatta eşkıya için! İnce Mehmed de dağlarda Yörük obalarıyla ittifak içindedir.
Kutsal Kitapları yaratan dinamikler olgunlaştıkça, o kitaplar da daha fazla Kabil’in hukukunu savunmaya başladılar. Türklerin İslam’a geçişiyle yerleşik hayata geçişleri arasında ilişki olduğu, yaygın kabul gören bir görüş. Göçerliğin terki aynı zamanda devletleşmede sıçramaydı. Kemal Tahir, Devlet Ana’nın daha ilk sahnesine, “Yok göçebe değildir Ertuğrul Bey … Eskiden göçebeyse de, boşlamış olmalı çoktan.” cümlesini kurdurur Mavro’ya. Roman boyunca Ertuğrul ve Osman Beyler için çoban nitelemesi düşmanlar tarafından aşağılamak için kullanılıyor.
Devlet Ana’daki hikâyenin başladığı anda Bitanya, henüz Keşiş Benito’nun “buraya bütün iyiliklerden arınıp ölümlü dünyada kötülüğün adını çıkartmak için yerleştiği” yerdir: “Herif (Keşiş Benito) şaşılacak kadar rahattı. Rahatlığı hürlüğünden geliyordu. Bu hürlük, hiçbir bağ tanımadan, dilediği gibi kötülük edebilme hürlüğüydü.” Bitanya’nın o dönemki hürlük dolu anarşisi, bugün bile bazı Solda idealleştirilebilir. Anadolu, Afrika’da Sahra’nın güneyi, Arabistan çölleri, Avrasya stepleri ve Tibet Platosu ile birlikte belli başlı 5 göçebe yaylacılık alanlarından biri kabul ediliyor.
Devlet Ana’da Ertuğrul ve Osman’ın devletleşmeye giden projesinin beylik içindeki karşıtını Dündar Alp temsil eder. “Salt Söğüt’ün değil, Ankara’dan İznik’e, Kütahya’dan Bolu’ya kadar, çevrenin en varlıklısı bilinirdi.” Servetini çapulda yapmıştı ve bu yüzden, “Ben bey olsam, Bitanya ucu savaşçıları çapul malını koyacak yer bulamaz.” diyor. “Pusu lafını duyup hemen dövüş isteyen Dündar takımı bu kez, bütün sürü sahiplerini arkalarına aldılar.”
Rudi Paul Linder’e göre “Osman Bey’in yükselişi ve Bitanya’nın fethi, tarihçilere oldukça bildik gelen, Çin Seddi’nde ilk örneği görülen, göçebelerle tarım toplumu arasındaki sürüp giden sonsuz savaşın tekrarlanan bir minyatürü gibidir.”[2]
Nihâl Atsız’ın yarattığı Kür Şad Miti, Çin Seddi’ndeki ilk örneğin günümüzdeki yansımasının ideolojisidir. Kür Şad ve Kırk Çerisi, Çin sarayına saldırıyorlar. Bu feda eylemi Bozkurtlar’da “İhtilâl” ara başlığıyla anlatılıyor ve çatışma anları tasvir edilirken saldıranlar “ihtilâlciler” olarak anılıyor. İhtilâlciler tek tek düşerken “vuruşmaktan büyük bir keyif” duyuyorlardı; “döğüşün tadını çıkararak dünyaya gelmenin gereğini yapmak için sevinçle, istekle, kıyasıya vuruşup duruyorlardı.” Atsız, vuruşma sahnesinde bile, kazanan onlar olmasına rağmen detaylarda Çinlileri küçümser: “İl Kaya ölürken, Çinliler gibi gerileyip yan üstü değil, birkaç adım ilerleyerek yüzükoyun düştü.” İhtilâlde Kür Şad ve kırk çerisi öldü; bölümün son cümlesidir: “ölmüş fakat yenilmemişti.”
