Muhafazakâr seçmen

Emile Zola’nın, II. İmparatorluk döneminde köylü yaşamını resmetmek için yazdığı Toprak adlı romanında, muhafazakâr köylünün sosyalist devrimle ilişkisini tartışan bir sahne vardır. “Paris’in bütün sosyalist toplantılarında çekişmiş varoşluya has kısık sesiyle” Canon, kasabanın meyhanesindeki politika tartışmasına dâhil olur: “Bana baksanıza köylüler, şu karşıya, belediyenin kapısına iri harflerle: Paris İhtilal Komünü: Bir… ” Sonrasında dönemin sosyalist programının iki temel maddesini sıralar ve cümleyi, “… yazılı olsa ne dersiniz” diyerek bitirir. Köylüler sosyalistlerden nefret de etseler, önerilerin cazibesine kapılmaktan kurtulamazlar. Canon devam ediyor: “Diyorlar ki sizler muhafazakârmışsınız, yapılacak işlere engel olacakmışsınız… Kendi menfaatinizi elbette muhafaza edeceksiniz değil mi?”

Romana göre bu sahne, Komünden birkaç yıl önce yaşanıyor. Köylülerin Komünü bastırmak için başkente doğru akışını Paris’te izleyen Zola, romanı Paris Komününden 16 yıl sonra yazdığına göre, yazarın, muhafazakâr taşralıları sosyalist programa ikna etmenin 1871’de yaşananlara rağmen çok zorlu görmediğini söyleyebiliriz.[1] Toprak, Rougon-Macquart serisinin diğer romanları gibi gözleme ve incelemeye dayanan, natüralist romanın bütün gerçekçiliğine sahip, öğretici bir eser.

Edebiyatını deneysel roman olarak nitelendiren Zola, muhafazakâr köylünün sosyalist projeye nasıl yaklaşacağını anlamaya çalışıyordu. Bizim de sandıkların tam da ortadan ikiye bölündüğü bu dönemde muhafazakâr seçmenin millî-kamucu programa karşı nasıl tutum geliştirebileceğini anlamaya ihtiyacımız var.

Bu makalede muhafazakâr seçmenin, Zola’nın köylüleri gibi, ruhanî muhafazakârlıktan daha fazla “kendi menfaatini muhafaza” etme dürtüsüyle hareket ettiğini savunacağım. Tercihlerinin amaca uygun olmaması, önermemin yanlış olduğu anlamına gelmez. 

Türkiye’nin yarısı “kendi menfaatini muhafaza” dürtüsüyle Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veriyor derken, parti omurgasının ayakta kalmasında, Amerikan planlarına karşı koymasını veya kendisini Bolivarcı Devrim ve sosyalizm sözcüklerini kullanarak tanımlayan bir liderle en ileri dostluğu kurmasını da engellemeyen iki faktörün önemli rolü olduğunu yadsımış olmuyorum:

  • Siyasetindeki İslamî/muhafazakâr referanslar,
  • Toplumun bir kesiminin içine hiç de sindiremediği kaynakları dağıtma mekanizması.

Fakat seçmen davranışlarını incelerken partilerin gerçeğini değil bilinçlere nasıl yansıdıklarını bulmamız gerekiyor. Önce iki hatırlatma yapmalıyız.

1- Sistem gericileştikçe sistem partilerinin gerçekliği ile bilinçlerde yarattıkları algılar arasındaki açı büyüyor. Bu tespit sadece iktidar partisiyle ilgili değil; muhalefetin Cumhuriyet Halk Partisi ve ortakları tarafında da algılar gerçeklerden o kadar uzaklaşabiliyor ki, sözde Türkiye’nin eğitimli elitleri, taşralı lümpen bir karakterde beklenen kurtarıcının ortaya çıktığına inanabildi. Daha oyların sayımı bitmeden sahte peygamberle karşı karşıya olduğumuzun anlaşılması, gerçeklerin o kesimin bilinçlerinde ne kadar kırılabildiğini gösterir.

­­2- Partilerin gerçeklerini yanlış algılama, bizi, tercihlerin menfaatlerden kopuk olduğu sonucuna götürmez. Bu, şu açıdan önemli; muhafazakâr seçmenin davranışlarını incelerken, menfaatlerin tamamen muhafazakâr dürtülerin gölgesinde kaldığını düşünmek yanılgılara sürüklüyor. İslam’a yapılan göndermeler, 17 yıldır yığın oyların Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yönelmesini kolaylaştırmış olsa bile, bu kadar yüksek oy oranlarına ulaşmasının ana nedeni olamaz. Muhafazakâr seçmenin tercihini sadece gericilik ve cehaletle açıklayan muhalefet kesimleri, gerçeği o seçmen kadar bile anlayamadılar.

