Martin Luther King’in rüyası: Asimilasyon

Martin Luther King, 28 Ağustos 1963’te Washington’daki Lincoln Anıtı’nın önünde 150 bin kişiye seslendiği “Bir Hayalim Var” başlıklı meşhur konuşmasında, “eğer büyük bir ulus olacaksa Amerika”, nelerin yapılması gerektiğini anlatmıştı:

Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak… Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia'nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar.”

King’in liderlik ettiği Medeni Haklar Hareketi, II. Dünya Savaşı sonrasında toplumsal desteği en güçlü asimilasyonist akımlardan biriydi. Afrika kökenli Amerikalılar, egemen Anglosakson-Protestan ideolojinin üzerlerine yapıştırdığı etnik kimlikleriyle değil, Amerikalı olarak tanınmayı talep etmişlerdi: aynı okula gitmek, aynı müfredata tabi olmak, aynı lokantada yemek, aynı tuvaleti kullanmak, Amerikan Milletinin parçası olmak. Bu talep 1960’larda bile ancak sistemle çatışarak dile getirilebiliyordu. Medeni Haklar Hareketine en şiddetli tepkiyi Ku Klux Klan göstermiştir; Klancılar ABD’deki radikal anti-asimilasyonist kanadı temsil ediyorlardı. 

Kara Avrupası’nda en köktenci anti-asimilasyonist hareket, hiç şüphesiz Nazizmdir. Holokost, Yahudilerin Almanlaşmasını yani asimilasyonu önlemeyi de amaçlıyordu. Oysa Yahudi aydınlanması Haskala, Moses Mendelssohn tarafından Almanya’da başlatılmıştı. Haskala’nın amacı Yahudileri gettolardan çıkartarak Alman ulusuyla bütünleşmesini sağlamaktır. “Mendelsshon’un diğer çalışmalarında görülmemiş şekilde din kardeşleri arasında bir çatışmaya sebep olmuş ve bu çalışmayla onu Haskala’nın önderi olarak gören hayranlarına karşı, onun asimilasyonun yaratıcısı ve sorumlusu olarak gören muhaliflerinin de sayısının artmasına neden olmuştur. Mendelssohn din kardeşlerinin zihni gelişimine katkıda bulunacağına inandığı bu çalışma ile onların Alman dili ve kültürüne katılmaları konusunda önderlik etmiştir.”[1] Naziler, torunu ve ünlü besteci Felix Mendelssohn’un Leipzig’deki heykelini Yahudi kökenli olduğu için yıkacaktır. Mendelssohn, Leipzig’de Bach’ın yerini dolduruyordu.

Nazizm anti-asimilasyonist amacında Siyonizm ile birleşir; Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, fazlasıyla Fransızlaştıkları yani asimilasyona karşı duramadıkları için en fazla Fransız Yahudilerine kızıyordu. Ünlü banker Hirsch’e projesini şöyle özetlemişti: “Kayser’e diyeceğim ki, biz yabancıyız. Alman halkına karışmamız da istenmiyor. İstense bile biz bunu başaramıyoruz, o halde bizi bırakın gidelim.”[2] Herzl, Avrupalı Kral ve devlet adamlarıyla görüşmelerinde hep bu tezini dillendirdi. 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşu Herzl’in büyük boy portresi altında ilan edilecektir. Asimilasyonist Mendelssohn Avrupa devrimler çağının, anti-asimilasyonist Herzl ise emperyalizm çağının insanlarıdır.

Herzl’in pogromların uygulandığı Rusya ve Romanya monarklarından destek araması da kendi içinde tutarlıdır. Antisemitizm ile Siyonizm temel amaçlarda ortaklaşırlar: Yahudilerin Avrupa’dan çıkartılması ve 19. yüzyılın son çeyreğinde hızlanan Filistin’e Yahudi göçü, anti-asimilasyonizm, Yahudilerin geleneksel etnik kimlikleriyle yaşamaya devam etmeleri.  

Genel olarak bakıldığında demokratik hareketlerin asimilasyonist, anti-demokratik akımların ise anti-asimilasyonist olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin demokrasi tarihinde Afrika kökenlilerin asimilasyonuna yönelik propaganda önemli bir yere sahiptir. İç Savaşın Kuzey’deki motivasyonunu Tom Amcanın Kulübesinin sağladığı söylenir. Amerikan köleciliğinin, anti-asimilasyonizm egemen kılınmadan sürdürülebilmesi mümkün değildi.