Atsız’ın Kara Ozan’a okuttuğu şiirde “yüz bin Çinli kesmeli” dizesi vardır. Kara Kağan da, “Ticaret ise bize bir şey kazandırmıyor… Azıkla kumaşa gelince; bunu biz zaten, her akında Çin’den gücümüzle alıyoruz.” diyor. Atsız’ın Bozkurtları, Çin topraklarına talan için gidiyorlar. Devlet Ana’da ise teknik gelişme, gözünü Çin medeniyetine dikmiştir. Barutlu silahı yapmayı hayatının amacına dönüştürmüş, dönemin mühendisi Kaplan Çavuş’a, Yunus Emre ile uzun bir sohbetlerinde Kemal Tahir şunu söyletir: “Ben gözüme Çin ülkesini almışım, ihvanların simya meselesini izlemekte. Yanak sağalınca hiç bakmayıp yola çıkacağım, Çin ülkesini tutmaya bakacağım.” Çin’e Simya için gidenle talan için gidenin çatışması…
Bozkurtlar’da şöyle bir bölüm vardır: “Öteki vezirler Türklerin ekinciliğe, dokumacılığa alıştırılmasını istiyorlar… Ekinciliği, dokumacılığı zaten bilen Türkleri yalnız bu işleri bağlayarak, şehirlere, köylere yerleştirmek, onlardan gelecek tehlikeyi önlemek için yeter sanıyorlardı. Bunu böyle sanmak, boynuna tasma geçirilen kurdu köpek oldu sanmak gibi yanlıştı.”
Romandaki Çin düşmanlığı aslında bir ırka değil yerleşik yaşama yöneltilmiş düşmanlıktır. Oysa Rus antropolog Khazanov’un ifadesiyle, “Göçebe topluluğun erken devlet ile gelişmiş devlet yapısı arasındaki sınırı aşabilmesi için yerleşik topluluklarla ortak bir sosyal, ekonomik ve siyasi sistem kurabilmesi gerekliydi.” [3]
Klasik dönemde Anadolu’daki yerleşik otorite ile göçebe çoban arasındaki çatışma Çin Seddi’ndeki düzeye ulaşmamıştır. Hatta Reşat Kasaba, devletin göçerleri yerleştirme siyasetinin 17. yüzyılın sonundan itibaren başladığını, öncesinde “Osmanlı ekonomisinin hem mikro hem makro düzeyde bütünleyici parçasını oluşturduklarını” söylüyor.[4] Halil İnalcık’ın verdiği bilgiye göre, “İç Anadolu’nun bugün mevcut köylerinin en az üçte ikisi ile tarım alanlarının onda dokuzu, ancak 1860’tan sonraki dönemde tesis edilmiştir.”[5] Aradaki ilişki Çin Seddindeki düzeyde çatışmacı olmasa bile, Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışı, göçebe çobanlığın karşıtını yaratmıştı. “Göçebelerin yeryüzündeki konumlarını esastan değiştiren asıl dönem(in), Orta Çağ’ın sonunda Osmanlı, Rus ve Çin imparatorları gibi merkezî devletlerin ortaya çıkışları ile başlamış” olduğu kabul ediliyor.[6]
Kemal Tahir kuramsal bir tartışma olan Devlet Ana’da göçebe çoban ile devlet kültürünü daha Osman Bey zamanında karşı karşıya koymuştu. Düşmanı Alişar Bey, Osman için “Kara Osman, Türkmen çobanı olduğunu unutmasın! Çoban takımı sultan fermanına el süremez.” diyor. Kemal Tahir’e göre Ertuğrul Bey zamanında yerleşik yaşama geçmiş, sinekten kaçmak için yaylaya gittiklerinde bile iki katlı evlerde yaşamaya başlamışlardı. Fakat Kemal Tahir için göçebeliği “boşlamak” sadece yerleşmeyi değil, devlet kurabilme yeteneği kazanmayı ifade ediyor. Edebali ile sohbet ederken Osman’a şunu söyletir: “İnsanın zanaatı da göründüğü gibi köylülük değildir, devlet kuruculuğudur.” Kemal Tahir devletleşmeye yüklediği değerle bağlantılı olarak, Osman’ın projesini, ancak 19. yüzyılda insanlığın gündemine giren bir medeniyet projesine benzeterek sunuyor: “Köleliğe karşı, Frenk soygununa, zulmüne, ırk düşmanlığına karşı biz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Alın teriyle çalışanlar bizden yana olacak ister istemez.”
