En temel çelişki insan-doğa çelişkisidir; sınıf çelişkilerini de kapsayan insan-insan çelişkisi onun bir türevi. Sınıflı toplumlar insanlığın doğaya karşı mücadelesinin belli bir aşamasında ortaya çıktılar ve yine o mücadelenin belli bir olgunluk aşamasında ortadan kalkacaklar. İnsan ilk aletleri yanındakinin kafasına vurmak için değil, doğadan daha fazlasının alabilmek ve kendisini ona karşı koruyabilmek için üretmişti. Aletler gelişince yanındakini egemenlik altına almanın aracına dönüştü; başka türlü de kullanılabilmeleri mümkün değildi.
Marx’a göre “Üretim, doğanın birey tarafından belli bir toplum biçimi içerisinde ve bu toplum biçimi aracılığıyla mülk edinilmesidir.”[1] Bu mülkiyet belli bir toplum biçiminin aracılığında özel mülkiyet olabileceği gibi başka bir toplum biçiminde kolektif, komünal ve kamusal mülkiyet de olabilir hatta doğa tüm insanlık tarafından kolektif şekilde sahiplenildiğinde mülkiyet kavramına ihtiyaç da kalmayabilir. Mülkiyetin biçiminden daha önemli olan üretimin, insan-doğa ilişkisindeki yeridir. Bu yüzden de üretim yeteneğini yani üretici güçlerin gelişmesini, insanın doğaya karşı mücadelesinin içinde tam olarak anlayabiliyoruz.
Karl Marx makineleri Kapital’in birinci cildinde “insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi” olarak nitelendirmişti. İnsanlığın ortak eylemine en son noktada karar veren, doğaya karşı mücadelede gösterdiği çabadır. İnsanlık metafiziği de biraz böyle yarattı.
Metafizik, fiziğin sadece ötesi değil üstü olarak da tarif edilebilir; Tanrılar o alanın doğa güçlerine hükmeden efendileri. Şimşek onların üzerine çakmıyor, onlar şimşeği çaktırıyor; dalgalar onları alıp götürmüyor, onlar dalgalara hükmediyor. Var olduğuna inanılan ölümden sonraki yaşam, Sokrates’in savunmasında da, cennet tasvirlerinde de yüceltilmiştir ve oradaki yaşam doğa güçlerinin çizdiği sınırların dışındadır. “Tüm mitoloji hayal gücü yoluyla, hayal alemi içinde, doğa güçlerini yener, dizginler, biçimler; bundan dolayı da doğa güçlerine gerçekten egemen olunduğundan ortadan kaybolur.”[2] Pantheon’dakiler insanın sureti değil, olmak istediğidir.
Doğa güçlerinin egemenlik altına alınması neyi ifade ediyor, çok belirgin değildir. Fakat bilimsel düşüncenin insan bilincinde tam hâkimiyetinin doğa üzerindeki zaferine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Mülkiyet biçimi, gelişmenin her aşamasında bu amacın gerçekleştirilmesine en uygun şekilde ortaya çıkıyor.
Koronavirüs ve burjuva mülkiyeti
Doğadan şiddetli bir saldırıyla karşı karşıya kalınca insanlık bilimin ve bilginin üzerinde mülkiyet hakkı olup olmayacağını masaya yatırdı.
Aşıların fikri mülkiyet hakkı tartışması, aslında insanlığın bir doğa gücünü, salgını kontrol altına alma mücadelesini burjuva mülkiyeti altında mı yoksa bilimsel bilginin mülk edinilmesini sınırlandırarak mı başarıya ulaştırabileceği tartışmasıdır.
Mülkiyet kullanım hakkı değil, başkasının kullanmasını engelleme hakkıdır. Patentler aşının başkası tarafından üretilmesini engellemek için alınıyor; patent sahibinin üretmesine izin çıkartmak için değil.