Asimilasyonist süreçler Demokratik Devrimlerin ürünüydü. Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel yapısı içinde sistemin amaçlarından biri, toplumsal füzyonu engellemektir. Toplumu oluşturan farklı unsurların aralarında öyle bir duvar örülmüştür ki, adalet için bile aynı kapıyı çalmazlar; Müslümanların davalarına kadı, Hıristiyanlarınkine kilise, Yahudilerinkine hahamlar, yabancıların davalarına ise konsoloslar bakıyordu. Ayrı okula, adliyeye sahip olmak demokrasi değil, demokratik devrim öncesi toplumların yönetim sistemidir. İşin, başlık ve ayakkabı renklerinin merkezî otoritenin koyduğu kurallarla farklılaştırılmasına kadar götürülmesi, ender rastlanan bir durum değildi. Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikâyesindeki ütopya, o geleneksel toplumun hatıraları yüceltilerek kurgulanmış. Cumhuriyet Devriminin kıyafete yönelik müdahalesi ise ortak bir görüntüye kavuşmayı ve evrensel olana uyum sağlamayı amaçlar. Nasyonal devrim, enternasyonal bir giyimi getirdi.

Geleneksel toplumun elitleri, her türlü modernleşmeci ve bütünleştirici hareketi, varlıkları için tehdit olarak algıladılar. Demokratik Devrimlere tepkiler genelde kendilerini dini ve etnik kimliklere dayanarak ve anti-asimilasyonist bir iddiayla açığa çıkartmıştır. Karma eğitim uygulayacak olan yani farklı milliyetlerden öğrencilerin aynı sınıfta ders yapacağı Mekteb-i Sultani kurulduğunda, okul Fransız himayesinde olmasına rağmen Vatikan Katoliklerin okula kayıt olmalarını yasakladı. Ortodoks kilisesi, İslam uleması ile hahamlar da aynı karşı propagandaya katıldılar. Vatikan’ın yasağı Fransız Hükümetinin diplomatik baskısıyla kaldırılabildi. Okul, haham yasağını kırabilmek için Yahudilere ayrı yemek çıkartacağını açıkladı; Ortodoks tepkisi ise uzun süre devam etti. Geleneksel toplumun egemen elitleri, karma/kaynaşmış eğitimi kendi sınıflarına ve imtiyazlarına saldırı olarak görüyorlardı.

19. yüzyıl, Doğu Sorununda da asimilasyonun çok konuşulduğu bir dönemdir. Milliyetlerin füzyonuna karşı çıkan, Doğu despotizminin merkezi kabul edilen Çarlık Rusya’sıydı. Rus diplomatları asimilasyon olarak nitelendirdikleri Osmanlı kaynaşması yerine “otonomi prensibini, ayrışmış ve paralel varlığı” savunuyorlardı.[3] O zaman da anti-asimilasyonizm, despotizmin politikasıydı; Panslavizmi başka türlü yürütmek mümkün değildir.

Irkçılık anti-asimilasyonist,

milliyetçilik asimilasyonisttir

Karşıt kavramların farkını, şiddetine indirgemek gerçeğin anlaşılmasını engeller. Böyle bir indirgemecilik en sık devrim-reform karşılaştırması yapıldığında ortaya çıkıyor; devrimi reformun hızlandırılmış hali olarak görenler hiç de az değil.  Oysa devrim ve reformizm birbirinin karşıt tezleridir. 19. yüzyıldan itibaren reform, Batı siyasetinin en yüceltilen kavramıydı. Burjuvazi 1848’den sonra muhafazakârlıkla ve monarşilerle barışırken, burjuva devrimciliği de yerini reformizme bıraktı. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Doğu’nun küresel sisteme eklemlenmesinde ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa millet ailesine dâhil edilmesinde reformizm öncü rol oynamıştır.

Benzer bir karşıtlık, milliyetçilik ile ırkçılık arasında da var. Irkçılık, milliyetçiliğin aşırı biçimi değil karşıtı ve anti-asimilasyonizmin en şiddetli biçimidir. Milliyetçiliğin bir kavramla olumlu ilişkisi kurulacaksa, bu kavram enternasyonalizm olmalı. Enternasyonalizm milleti dışlamıyor, aksine içeriyor; hem de sözcüğün kendisinde. Nasyonal olunmadan enternasyonal olunamaz. Marşta “Supranationalism” ile değil Enternasyonal ile insanlığın kurutacağı söylenir. Supranasyonalizmi inceleyebileceğimiz elimizdeki en somut örnek Avrupa Birliği. Hem nasyonalizmin hem de enternasyonalizmin ulus temelli büyük kaynaşmalardan yana olmalarının, birbirlerini tamamlamalarını sağladığını söyleyebiliriz.

Hasan Ali Yücel’in bakanlığı dönemindeki en önemli hizmetlerinden biri, hümanizma adı verilen bir hareket içinde klasiklerin Türkçeye çevrilmesiydi. Hasan Ali Yücel, çeviri hareketine neden ihtiyaç duyulduğunu anlattığı ve kitapların başında yayımlanan dokuz cümlelik kısa sunumunda beş defa Türk sözcüğün kullanır: “Bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dikkatli bir suretle idare etmek, Türk irfanının en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir.” Cumhuriyetin kurucu kadroları, enternasyonal kültüre ulaşmadan ulus inşasını mümkün görmüyorlardı.   