Osman Bey’in bilinen rüyası ile Anadolu Şiiliği ve göçebe kültürle özdeşleştirdiği Dede Muhammed Rumlu’nun rüyalarını karşılaştıran Rudi Paul Lindner şu sonucu çıkartıyor: “Osmanlı rüyası, dünya üstünde güvenli ve istikrarlı bir yönetim yaratmaya ve korumaya yönelikti… Dede Muhammed için uygun olan görüş, muhafaza etmekten çok arındırmak, temizleyip, tasfiye etmekti. Şii rüyası mücadelenin ve şahadettin rüyası idi, bürokrasi ve başarının değil.”[7]
Arındırmak, tasfiye (özellikle de bürokrasinin tasfiyesi), mücadele ve şahadet Türk Solunun maceracı kesimlerine de yabancı olmayan kavramlar. Bu kesimlerin Devlet Ana’dan daha çok Kür Şad Mitine yakın yaklaşım ve davranışlar ürettiğini görüyoruz. Anadolu Aleviliğinin zihinlerde bıraktığı hatıralar, Asya steplerinden Anadolu’ya uzanan pastoral geçmiş ve Kür Şad Miti ile öncü savaşçı Sol romantizm arasındaki bir köprü olabilir. Bu açıdan bakıldığında göçebe Alevi geleneklerden beslenen Solculuğun yarattığı efsanelerin, özellikle de “feda” noktasında Nihâl Atsız’ın feda eylemcisi Kür Şad efsanesinden farklı motivasyonlarla hareket etmediği bile söylenebilir. Feda gecesinde kırk çeri “budunun kurtulacağına, bin üç yıllık ölümden sonra dirileceklerine, acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına inanıyordu. Bu inanla dövüştüğü için…”
Sol romantizm, Kür Şad Mitinin başka bir kimlik altında yeniden doğuşu olabilir mi, incelenmelidir.
Bir kısım Solun pastoralist karakterinin zaman içinde zayıflamadığı gibi, aksine teorik düzeyde güçlendiğini söylemek de yanlış olmaz (bunun Batı’dan gelen ideolojik kaynakları ayrıca incelenmelidir); hatta Solcu aydınlar arasında teorik olarak böyle bir yaklaşımı savunan örnekler bile ortaya çıktı. Kaan Polatlar’a göre bilimsel sosyalizmin en önemli eksiği göçebe kültüre yer vermemesiydi: “Marksist teori, sınıf mücadeleleri gerçeğini başlangıçta doğru biçimde teşhis etmekle birlikte, tarihteki sınıf mücadeleleri içine kesinlikle göçebe-çobanlarla ilgili bir parantez koymamıştır. Hâlbuki göçebe çobanlar, tam da sınıf mücadelelerinin tarihteki diğer bir faktörüdür ve onun eksikliği aslında Marksist teorinin tamamlanamadığı anlamına gelir.”[8] Polatlar’ın tezi, devlet öncesi göçebe çobanı kurtarıcıya dönüştürüyor: “M.Ö. III. yüzyıl gibi devletler tarihinde hayli yakın bir döneme denk gelen bir tarihte Hunlarla birlikte ilk göçebe-çoban devleti kurulduğunda, insanlığın son büyük kurtuluş ümidi de ağır bir darbe almıştı.”[9]
Oysa Türkiye’de demokratik hareket baştan itibaren göçebeliğe karşı sempati göstermemiştir. Örneğin Mithat Paşa, Bağdat Valiliğinde göçerliği ve aşiret yaşamını “ilkel” ve “hayvana yaraşır” olarak nitelemiş,[10] bunu göçebe aşiret liderlerine de söylemişti.