Koronavirüs aşılarında patentlerin kaldırılmasına itiraz eden BioNTech’in kurucu ortağı Dr. Özlem Türeci, itirazını daha etkin bir mücadeleye olanak sağlamayacağını ileri sürerek savundu ve patentlerin kaldırıldığı koşullarda da 12 ay içinde hazır edilebilecek aşı dozu miktarının üzerine çıkılamayacağını ileri sürdü. AstraZeneca PLC, Pfizer ve Johnson & Johnson firmaları, mevcut patent sistemi içinde bu yıl içinde toplam 10 milyar doz aşı üretebileceklerini vadettiler. İlaç şirketleri ellerindekileri, bilimsel bilgi üzerindeki burjuva mülkiyetinin insanlığın tüm üretim kapasitesini harekete geçirmeye yeterli olduğunu ileri sürerek savunuyorlar.
Burjuva mülkiyeti üretimi azami kârlılık noktasında tutma eğilimindedir; ABD ve AB, Çin’i en çok kapasite fazlası yaratmakla eleştiriyorlar. Kapasite fazlası tüketilemeyecek üretimi değil, azami kârlılığın üzerinde üretimi ifade ediyor. Üretim hacminin bu derece gelişmesi fiyatlar üzerinde baskı kurarak Batılı tekellerin finansal performanslarını olumsuz etkiledi ve Ticaret Savaşları da esas olarak bu nedenden kaynaklanmıştı.
İlaç tekellerinin tüm üretim potansiyelinin, bilgi üzerinde burjuva mülkiyeti altında da harekete geçirilebileceğini savunmaları, talebe olan güvenle birlikte koranavirüs aşısı üzerindeki şirketlerin tekeline karşı tehlike algısından kaynaklandı.
Patentlerin üretim kapasitesi üzerindeki etkisinin anlaşılabilmesi için sektörü tanıyanların teknik bilgisine ihtiyaç var. Fakat tartışmanın gündemin üst sıralarına yerleşmesi, devlet başkanları düzeyinde yapılan açıklamalar da, bize bazı bilgiler veriyor.
Putin ve Joe Biden patentlerin kaldırılmasından yana olduklarını açıkladılar. AB Komisyonu Başkanı Bayan Ursula von der Leyen de öneriyi tartışmaya hazır olduklarını söyledi. Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Bay Tedros Adhanom Ghebreyesus “Bu, Koronavirüs ile mücadelede muazzam bir an” dedi.
Emperyalist sistemin merkezinde duran Biden’ın burjuva mülkiyetinin herhangi bir biçimine karşı olduğunu düşünmek komik olurdu. Fakat bilimin kullanımına getirilen sınırları savunmak, aynı doğaya her türlü müdahaleyi reddetmek gibi, salgın koşullarında daha zor; karşı çıkmak ise iyi bir politik reklam fırsatı olarak görülmüş olabilir. Biden’ın çıkışındaki dürtü ne olursa olsun, “muazzam anı” yaratan şey toplumun ihtiyaçları ve o ihtiyaçları bilim üzerindeki burjuva mülkiyeti dışında daha etkin şekilde sağlayabilme olanakları, en azında olanağın var olduğuna ilişkin inançtır. Mevcut bilimsel ve teknolojik imkânlar, Asya merkezli uluslararası işbirliği politikaları, Dünya Sağlık Örgütü gibi etkin uluslararası kurumlar, gelişen dünyadaki ulus-devletlerin gücü bu olanağın esasını oluşturuyor.
