Bilincin bedenden kurtularak ölümden kaçınılabileceğine inanç, en ilkel mitolojilerden itibaren insanın büyük umudu oldu. Bu umut Charlotte Bronte’nin kült romanı Jane Eyre’de de yer bulmuştur:
“Bir gün gelecek, umarım yakında bir gün, bu kusurları ölümlü bedenlerimizde bırakıp sıyrılacağız. Bu et yüküyle birlikte bütün günahlarımız, bayağılıklarımız üzerimizden düşecek.”
Et yığını ifadesi maddi varlığımıza yüklenen ve günahkâr insan dogmasından beslenen bir değer; fakat bilinci vücuttan kurtarabilmek, ölüme karşı insanlığın üretebildiği kadim çözüm. Ölüm doğal güçlerinin kaçınılmaz zaferi ve mitoloji de, Marx’ın dediği gibi, doğa güçlerinin insanın hayal dünyasında yenilgiye uğratılması. Tanrıların üzerine şimşek çakmaz, Tanrılar şimşekleri yönetir. Dalgalar Tanrıları alıp götürmez, Tanrılar dalgalara hükmeder. Tanrılar, aslında insanın olmak istediğidir. Pantheon’un var olabilmesi, bu hedefin ne kadar uzağında olduğumuza bağlı. Bu yüzden teknolojik gelişmenin tarihin dışına sürdüğü sınıflar, kendileri için ölümcül yeni teknolojileri Tanrılara meydan okumak olarak algıladılar.
Bilinci dijital ortamlara aktararak “et yığınından” kurtulmak, ölüme mitolojide bulunan çözümün modern biçimde tekrarlanması olarak görülebilir. İlkinde bilinç dijital, ikincisinde ise metafizik bir ortama taşınıyor. Her ikisinde de vücut öldüğü halde bilinç yaşamaya devam ediyor.
Eğer distopik Transcendence filminin de konusu olan bu proje gerçeğe dönüşebilirse, belki bir gün mümkün de olabilir, ilkel mitolojiye inanan atalarımızın bugünleri binlerce yıl öncesinden gördüğünü değil ama doğa güçlerine karşı mücadelede olası çözümlerimizi, farkında olmadan öngörebildiklerini söyleyebiliriz. Bir açıdan da doğa güçlerinin hayal dünyasında yenilgiye uğratılması, gerçek dünyada ulaşılabilecek çözümlerin hayal edilmesidir.
Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme’de, “Peygamberler Tanrı’nın vahiylerini yalnızca hayal gücünün yardımıyla kavradılar” yazmıştı. İslam Peygamberi kendisinin son peygamber olduğunu söyleyerek vahinin de sonlandığını, artık ilahi mesajların gelmeyeceğini ilan etmiş oldu. Bundan sonra ilave bilginin kaynağı vahiy olamazdı. Böylece yeni bilgi de hayal gücüyle kavranabilecek bir şey olmaktan çıkıyor. Fakat insanların bunu kabul etmesi kolay değil. Örneğin aydınlanma filozoflarından Voltaire’in Zadig karakteri, aslında vahiy alan bir peygamberdir.
Hayal dünyasındaki zaferlerin gerçeğe dönüşme biçimlerinden, bilimin ve teknolojinin bizi gerçeklerden uzaklaştırmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da, doğa güçleri tam olarak kontrol altına alındığında bütün mitolojinin ortadan kalkacağını söyler. Bilim ve teknoloji yoluyla doğa güçlerinin kontrol altına alınması, insanın gerçek dünyayla daha fazla bütünleşmesini, gerçeklik algısında hayal dünyasının payının azalmasını sağlar.
İnsanın gerçekle kurduğu ilişki, insan tanımını da belirliyor; transhuman ve posthuman kavramlarının ortaya çıkışı, teknoloji ile biyolojinin bütünleşmesi anlamında tekilliğin yanında gerçekliğin sanallıkla ilişkisiyle de ilgili. İnsanın bilmeye duyduğu arzu, doğa güçlerini yenilgiye uğratmak arzusuyla beraber biraz da bu ilişkiden kaynaklanıyor olmalı. Aristo, Metafizik kitabına, “Bütün insanlar doğal olarak bilmek ister. Duyumlarımızın verdiği zevk, bunun bir kanıtıdır.” diyerek başlar. Bilme arzusu metafiziğin de başlangıcıdır. Fakat bilgi ve getirdiği teknoloji bizi metafiziğe değil gerçek dünyaya yaklaştırır.
Bilinci maddi olmayan ortamlara taşımanın yolu olarak yansıtılan Metaverse üzerine tartışmalar, insanlık tarihindeki genel yönelimin tersine döndürüleceği tezleriyle sunuldu. Toplumun bir kesimi, yeni teknoloji sayesinde gerçeklerle olan tüm bağlarımızı kopartabileceğimizi, gerçekler dünyasından hayal dünyasına taşınacağımızı iddia ediyorlar; bu sefer bilinci maddi varlığımızdan kopartarak değil, maddi varlığımızı işlevsizleştirerek, gerçekten et yığınına dönüştürerek. Türk basınında bile Mataverse tartışmaları içinde Matrix’in gerçek olacağı bile yazıldı. Matrix, yeni ludit liderlerin makine kırıcı savaşlarını anlatıyordu.
Nasıl ki yeni teknolojiler tarihin dışına düşen sınıflar tarafından Tanrıya meydan okumak olarak algılandıysa, Metaverse’de bu sefer gerçek dünyadan kurtulmak olarak algılanıyor. Metaverse’nin gerçeğin alternatifi olarak sunulması, o alternatife ihtiyacı olan ve ancak küresel hegemonyayla var olabilecek sınıfların dünya gerçekleriyle yaşadıkları çelişkiden kaynaklanıyor. Dünya gerçekleri hegemonya sonrasında var olmayacak sınıflar için hiç de mutluluk verici değil.
Yapay Zekâ konulu tüm Hollywood filmlerinin distopya olmasını sağlayan ideoloji, bu sefer teknolojinin gerçekliği yok edeceğini söylüyor. Böylece kendileri için yıkıcı bir sürecin önüne hayal gücüyle geçilebilir. Bir kez daha maddi gerçeklikteki varlığımız “et yığını” olarak nitelendiriliyor. Bu ideolojinin taşıyıcıları artık Hollywood’dan daha fazla Silikon Vadisinde; yani tartışmaları canlandıran açıklamanın Zuckerberg’den gelmesi şaşırtıcı değil.
Daha gelişmiş dijital teknolojiler sanalı gerçekliğin karşısına koymayacak, yine gerçekliği dijital araçları da kullanarak daha derinden kavramamızı sağlayacak. Dijital olanla gerçek olanın ilişkisinin tarifi, sınıf mücadelesinin alanlarından biri.
Johathan Mostow’un yönettiği, başrolünde Bruce Wills’in oynadığı Suretler adlı filmde sanal gerçekliğin distopik dünyayla sonuçlanacağı iddia edilmişti. O zaman tek çözüm kalıyor, elektrik teknolojisinin gerisine dönmek. Bilgiyi hayal gücü yardımıyla kavrayan, gerçek olmayan dünyada yaşayan bir insan soyu ortaya çıkmayacaktır. Bu yüzden de ne elektrik öncesine dönmeye ihtiyacımız var ne de maddi varlığımızı et yığını olarak görmeye.
Günahlarımızın ve bayağılıklarımızın kaynağı vücudumuz değil, içinde yaşadığımız ilişkiler. Kurtulmamız gerekenin ne olduğunu anlamak bu günlerin en büyük ihtiyacı.