Türkiye Solunun bir bölümünde göçebe kültüre duyulan özlemi oryantalist bir bakışla sadece Türkiye’nin geri kalmışlığına dayanarak açıklamak ve bize özgü sanmak gerçekçi olmayacaktır. Hollywood filmlerinde idealize edilen kovboyluğun, göçebelik mitinin doğrudan veya dolaylı olarak varisi olduğu ileri sürülmüştür. II. Dünya Savaşı sonrasında üretilen Batı menşeli ideolojide, Polatlar’ın yaklaşımını besleyen çok sayıda kaynak gösterilebilir.
Bozkurtlar’da Türk budunu bilim ve felsefeyi küçümserken, dövüşmek, ok atmak, at yarıştırmak, kılıç vurmak yüceltilir. Göçebe erkeğin atlı savaşçı karakteri Asya bozkırları ile Yakın Doğu ve Orta Doğu göçebelerinde çok daha belirgindir. Çinlilere esirlik günlerinde toprağı ekmeyi öğrenen Yamtar, kendisine bilim ve felsefeden söz etmek isteyen Çinli filozof Şen-ma’ya “bu bilimle felsefe nedir, ne işe yarar?” diye sorduktan sonra, “Ne diye gelip bana kendi saçmalıklarını öğretmeye kalkıyorsun” diyor. Şen-ma düşüncelerini Türklere anlatmak için çeşitli yollar denemiş, en sonunda Yamtar’ı bulmuştu. Yamtar’a “ben artık filozof oldum” dedirtmeyi başaracak, ancak en sonunda göçebe çoban kanı üstün geldiğinden Yamtar kırk çerinin arasına katılacaktır. Filozofluk Yamtar üzerinde o kadar iğreti durmuştu ki Gök Börü “bu filozofluk, kişinin başından usunu alan bilinmedik bir sıyrıklık olacak” dedi. En sonunda Yamtar’ın kendisi de “uyanacaktır”: “Açlığın verdiği mecburiyetle fizolof olmuş, fakat felsefe onu bir türlü doyuramamıştı. Şimdi iyice doyduktan sonra felsefeye, bilim damakta ne zoru vardı? Kişioğlu savaşmak için doğar, savaşacak gücü bulmak için yemek yerdi. Yamtar felsefeyle doyacağını sanmakla aldanmış, uzun denemelere rağmen açlığını giderememişti. Şu Çinliler ne yalancı kimselerdi!”
Dündar Bey de toprağa yerleşmeye düşmanlık ile deftere kitaba düşmanlığı birleştirir: “Türkmen’de Pazar baçı yoktur, tımar dağıtmak, reâyâyı, toprağı deftere yazmak yoktur… Baç almak, defter kalem danışman gâvurluğudur, kitabımızın kavlince küfürdür.”
Devlet Ana’da karşı-tez Kerim Çelebi’dir. Osman oğlu Orhan’ın en yakın arkadaşı Kerim’in medreseye ve kitaba düşkünlüğü Söğüt’te şaşkınlıkla ve annesinin tepkisiyle karşılanır: “Anası Bacıbey çok yalvarmış, çok ağlamış, sonunda, ‘Ben molla oğul istemem ve de analık hakkını bağışlamam’ diye diretir. Oğlunun kitaplarını da yakar.”
“Kerim, okumasını, Ertuğrul Bey’e borçluydu.” En sonunda Osman Bey, Kerim Çelebi’yi Edebali’nin yanına molla yani öğrenci olarak verir. Roman, “Siyasetnâme’yi eline aldı” cümlesiyle bitiyor. Devlet artık kurulmuştur. Kerim Çelebi’nin elindeki kitaplar, İstanbul-Tebriz kervanı soyulduğunda kaybolan ve Keşiş Benito’nun mağarasından çıkan kitaplardı.
“Bir”liğe düşmanlık
Güney Amerika yerlileri üzerine çalışan Fransız anarşist antropolog Pierre Clastres yerlilere göre “bir”in nasıl göründüğünü şöyle aktarıyor: “Kötülük, dünyanın yetkin olmayışından; bu yetkinlikten uzak dünyayı oluşturan şeylerin tümünün ‘bir’ olmasından kaynaklanıyor.” “Bir” bu metinde otoritenin merkezileşmesini ve güçlenmesini, yani en ilkel nüvelerinden başlayarak devleti ifade eder.