Recep Tayyip Erdoğan, halkla baştan itibaren Özal’dan farklı bir dille konuştu; hatta takipçisi olduğu Özal’ın dehşetle karşılayacağı ölçüde kamucu mesajlar verdiğini söylemek bile yanlış olmayabilir:

Konut sorununu devlet eliyle çözeceğiz (toplumun başını sokacak bir eve ihtiyacı olan geniş kesimleri TOKİ’yi muhalefetten farklı algıladı);

Herkes kimliğini gösterip istediği hastanede tedavi olabilecek;

Ders kitaplarını devlet herkese ücretsiz dağıtacak;

Her öğrenci sadece öğrenci olduğu için bir tablet sahibi olacak (herkese bir tablet; birileri diğerlerinden daha önce zenginleşecek veya tablete daha önce ulaşacak değil);

Devlet diyaliz hastalarını ücretsiz olarak evden alacak ve sonra eve geri bırakacak;

Toplu ulaşım sistemine çok yatırım yaptık;

Eğer temel gıda fiyatları marketlerde çok yükselirse, devlet size ucuzunu bulup verecek;

Her şehirde büyük devlet hastaneleri yapacağız;

Hatta cenazelerinizi bile devlet kaldıracak. 

“Varoşların bütün dini sohbet toplantılarında çekişmiş kısık sesiyle” konuşan biri, sosyalistlerin toplandığı lokale girse ve artık halkın yukarıdaki vaatlere oy vereceğini söylese, muhtemelen lokaldekiler kendi iktidarları için zamanın geldiğini düşüneceklerdir. Fakat daha önce toplumun hiçbir kesimi, lokaldekilerin bazılarına, yukarıdaki algılarla iktidara oy verenler kadar uzak görünmemişti. Vaatlerin gerçekleşmemesi hatta sadece gerçeğin üzerini örtmek için üretilmiş olmaları, algıların varlığını ortadan kaldırmıyor.

Neoliberal programı kamucu algılar yaratarak yürütmek, özellikle 2002-2014 döneminde, Tayyip Erdoğan’ın en büyük siyasî meziyetleri arasında sayılmalı. Fakat muhalefetin bir bölümü, muhafazakârların Tayyip Erdoğan’ın siluetine efsunlandığına ve bu büyü karşısında bütün iradelerini yitirdiklerine o kadar inandı ki, Adalet ve Kalkınma Partisi olgusunu, Tayyip Erdoğan’a yüksek ikna meziyetleri, halka ise düşkün bir kişilik yakıştırarak açıklamaya başladı. Tam da Adalet ve Kalkınma Partisi seçmenine karşı bu yanılsamaya dayanan düşmanlık, muhalefetin tabanında doruğa çıktığı anda, 2019 seçimi iktidar partisinin yarattığı algılardaki yıpranmaların sandığa ne kadar kolay yansıyabileceğini de gösterdi. Sadece muhafazakâr seçmenin değil, liberalleşmiş sahte cumhuriyetçi ve sosyalistlerin de toplumu anlamak için sert bir ekonomik krize ihtiyacı var! 

Amerika’da bir başkan adayı, kampanyasında devlet eliyle şeker fabrikası kuracağını söylese, Amerikan seçmeninin önemli bölümünde bu vaat muhtemelen korku yaratacaktır. Türkiye’de ise çok partili hayat boyunca seçim kampanyalarını, kamu yatırımlarının temel atma veya açılış törenlerinde başlatmak, iktidar partilerinin çok tercih ettiği bir yöntem oldu. Millî siyaset iddiasındakiler, bu geleneğin tarihsel köklerini öğrenmeye daha fazla ilgi göstermeli.                                    

Zola, II. İmparatorluk dönemi malî aristokrasisinin dünyasını ve onun Doğu Sorunuyla ilişkisini Para adlı romanında anlatmıştı; neoliberal dönemi anlamak isteyen bu romanı bugünlerde tekrar okumalı. Romanın kahramanı, finans spekülatörü, ailenin Rougon kolundan gelen Astride Saccard, lümpen ve yozlaşmış bir yaşam sürer. (II. İmparatorluk döneminde Paris, belediye başkanı Haussmann tarafından bir şantiyeye dönüştürülmüştü. Kurguya göre Saccard ilk servetini şantiyelerin yarattığı rantla elde ediyor. Bu da bir başka Zola romanının konusu.)

Karl Marx’ın önemli bir tespitidir: “Malî aristokrasi, zevkleriyle olduğu gibi kazanç sağlama tarzıyla da, lümpen proletaryanın burjuva toplumunun doruklarındaki yeniden doğumundan başka bir şey değildir.”[2] Neoliberalizm, Doğu Perinçek’in yerinde bir ifadeyle mafyokrasi olarak isimlendirdiği lümpen bir sınıfı iktidarın merkezine yerleştirdi. “Lümpen proletaryanın burjuva toplumun doruklarında yeniden doğuşunu” temsil eden davranış biçimlerini, sadece iktidarın merkezinde değil, alt düzeylerdeki idarî birimlerde de gözlemleyebiliyoruz. Lümpen tavırlar, CHP ve ortakları cephesinde de daha az prim yapmıyor; hatta temsil yeteneğini güçlendirdiğine yönelik inanç bile oluştu.

