“Eğer buhar makinesi feodal sınıfların elinde olsaydı sonucu ne olurdu” sorusunun anlamsız olduğunu herkes kabul edecektir. Buhar makinesini burjuva sınıfının ilk önderleri kurguladılar; yine de buhar makinesi ve sonrasındaki modern makineler olduğu için modern burjuvazi vardır ve tersi doğru değildir. Kendi üretim araçları ortaya çıkmadan modern burjuvazi var olamazdı.
Burjuvazi feodal sınıflara göre daha gelişmiş yeteneklere sahiptir. Feodal çiftliği yönetmek için doğrusal bir zaman algısı içinde despotluk ve sınırlı meziyetler yeterli; burjuvazinin işletmesini yönetmek ise zekâ, ileri görüşlülük, dünya piyasaları hakkında bilgi ve öngörü, bu bilgiye ulaşabilecek ve kullanabilecek yetenekler ve eğitim gerekir. Burjuvazi sadece bencil ve bireyci bir sınıf değil, aynı zamanda zeki, eğitimli ve çalışkan bir sınıftır.
Yine de burjuva sınıfının her türlü üretim aracıyla çalışabileceğini söylemek onu nesneleriyle ilişkileri dışında da var olabilecek aşkın bir varlık olarak tanımlamak anlamına gelirdi. Kapitalizm sonrasını öngörmek isteyenler, burjuva sınıfının mülkleştiremeyeceği üretim araçları ve tüketim nesnelerinin neler olabileceğini araştırmalılar.
Dijital teknolojiler ve otomasyon sayesinde mülkleştirilemeyecek üretim araçlarına çok da uzak olmadığımızı düşünebiliyoruz. Burjuva mülkiyetine dönüştürülemeyecek üretim araçlarının ortaya çıkışıyla birikmiş emekten başka bir şey olmayan sermaye ortadan kalkar, çünkü insan emeği üretim sürecinin unsuru olmaktan çıkmıştır. Ancak birlikte var olabilen sermaye ile ücretli emek yine birlikte dünyayı terk ederler. O zaman dünyamız burjuva sınıfının yaşam olanakları bulamayacağı bir gezegene dönüşür.
Marx, Grundrisse’de bu aşamaya sermayenin tarihî misyonunu tamamlaması adını veriyor:
“Ne zaman ki sermayenin sınırsız zenginliği hırsıyla sürekli kamçıladığı emeğin üretici güçleri, bir yandan genel zenginliğin toplumun bütün tarafından sahiplik ve muhafazasının çok daha az emek süresini gerektireceği, bir yandan da çalışan toplumun kendi genişleyen yeniden üretim sürecine, sürekli daha geniş alanlarda gerçekleşen yeniden üretimine bilimsel olarak hakim olabileceği aşamaya varırlar; dolayısıyla nesnelere yaptırabileceği şeyleri insanın kendi emeğiyle yapma zorunluluğu sona erer; o zaman sermayenin tarihi misyonu da tamamlanmış olur.”[1]
O aşamaya insanlık şu an için biraz da sermayenin emeğin üretici güçlerini kamçılamasıyla ilerliyor; dijital teknolojilerin ve otomasyonun burjuva işletmelerinde ortaya çıkmasından bunu anlıyoruz. Diğer taraftan o aşama sermaye için kâbusun başlangıcıdır. Kâbus sanata distopya olarak yansır. Hollywood distopyası, Amerikan tekelci sermayesinin gerçeklerle yaşadığı çelişkinin ürünüdür.
Sermayenin neoluddite kahramanı
Mary Shelley, Frankenstein’ı 19. yüzyılın başında yazmıştı; fakat bütün olarak bakıldığında 19. yüzyıl burjuva iyimserliğinin ve ütopyalarının çağıydı. Telgraf denizaşırı coğrafyalardaki yatırımların bile yönetilebilmesini sağladı; demiryolları hem Avrupa ürünlerini kıta dışının derinliklerine taşıyordu hem de sermayenin kârlı yatırımlarından biriydi.
Yeni makineler, çarpık bilinçle üretimin dışına düşen sınıflara ve zor günler yaşayan emekçilere düşman olarak görünmüştür. O düşmanlık hayali bir kahraman yarattı; makine kırıcı lider Ned Lud. Ona atfen makine kırıcıları işçilere luddite adı verildi.