Kur’an’ı okumak istediğimizde karşımıza ilk çıkan cümle şudur: “De ki O Allah’tır, ahattır, tektir.” Büyük İslâm medeniyeti, bu önerme üzerine inşa edildi. Cümlenin üzerindeki mitoloji temizlendiğinde geride kalan, hem bir öncü parti hem de vahşi yerlilerin direndiği şeydir ve tarih bize vahşi anarşiden gelişmiş çokluğa giden yolun “tek”lik/”bir”lik uğrağından geçtiğini gösteriyor.
Ben şöyle düşünüyorum: “Bir”liğe vahşi direniş, “birlik” aşamasını yaşamadan ilkelliği aşmış çokluğa evrilme potansiyeline sahip değildir. Aynı ilkel ve anarşik müzikten tek sesli müziğe geçilemeden modern çok sesli müziğe ulaşmanın mümkün olmaması gibi. Clastres’ın yerlileri, geceleri hiçbir disiplin olmadan şarkı söylerler, herkes müziğe istediği gibi çadırlarından katılır, sesler birbirine karışır. Tek seslilikten ilkelliğe saplanmadan kurtulmak, öncesine dönerek değil ancak onu en ileri biçimine kadar geliştirmekle mümkün olabilirdi; aynısı devlet ve mülkiyet için de geçerli. Clastres’ın yerlilerinin çadırlarından bağırdıkları müzik ne kadar çok sesli müzik olabilirse, Bozkurtlar’da döne döne tekrarlanan ticaret ve para düşmanlığı da modern bir eşitlikçilik toplumuna ancak o kadar ilham verebilir.
Osmanlılar, “bir”liğe direnen vahşiliğe karşı Kur’an’ın “bir”lik emrini gerçekleştirmek anlamında bir tür “gaza” geleneği yaratmış olabilirler. Burada yok edilen hürlük, Keşiş Benito’nun “hiçbir bağ tanımadan, dilediği gibi kötülük edebilme” hürlüğüdür. Tabii bu Osmanlı’da da “bir”lik 19. yüzyıla kadar ademi merkeziyetçilikten kurtulamadı. Tanzimat’ın merkeziyetçi paradigması ancak demiryollarının ve telgrafın kullanılmaya başlamasıyla mümkün olabilirdi. Çünkü 19. yüzyıl ve sonrasındaki (doğru veya yanlış) merkeziyetçilik, biraz da modern teknolojinin ürünüydü. Oysa Sol romantizmin etkilendiği kaynaklardan olan Yaşar Kemal romanlarında bütün iyi adamlar hep ata biner, bütün kötü adamların ise arabası vardır.
[1] Kitabı Mukaddes Şirketi’nin İstanbul 1997 yılı çevirisini kullandım.
[2] Rudi Paul Lindner, Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s. 69.
[3] Anatoly M. Khazano Göçebe ve Dış Dünya, Geçmiş, Gelecek ve Şimdiki Hâli Üzerine Mukayese, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2015, s. 389.
[4] Reşat Kasaba, Bir Konargöçer İmparatorluk, Osmanlıda Göçebeler, Göçmenler ve Sığınmacılar, Kitapyayınevi, İstanbul, 2012, s. 40.
[5] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, Cilt 1, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 207.
[6] Anatoly M. Khazano Göçebe ve Dış Dünya, Geçmiş, Gelecek ve Şimdiki Hâli Üzerine Mukayese, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2015, s. 76.
[7] Rudi Paul Lindner, Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, İmge Kitapevi, Ankara, 2000,, s. 168.
[8] Kaan Polatlar, Göçebe-Çoban Halkların Tarihsel Rolleri, Doğu Kitapevi, İstanbul, 2016, s. 130.
[9] A.g.e. s. 95.
[10] Reşat Kasaba, Bir Konargöçer İmparatorluk, Osmanlıda Göçebeler, Göçmenler ve Sığınmacılar, Kitapyayınevi, İstanbul, 2012, s. 142.