Dünya Ticaret Örgütü, en az yüz ülkenin desteklediği Koronavirüs aşıları ve ilaçları üzerindeki fikri mülkiyet haklarının kaldırılması için teklif hazırlanmasının gerektiğini açıkladı. Böyle bir teklifin ortaya çıkıp çıkmayacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz, sadece Koronavirüs aşısı patentleriyle sınırlı da olsa salgına karşı mücadelede burjuva mülkiyetinin bir biçiminin yaygın şekilde sorgulandığıdır. Böyle bir tedbir ilaç tekelleri için yolun sonu olmasa bile -çünkü burjuva mülkiyeti hâlâ üretici güçleri geliştirebiliyor- diğeriyle birlikte aynı anda var olabilecek başka üretim modeline, bilimsel bilginin kullanımının genelleştirilmesini sağlayabilecek bilince katkı yapabilir. Bir üst aşamada aşı üretiminin kamusal ve uluslararası işbirliği içinde üretilmesi neden gündeme gelmesin!
Hikâye bile paylaşmayla başladı
Emperyalist sistem gelecek için ütopyalar değil distopyalar üretiyor. Jose Saramago’nun Körlük romanı, toplumun doğadan gelen bir saldırı karşısında çözüleceği teziyle yazılmıştı ve popülerleşebildi. Saldırı gerçek olduğunda ise toplum çözülmek yerine bilim ve bilgiyi kolektif şekilde sahiplenebileceği çözümleri tartışmaya başlar.
Aslında insanlık Bacon’dan itibaren insan-doğa çelişkisinin insan lehine nasıl çözülebileceğini tartışıyor. Bacon “bizim amacımız tabiatı insanlık devletine ve insanlığın isteklerine karşı itaatkâr kılmak” demişti.[3] Bunun yolu da insan-doğa dengesini en doğru kuracak şekilde bilimi toplumsal yaşamın merkezine yerleştirmektir.
Saint Simon Bir Cenevrelinin Çağdaşlarına Mektupları’nda manevi iktidarın Newton Konseyi adlı bir bilim kuruluna verilmesinden söz eder, “tüm insanların ortak tek bir menfaati vardır, bilimin ilerlemesi”[4] diye yazar. Newton Konseyi, Francis Bacon’ın Atlantis adlı ütopyasının ve Atlantis’teki hayatın merkezinde yer alan Süleyman Evi’ni hatırlatıyor. Süleyman Evi’nin amacı, “olayların sebepleri ve gizli saikleri hakkında bilgi edinmek, mümkün olan her şeyi yapabilmek için, insanın tabiat üzerine hâkimiyetinin sınırlarını genişletmektir.”[5] İnsanlık doğa üzerindeki hâkimiyetinin sınırlarını burjuva mülkiyetini aşarak genişletebileceği aşamaya ulaştığında, burjuva toplumunun da ötesine geçecek. 20. yüzyılın deneyleri, üretimi baltalayarak mülkiyet biçimlerinin değiştirilemeyeceğini gösterdi.
Koronavirüs aşısının patent tartışmaları, o aşamaya olan mesafemizi ölçmeye yarıyor.
Doğadan gelen saldırılara karşı koyarak insanlık sanat dâhil gelişmenin bugünkü aşamasına ulaştı. Roman-hikâye türünün Decameron Hikâyeleriyle başladığı kabul edilir. Kitap veba salgınından kaçan 10 kişinin 10 gün boyunca birbirlerine anlattıkları 100 hikâyeden oluşuyor. Kitabın ilk cümlesi, o cümledeki sözcükler patent tartışmalarını da kapsayan bir fikir beyanıdır:
“Acıları paylaşmak insana özgü bir davranıştır.”
[1] Karl Marx, Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, İstanbul, 2014, s. 127.
[2] Karl Marx, Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, İstanbul, 2014, s. 157.
[3] Francis Bacon, Novum Organum, Çeviren: Önal Akkaş, Doruk Yayıncılık, Ankara, 1999, s. 169.
[4] Claude Henri de Saint Simon, Lettres d’un Habitan de Cenevre a ses Comtemporains, 1803. p. 61.
[5] Francis Bacon, Atlantis, Çeviren: Prof. Hâmit Dereli, Maarif Basımevi, İstanbul, 1957, s. 46.