Artık işçilerin Ned Lud adlı bir kahramanı yok; ihtiyaçları da yok. Günümüzün makine kırıcı hayali kahramanları, sermayenin tarihsel misyonunu tamamlamasına doğru yaklaşmamızdan kaynaklanan nedenlerle Hollywood’da üretiliyor. En bilinen luddite kahramanlar, Terminatör’den savaşçı Sarrah John ve John Connor; Matrix’ten makine kırıcı filozof Morpheus ve militanları Neo ile Trinity. Uzun süredir Hollywood bize bir gün insanların makinelerle savaşmak zorunda kalacağını anlatıyor. Bu yüzden de Superman yerini bu luddite kahramanlara bıraktı.
Hollywood’un yapay zekâ konulu yapımları neredeyse tamamen distopyadır; nasıl ki makinelere karşı beklenen savaş bir sınıfın savaşıysa bu distopya da bir sınıfın distopyası. Burjuvazinin en tekelci bölümü, bugün kendilerinin de kamçıladığı üretici güçlerin ürünü makinelerin bir gün burjuva medeniyetine saldıracağını görebiliyor.
Kırmızı hapın bize göstereceği beyaz tavşanın izleri, burjuvazinin kıyamet gününe kadar gider. Terminatör’ün Kıyamet Gününde, tam otomasyona yönelik yapay zekâ sistemi olan Skynet harekete geçecek ve burjuva medeniyetini yıkacaktır. Matrix’deki Neo’dan istenen, Morpheus’un teorisin kurduğu eylemle yıkılan burjuva dünyayı, makinelerden geri kazanmak. Bu işi de ancak bir Hacker yapabilirdi; Neo karakteri, hayali bilgisayar korsanlarının en ünlüsüdür.
Aslında hacker kendi etiği olan yeni insan tipidir. Hacker ettiğini, “uzun zamandır bizi esaret altında tutmuş çalışmaya olan yaklaşıma, yani Protestan çalışma ettiğine meydan okuyan yeni bir çalışma ettiği olarak” tanımlayan Pekka Himanen, farklılıklarına da işaret etse de, yeni etik ile modern öncesi kilisenin kuramı arasında paralellik olduğunu savunur:
“Sadece bilgisayar hackerlarının etiği değil toplumsal bir meydan okuyuş olarak algılanıp bu geniş tarihsel bağlama yerleştirildiğinde hacker etiğinin, Protestan etiğinden daha ziyade, Protestanlık öncesi etiğe benzediğini görürüz.”[2]
Max Weber’in burjuvazinin çalışmayı yüceltmesinin kökenine ilişkin açıklamalarını hatırlayalım. Weber orada Protestan etiği ve çileciliğin (asketizm) olduğunu savunur:
“Prüten, meslek sahibi olmak istedi. Çünkü asketizm manastır hücrelerinden meslek yaşamına taşınınca ve dünyevi ahlaka egemen olmaya başlayınca, kendi açısından, çağdaş ekonomik düzenin teknik ve ekonomik varsayımları üzerine kurulu mekanik-makine üretimine bağlı büyük evrenin kurulmasına yardımcı oldu; bu evren bugün, bu mekanizme içinde doğmuş olan bütün bireylerin –yalnız doğrudan doğruya ekonomik kazanç ile ilişkili olanların değil- yaşam biçimlerini belirledi.”[3]
Weber tespit etmiştir, burjuvazinin etiği Protestandır, Himanen de aslında hacker etiğinin Katolik olduğunu söylüyor. Her gün işine geç kalan, yasadışı Hacher faaliyetiyle ek gelir peşindeki miskin ama yetenekli Neo, Morpheus’un aradığı adam, insan psikolojisini keşfetmek için mimar tarafından Matrix içine yerleştirilen kâhinin geleceğini müjdelediği seçilmiş kişidir. “Seçilmiş kişi” vurgusu, yeni mitolojisini yaratan yeni tür mistisizm peşindeki plaza kültürünün Neo’yu benimsemesini kolaylaştırmış olabilir.