Klasiklerin Türkçeye kazandırılması ulus inşasının bir parçası olarak kurgulanmıştı. Toplum bilincinin enternasyonal kültüre hâkim olduğu ölçüde millileşeceği düşünülmüştür. O kültürün Türkçeleştirilmesi, Türk Milletini insanlık ailesinin parçasına dönüşmesini ve aynı anda ülke içindeki etnik yapıların asimilasyonunu kolaylaştırmıştır.

Shakespeare modern İngilizcenin kurucusu, Dante’nin İlahi Komedyasının ise modern İtalyancanın temeli olduğu kabul edilir. Almanya, ülke dışındaki Almanca kurslarını hâlâ Goethe Enstitüsü adıyla açıyor. Her üçünün de asimilasyonun olanaklarını geliştirdiklerini kim yadsıyabilir! Değerleri, asimilasyonun en önemli aracına yaptıkları katkıdan gelir. Shakespeare, Dante ve Goethe’nin, ulus inşasında ne kadar yere sahiplerse o kadar uluslararası değer olduklarını söyleyebiliriz.

Sonuç

Amaç, her aracı meşrulaştırmaz. Bir yerlerde sistemli işkencenin sosyalizm adına uygulanması ne işkenceyi meşru ne de sosyalizmi gayri meşru yapacaktır. 1980 darbesinin hafızalarımızda bıraktığı hatıralarla yola çıkarak, asimilasyonun bilimsel bir incelemesine başlayabilmek mümkün değil.

Canlı yaşamın büyük yok oluşlara rağmen günümüze kadar gelebilmesini, organizmaların uyum sağlama yeteneklerine borçluyuz. Avrupa’da yaşayan Türkler açısından da marifet çocuklarının yaşadıkları toplumla ayrı durmaları değil, uyum sağlamaları/kaynaşmaları olacaktır.

Toplumlar gelişirken kimseyi geride bırakmamak ile yaşam biçimlerine saygı adı altında geri olanın muhafazası, devrimcilikle karşı-devrimciliğin önemli ayrımlarından biri. Geri olanın kültür adı altında yüceltilmesi, ancak 1980’lerden sonra Batı cephesi ve onun periferisinde tam anlamıyla egemen paradigma haline dönüştürülebildi. Fakat emperyalizm başından itibaren, özellikle Doğu’da asimilasyon karşıtı bir hukuk oluşturmaya çalışmıştır.

1878 Berlin Anlaşması emperyalizmin Doğu’daki hukukunun temel metni, bu anlaşmayla kurulan Makedonya ise emperyalizmin model yönetim biçimiydi. Orada her şey asimilasyona yer vermeyecek şekilde kurgulanmıştı. Makedonya baştan itibaren milliyetlerin boğazlaşmasının, etnik çatışmanın ve terörün merkezi oldu. Gül Tokay, 1908 Devrimini Makedonya Sorununa bir Türk tepkisi olarak nitelendirir.[4]

Toplumlar, ortaya çıkan kültürleri buzdolabında dondurarak değil, onları yeninin içinde eriterek ilerliyorlar. Tek Tanrılı dinlerin, Tanrıya şirk koşmayı yani putperestliği/paganizmi en büyük günah ilan etmeleri, Cumhuriyetin göçerliğe karşı iskân politikası, şeyh-mürit ilişkisinin yasaklanması, Jakoben radikalizmi, çok geniş coğrafyalarda sosyalist yönetimlerin ortak bir millî kimlik oluşturmaya yönelik uygulamaları, kimseyi geride bırakmamak amacından kaynaklanır. Demokratik Devrimin gelişmesi, bu süreçlerin daha az maliyetle ve uyumlu şekilde yönetilmesine sağlayacak yaratıcılığın gelişmesine de imkân veriyor.

Toplumların ortak millî kültür içinde nasıl bütünleştirilebileceğini tarihsel birikimleri ve maddi koşulları belirler. Yine de farklılıklar, milletlerin birbirlerinden öğrenmesine engel değil. Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmî metinlerinde kullandığı Multiethnic Chinese Nation ifadesi, süreçlerin bilimsel açıklamasını kolaylaştırıyor.

Multietnik karaktere, etnik kültürlerin ulusal yapı içinde asimilasyonu ile ulaşılabilir ve “multietnik” olmayan her kimlik tanımı, ancak ırkçı ve anti-asimilasyonist olabilir.

 

[1] Seda Özmen, 18. Yüzyıl Yahudi Aydınlanma Hareketi Haskala ve Moses Mendelssohn, ayışığıkitapları, İstanbul, 2014, s. 220.

[2] Siyonizm’in ve İsrail’in Kurucusu Theodor Herzl Hatıralar, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 29.

[3] Büyük Güçlerin Doğu Sorununa ilişkin paradigmalarını, İmparatorluğun Liberal Yılları adlı çalışmamın Diplomasi Masasında Hatt-ı Hümayun başlıklı dördüncü bölümünde incelemiştim. Kuntay Gücüm, İmparatorluğun “Liberal” Yılları (1856-1870), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2015. 

[4] Gül Tokay, Makedonya Sorunu: Jön Türk İhtilalininKökenleri, 1903-1908, Afa Yayınları, İstanbul, 1996.

7