Uluslararası malî aristokrasinin ve tekellerin yetiştirmesi mafyokrasi, Saccard ve meslektaşları kadar lümpen, üretimden kopuk, asalak ve şehir rantına bağımlı. İktidarın merkezinde yer alan sınıfın üretimle ilişkisinin nasıl bir doğaya sahip olduğu, sanayi sermayesinin gösterdiği reflekslerden de izlenebilir. Servet biriktirme yöntemleri önemli ölçüde kamu kaynaklarının yağmasına dayanan bu sınıfın iktidar üzerinde kurduğu kontrol, demokratik devrimdeki yıpranmayı gösteriyor. Yine de yaygın ve günlük hayatı sarsan bir kriz anına kadar bu sınıfa oldukça hoşgörülü yaklaşması, muhafazakârların bilinç ve iradelerini sonsuza kadar kaybettikleri anlamına gelmez. O sınıfla yollarını ayırdığında, tercihi tüm siyasal partilerde dönüştürücü bir etki yaratacaktır. Muhafazakâr tabanın Amerika’nın kontrolünden çıkması, yol ayrımında ilk adım olabilir.

Diğer taraftan Cumhuriyet Halk Partisi’nin kent rantları karşısındaki sicili daha temiz değil; belki daha amatör. Zaten rantsız bir yönetim, CHP seçmeninin de beklentilerinin üst sıralarında yer almıyor. (Cem Uzan’ın yetenekleri bu kesimlerde hayranlık uyandırabilmişti.) İstanbul’daki son CHP yönetiminden akılda kalanlar (“rüşvetin belgesi mi olur?” sorusu hiç unutulmadı) gayrimeşru rantiye ekonomisinin yönetimindeki beceriksizlikleri konu alan parodilere benziyordu.          

Abdullah Gül-Davutoğlu ekibinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden servetini kent rantı ve kamu kaynaklarına borçlu olan kesimleri geride bırakarak ayrılabileceğini düşünmek hayalcilik olur. Bugüne kadar ayrı parti için somut adımları atmamış olmaları, biraz da harekete geçmek için Tayyip Erdoğan’ın rant ve kamu kaynakları üzerindeki kontrolünün zayıflamasını beklemelerinden kaynaklanıyor; bu da projelendirilen partinin içerde hangi güçlere yaslanarak kurulmasının planlandığını da gösterir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Ankara ve İstanbul’u kaybetmesinin ardından gözlerin parti içi muhalefete çevrilmesi boşuna değil. 

Adalet ve Kalkınma Partisi’yle ittifak yapan gelenekselci yapılar, doğaları gereği, rantiye ekonomisine uyum sağlamakta hiç zorlanmadılar; 1980 sonrası tarikatların önünün açılması ile rant ekonomisinin genişlemesinin üst üste binmesi rastlantı değildi. İktidarın, özellikle İstanbul için iç istikrarı dış tahriklere kapı aralayarak tehlikeye atacak düzeydeki ısrarının, kendisi adına kent rantlarını ve borçlanma ekonomisini barındırmayan bir gelecek korkusundan kaynaklandığı düşünülebilir. Bu korkuyu, geçmiş dönemden gelen işbirlikleriyle veya tek başına aşması mümkün görünmüyor. O korkudan kurtulmak, üretimi teşvik eden bir ekonomik modele geçmenin ön koşulu.

Kriz ortamında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tüm oyları bir anda erimeyecek olsa da, yarattığı algıları eskisi gibi devam ettirebileceğini düşünmek yanılgı olur. Fakat ondan daha büyük yanılgı, muhafazakâr seçmenin ulusal-kamucu programın karşısına dikileceğini düşünmektir. Muhafazakâr seçmeni bu seçeneğe kazanmak bazılarının korktuğu kadar zor olmayabilir. Emperyalizmin Türkiye’yi hedef alan saldırganlığı da, bu saatten sonra ancak muhafazakârları Üretim Devrimi programına kazanmak isteyenlerin elini güçlendirir.

Zola, Sedan Savaşı ve Paris Komünü hakkındaki meşhur romanı Yıkılış’ta anlatır; Toprak’taki köylü Jean Macquart, İmparatorluğun yıkılıp, köyde hakkında hep korkutucu şeyler anlatılan cumhuriyetin kurulduğunu öğrendiğinde, “Şu anda Cumhuriyetimiz var öyle mi? Eh, Prusyalıları yenmemize yardımcı olacaksa, canımıza minnet!” diyecektir. Ulusal Savunmanın ihtiyaçlarından başka hiçbir şey, Jean’a cumhuriyeti bu kadar hızlı öğretemezdi.

 

[1] Komüncüler Paris’te iktidardayken Paris’te bulunan Zola’nın kendisi de Le Semaphore de Marseille gazetesine Komün aleyhtarı yazılar gönderiyordu; gazete, Zola’nın üst üste 13 makalesini yayımladı. Rougon-Macquart Ailesini yazarken ise natüralizmin amaçlarından birinin sosyalizmin sorunlarına çözüm bulmak olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Toprak, sosyalizmin sorunlarına çözüm aradığı dönemin romanlarındandır.

[2] Karl Marx, Fransız Üçlemesi, Yordam Yayınları, İstanbul, 2016, s. 44.