Transhümanizmin muhafazakâr eleştirisini yapan Ahmet Dağ, transhümanizm ile insanın bir kez daha yasak elmayı yiyip bir kez daha başını belaya sokacağını söylüyor ve Apple’ın simge olarak ısırılmış elmayı seçilmesinin, hatanın tekerrürüne yapılan vurgu mu olduğunu soruyor.[4] Transhümanizm tartışmaları bu makalenin konusu dışındadır; fakat şunu not etmeliyiz: Ne teknoloji ilk günahla ne de Silikon Vadisi’nin de mimarlarından olduğu ideolojiden kök bulan Neo’nun makine kırıcı savaşı hümanizmle eş değerdir.
Neo karakterinde, tarihsel misyonunu doldurmaktan korkan tekelci sermaye, neoluddite militanını buldu. Bu militan her ne kadar makinelere karşı insanı savunuyor görünse de, aslında antihümanizmden doğmuştur. Katoliklik bu açıdan da uygun bir tanımlama.
Neoluddite ideolojinin kaynağı
Tarihsel misyonunu doldurmak, sermaye tarafından kamçılanan emeğin üretici güçlerindeki gelişmeyle ortaya çıkar ve güncel olmadığı düşünülebilir. Fakat Amerikan tekelci sermaye tarafından güncel tehdit olarak algılanıyor.
Silikon Vadisi’nin liderleri tarafından da pazarlanan kitabında Harari, tarım devriminin doğa ve insan için geri dönüşü olmayan yıkım olduğunu savunur. Hatta insan soyu yakın akrabası Neandertallere soykırım uygulayarak dünyanın hâkimi olmuştu!
İnsanı ve onun medeniyetini yıkıcı olarak gören popüler anlayış ile teknolojinin gelişmesi arasında bağlantı var. Bugüne kadar sanayici kişiliğiyle övünen Batı tekelci sermayesi, ne oldu da sanayi ve makine eleştirisine dayanmaya başladı.
Amerikan tekelci sermayesi üretim ve teknoloji üzerindeki tekelini kaybettikçe sanayi ve makine eleştirisi de güçleniyor.
1980’den önceki 30 yılda Doğu ile Batı arasındaki gelir uçurumu Batı lehine açılmıştı; kişisel bilgisayarların ve cep telefonların da yaşamımıza girdiği 1980’den sonraki on yıllarda ise kapanma eğilimi gösterdi. Neoluddite ideoloji de bu yıllarda türedi.
Kapital’in 1. cildindeki ifadeyle, makineler, “aslında insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini arttırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunların sefilleştirdiği için” burjuva eleştirisine konu değildi. Bugün ise makineler daha önce olmadığı kadar, geçmiş dönemin serflerinin yaşadığı Batı dışı dünyanın üretici güçlerini özgürleştiriyor. Bu özgürleşme, sermayenin bir bütün olarak tarihsel misyonunu tamamlayacağı günün tekelci sermayenin bilincine çıkmasını kolaylaştırmış olmalı.
Eskiden Amerikan kapitalizmine Detroit Kapitalizmi adı da verilirdi; Amerikan otomotiv sanayisi gücünü kaybedince Detroit Kapitalizmi ifadesi de unutuldu. Bizleri Morpheus’un felsefesi ve Neo’nun Protestanlık öncesinden ilham alan savaşçılığıyla tanıştıran ideolojinin merkez adresinin, paradoks gibi görünse de, Silikon Vadisi ile Wall Street olduğu söylenebilir. Neo’ya ihtiyacı olduğunu ilk gören sermaye kliklerinden birinin Silikon Vadisi’nde yaşaması hiç de şaşırtıcı değil aslında.
Skynet’in harekete geçmesine çok kalmadı; gerçek hayatta ne hacker Neo ne de gerilla lideri John Connor bunu engelleyemez.
Biz yine de Matrix’in yeni bölümünü, anlamaya çalışarak izleyeceğiz.
[1] Karl Marx, Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, İstanbul, 2014, s. 357.
[2] Pekka Himanen, Hacker Etiği, Çev: Şebnem Kaptan, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul, s. 35.
[3] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Gürata, Ayraç Yayınları, Ankara, 1997, s. 155.
[4] Ahmet Dağ, İnsansız Dünya Tranhümanizm, Ketebe Yayınları, İstanbul, 2021, s. 56.